Kapı tıslayarak açıldı. Oda tüm tuhaflığıyla gözlerinin önündeydi. Yirmi birinci yüzyılın başında donup kalmış gibi görünüyordu.
“Ben girmem.”
“Korktun mu?”
“Hiç de bile. Sadece…”
Öteki girmişti bile. Arkadaşı da çaresiz onu izledi. İçerisi tütün ve kolonya kokuyordu.
“Kötü kokuyor,” dedi içeriye girmekte gönülsüz olanı. Sırık gibi bir çocuktu. İyi basketbol oynardı. En büyük hayali, bir gün Gezegenler Arası Basketbol Turnuvası’nda yer alabilmekti.
“Biraz sonra alışırsın.”
“Ya dedene yakalanırsak?”
“Yakalanmayız.”
Ona nasıl bu kadar emin olduğunu soracaktı ki masanın üzerindeki şeyi gördü.
“Şuna bak!” dedi heyecanla, o şeyi evirip çevirirken. “Ne garip bir şey böyle!”
“O bir pipo.”
“Pippo da nedir?”
“Pippo değil, pipo.”
Çocuk gülümseyerek dedesinin piposunu arkadaşının elinden aldı.
“Bak işte böyle çalışıyor.”
“Hiçbir şey olmuyor ki.”
Uzun boylu çocuk haklıydı. Öteki, pipoyu ağzından çıkardı.
“Dedem böyle yapınca ucundan duman çıkıyor. Ben yapınca olmadı nedense.”
“Belki de bir şeyi eksik yapıyorsundur.”
“Olabilir,” dedi öteki. Pipoyu dikkatle masanın üzerine, eskiden durduğu yere bıraktı. Her şeyi yerli yerinde bırakmak çok önemliydi. Aksi halde yakayı ele verebilirlerdi.
“Vay canına, burası müze gibi!” dedi uzun boylu çocuk. Pipoya olan ilgisini kaybetmişti bile. Şimdi rafları tıka basa kitaplarla dolu olan kitaplığın önünde dikiliyordu. Başını yana eğmiş kitap sırtlarını okumaya çalışmaktaydı. İlk kez basılı kitap görüyordu. Amma da kalındılar. İnsanın bir tanesini okumak için bile epey zaman harcaması gerekirdi.
Uzun boylu çocuğun burayı müzeye benzetmesi arkadaşının hoşuna gitmişti. Müzelere bayılırdı. Arkadaşlarını da buraya, oda müzeye benzediği için getiriyordu ya zaten. Onlara bu eski eşyalar hakkında bir şeyler anlatmaktan büyük zevk alırdı. Yüzlerindeki şaşkınlığı görmeye bayılıyordu. Üstelik buradaki eşyalar müzelerdekinin aksine elle tutulur şeylerdi. Bir an gözü dedesinin piposuna takıldı. Nasıl çalıştığını öğrense iyi ederdi. Böylece bir dahaki sefere…
“Biri geliyor!”
Durup dinlediler. Koridordan ayak sesleri geliyordu. Ayak seslerini öksürükler ve öksürükleri de küfürler izledi. Çocuklar donup kalmıştı. Kaçacak ya da saklanacak bir yer yoktu.
“Eyvah, dedem geliyor!”
“Şimdi yandık! Canımıza okuyacak!”
Arkadaşı buna itiraz etmek isterdi ama dedesinin ne kadar aksi biri olduğunu düşününce vazgeçti. Adam onları odasında görünce kıyameti koparacaktı.
İki arkadaş başlarına gelecekleri düşünürken kapı açılıverdi. Yaşlı adam odaya fırtına gibi girdi ve uzun boylu çocuğun elinden kitabı kaptı. Zavallı çocuk neye uğradığını şaşırmıştı. Kitabı eline aldığını bile hatırlamıyordu. Arkadaşına uyup buraya geldiğine bin pişman olmuştu.
“Sana başkasının eşyalarını izinsiz ellememen gerektiğini öğretmediler mi?”
Çocuğa cevap verme fırsatı tanımadan torununa döndü.
“Sen söyle bakalım, odama girmene kim izin verdi? Yoksa gizli gizli…”
Yaşlı adam birden susuverdi. Elinde hangi kitabı tuttuğunu yeni fark etmişti. Çocukların yakasını bırakıp masasına gitti, piposunu eline aldı, içine tütün doldurup yaktı ve kendisini pencerenin önündeki koltuğa bıraktı. Torunu, demek pipo bu şekilde çalışıyormuş, diye düşündü.
Adam dikkatle elindeki kitabı inceliyordu. Az önceki halinden eser kalmamıştı. Çocuklar şaşkınlık içinde birbirlerine baktılar. Neler oluyordu?
Yaşlı adam bir süre öylece kaldı. Sonra bakışlarını kitaptan, neler olup bitiğini anlamaya çalışan iki şaşkın yüze kaydırdı.
“Bu mereti seksen sene içerseniz içinizdeki bir şeylerin çürümesi kaçınılmaz oluyor,” dedi pipoyu onlara göstererek.
Çocuklar onun ne demek istediğini anlamamışlardı. Umurlarında da değildi. Artık sinirli görünmüyordu ya, önemli olan buydu. Belki ceza almaktan bile kurtulabilirlerdi.
