Dünya Tarihi : 29-Temmuz-2168
Ben “Derin Uzay Araştırma Merkezi” ne bağlı “Gezgin – V” isimli keşif ve araştırma gemisi haberleşme subayı Tarum. Bu günlüğü yeni görevimiz dolayısıyla yazıyorum.
Yeni görevimiz galakside henüz yeni keşfedilmiş ve dolayısıyla isimsiz bir gezegen yüzeyinde araştırmalar yapmaktı. Artık geleneksel hale gelmiş olduğundan, yeni keşfedilmiş gezegenlere verilecek isim genellikle o gezegene giden ekip tarafından verilirdi. Ekip içinde ortak karar sonucu seçilen bir kelime isim olarak kabul edilir ve merkeze bildirilerek kayıtlara geçerdi.
Uzay gemisine gerekli araç ve gereçler, gidiş-dönüş süresince personel için yeterli miktarda yiyecek-içecek yüklendi. Ekiptekiler ise kendi özel eşyalarını çoktan odalarına taşımıştı bile.
Dünya saati ile 06.00 da hareket ettik. Aslında “Dünya Saati” kavramının hiçbir önemi yoktu bizim için. Sürekli olarak uzayda dolaşan bizler için “Dünya Saati” ve buna bağlı olarak gece-gündüz, sabah-akşam gibi kavramlar sadece birer kelimeydi. Fakat Merkezin bağlı olduğu, Dünya’daki “Genel Merkez” ile haberleşmede uyumluluk olması için, bütün cihazlarda ve bilgisayarlarda her türlü işlem için “Dünya Saati ve Tarihi” kullanılmaktaydı.
Ekipte ben dahil olmak üzere dört kişiydik ve birde “hayvanımız” vardı. Kaptanımız Nikas, ben Tarum, Ridak, Nahro ve birde Ridak’ın Dünya’daki kangurulara benzeyen garip hayvanı. Telaffuz edilmesi biraz zor bir ismi vardı. Ama biz ona “Cakcak” derdik. Çünkü bizlerin sakız çiğnerken çıkardığı sese benzer bir ses çıkarırdı.
Ben aynı zamanda geminin ana bilgisayarından ve programlamasından sorumluydum. Ridak uzun boylu ve sinirli bir gençti. Ne zaman ve neye sinirleneceği hiç belli olmazdı. Geminin her türlü savunma ve saldırı sistemleri ondan sorulurdu. Nahro tam bir bilim insanıydı. Her türlü araştırmanın hakkını verirdi. Diğer ekip arkadaşlarına göre biraz kilosu vardı ve kafasında neredeyse hiç saç kalmamıştı. Saçsızlık sanırım bilim insanlarının ortak özelliğiydi. Cakcak’a gelince genellikle Ridak’ın peşinden ayrılmazdı ama canı istemediği zaman yerinden bile kıpırdatamazdınız. Yolculuğumuz yaklaşık olarak 25 gün sürecekti.
Dünya Tarihi : 23-Ağustos-2168
Yaklaşık 2 saat içinde gezegenin görüngesine girmiş olacağız. Bu arada yolculuk sırasında önemli veya tehlikeli bir durum meydana gelmedi. Sadece Ridak bilgisayara karşı oynadığı bir zeka oyununda açık farkla yenilince sinirlendi ve kendine hakim olamayıp Cakcak’a bağırıp çağırdı. Zavallı Cakcak ne olduğunu anlamadan Ridak’a ve bizlere bakıp durdu. Sanırım Ridak’ın bağırmalarına daha fazla dayanamayıp o da bağırıp çağırmaya başladı. Ortalık tam bir curcunaydı.
Yörüngeye girdik ve artık gezegenin bir uydusu durumundayız. Bulunduğumuz yükseklikten gezegenin görüntüsü biraz bulanık olarak ekranda belirdi. Bunun sebebi oldukça kesif bir sis tabakası veya bulut olabilir. Veya başka bir şeyde olabilir. Şu anda araştırma cihazları gezegenle ilgili bilgileri toplayıp analiz ediyor. Bu bilgileri değerlendirmek artık Nahro’nun işi. Talimat gereği olarak, incelenecek gezegenin en az bir gününe eşit bir zaman aralığında yörüngede kalıp gözlem yapmamız gerekiyor. Süre sonunda gezegene iniş yapabiliriz veya geri dönebiliriz. Raporlara göre hareket edeceğiz.