“Bu kitabın kime ait olduğunu biliyor musunuz?”
Çocuklar kafalarını hayır anlamında salladılar. Yaşlı adam da farklı bir cevap beklemiyordu zaten.
“Geçin oturun bakayım şöyle karşıma.”
Çocuklar denileni yaptılar. Yaşlı adam tek gözünü kısmış dikkatle onlara bakıyor, piposundan çıkan dumanlar kafasının üzerinde birikiyordu. Bir öksürük krizi bu sihirli anı bozdu. Çocuklar endişelendiler ama adam sonunda kendine gelmeyi başardı. Belli ki bu yakalandığı ilk öksürük krizi değildi. Sonuncusu da olmayacaktı.
Yaşlı adam, “Bu bir H. G. Wells romanı çocuklar,” diye sürdürdü konuşmasını. Gözleri yaşlanmıştı. Çocuklar buna öksürük krizinin mi, yoksa kitabın mı neden olduğuna karar veremediler. Belki her ikisi birdendi.
“Wells bilim kurgunun babalarından biridir. Yazdığı kitaplar günümüzün otuz sayfalık uyduruk romanlarına benzemez. Bu kitabı da bir başyapıttır.”
Kitabın kapağını çocukların göreceği şekilde çevirdi. Karton kapağın üzerinde Dünyaların Savaşı yazıyordu. Bu iki kelimenin altında, üç bacaklı metal örümceklere benzeyen garip araçlar, kaçışan insanları kovalamaktaydı.
“Bu kitap çocuklar, Marslıların dünyamızı işgalini anlatıyor.”
Uzun boylu çocuğun kafası karışmıştı. Akrabalarının büyük çoğunluğu Mars’ta yaşıyordu. Marslılar neden dünyayı işgal etmek istesinlerdi ki? Yüz elli kiloluk teyzesinin o garip araçlardan biriyle insanları kovaladığını düşününce gülümsemesine engel olamadı.
“Komik olan neyse söyle biz de gülelim delikanlı.” Yaşlı adam bu sözü neredeyse yüz sene önce bir öğretmeninden işitmişti.
“Marslılar neden Dünya’ya saldırsınlar ki? Kusura bakmayın ama bu çok saçma.”
Uzun boylu çocuk arkadaşından dirseği yedi. Şu içinde bulundukları durumda söylenecek şey miydi bu? Yine de laf ağzından çıkmıştı bir kere. Neyse ki yaşlı adam kızmış gibi görünmüyordu. Aksine daha da keyiflenmiş gibiydi.
“Ya, demek öyle.”
Uzun boylu çocuk, “Öyle,” deyince bir dirsek daha yedi. Yine de geri adım atmaya niyetli değildi. Ok yaydan çıkmıştı bir kere. Birdenbire gelen bu cesarete kendi de şaşmıştı doğrusu.
“İyi de bu romanda Dünya’yı işgal edenler Mars’ta yaşayan insanlar değil ki.”
“Nasıl yani?” dedi uzun boylu çocuk. “Ya kimler o halde?”
Yaşlı adam öne doğru eğildi ve sanki birisinin onu duymasından korkuyormuş gibi “Marslı korkunç yaratıklar,” diye fısıldadı.
Çocuklar romanın kapağına daha bir dikkatle baktılar.
“Biyoloji öğretmenimiz, dünyamıza gelmeyi başaran canlıların savaşmayacak kadar gelişmiş olmaları gerektiğini söylemişti.” dedi torunu. “Gelirlerse barış için geleceklermiş.”
“Saçma!” diye kestirip attı yaşlı adam. “Biz de fena sayılmayız ama sonuç ortada.”
“Korkunç yaratıklar demek,” dedi uzun boylu çocuk. Daha çok kendi kendine konuşuyormuş gibiydi. “Korkunç Marslı yaratıklar.”
“Romanın 1898 senesine ait olduğunu da hatırlatmak isterim.”
“Peki, kazanıyorlar mı? Yani Marslılar diyorum, bizi tamamen yok mu ediyorlar?”
Yaşlı adam soruyu cevapsız bıraktı. Gülümseyerek uzun boylu çocuğa bakmakla yetindi. Sonra arkasına yaslandı ve piposunu tüttürmeye koyuldu. Çocukların dikkatini çekmeyi başarmıştı. Merakla bir şeyler daha söylemesini bekliyorlardı. Yine de acele etmedi. İşi ağırdan alıp heyecanı artırma niyetindeydi. Başarılı da oldu.
Sonunda, “İsterseniz size bir bölüm okuyayım,” dediğinde çocuklar heyecanla başlarını salladılar.
Yaşlı adam kitabın kapağını araladı ve onlara bir bölüm okudu. Onu ikinci bölüm, ikinci bölümü üçüncü bölüm, üçüncü bölümü ise dördüncü bölüm izledi. Sayfalar hızla tükeniyordu.
Dışarıda hava iyiden iyiye kararmıştı. Yirmi birinci yüz yılın başında donup kalmış gibi görünen odadaki iki çocuk bunun farkında bile değildi. Onlar, işgal edilen dünyalarının, korkunç Marslıların elinden kurtulup kurtulamayacağını öğrenebilmek için can kulağı ile yaşlı adamı dinlemekle meşguldüler.