Bu sırada ilk raporlar gelmeye başladı. Gezegenin şu anki taranan yüzeyinde belli noktalarda yüksek sıcaklığa sahip bölgeler var. Yanardağ veya sıcak sıvı -belkide su- çıkışı olan yerler olabilir.
Ekrandaki bulanık görüntü netleşmeye başladı. Bulut veya her neyse sanırım dağılıyor. Bunun anlamı gezegenin bir atmosferi ve buna bağlı olarak hava akımı olduğuydu. Görüntüyü büyütünce sıcak bölgelerin ne olduğu ortaya çıktı. Fokur fokur kaynayan göller vardı.
Nahro elinde bir dosya ile geldi. Kaptana verdi ve kaptanımız “dosyayı sonra inceleyeceğim” dedi. Ama Nahro’nun dediğine bakılırsa bir an önce gezegene inmek ve araştırmalara orada devam etmek istiyor. Demek ki gezegene inilebilir. Ama son karar kaptana ait olacağı için diğer personelin fikirleri ikinci sıradaydı.
Dünya Tarihi : 25-Ağustos-2168
Yaklaşık 2 Dünya gününe eşit olan zorunlu bekleme süresi doldu. Dahili haberleşme sisteminden kaptanın sesi duyuldu. “Beş dakika içinde herkesi kumanda bölümünde bekliyorum” dedi. Oysa bizler çoktan hazırlanmıştık ve hep beraber kumanda bölümüne gittik.
Kaptan “Nahro’nun hazırlamış olduğu dosyayı okudum ve kararımı verdim. Gezegene iniyoruz. Sanırım Nahro sizlere bir şeyler anlatmış olmalı ki hepiniz önceden hazırlanmışsınız” dedi.
“Evet, Kaptan.” dedim. “Sizi tanıdığımız için vakit kaybetmeden hazırlanmaya karar verdik.”
“Daha önceki görevlerimizde olduğu gibi herkes ne yapacağını biliyor umarım. Tekrar etmeme gerek var mı?”
“Gerek yok, Kaptan” diye cevapladı Ridak. Hemen arkasından Cakcak’ın meşhur sesi geldi.
“Bu görevimizin bir özelliği var. Hepinizin bildiği gibi bu gezegene daha önce hiçbir araştırma ekibi gönderilmedi. İlk araştırma ekibi biziz ve büyük bir ihtimalle gezegenin adını biz koyacağız. Elinizden gelenin en iyisini yapacağınızdan eminim.”
“Merak etmeyin, Kaptan” dedi Nahro.
Geminin ana bilgisayarına gezegene ineceğimiz bölgenin koordinatlarını girdim. Gezegenin dönüş yönüne uygun olarak gezegene yaklaşmaya başladık. Gemimiz gezegenin çekimine kapılarak hız kazanmaya başladı. Bunun iyi tarafı şuydu, atmosfere giriş sırasında daha az yakıt harcayacaktık. Gemi tamamen otomatik pilot kontrolündeydi. Yüzeye yaklaştıkça bilgisayar geminin hızını azalttı. İniş süresince gemideki dış kameralardan gelen görüntüleri izliyorduk Görüntülerde tehlikeli olabilecek herhangi bir durum yoktu. Bir süre sonra yüzeye inmiştik.
Dışarı çıkmadan önce herkes uzay kıyafetlerini ve donanımını bir kez daha kontrol etti. Cakcak’ı gemide, kendisi için ayrılan bölmede bırakmıştık.
Kaptanımız “Nahro’nun raporuna göre gezegenin atmosferindeki oksijen oranı bizim için yeterli olsa da emniyet kurallarına göre kimse başlığını çıkarmayacak. Ayrıca herkes öncelikli olarak kendi can güvenliğini sağlayacak. Umarım silah kullanacak bir durum ortaya çıkmaz.” dedi. Herkes “Anlaşıldı, tamam” cevabını verince “gidelim.” emri geldi kaptandan.
Geminin çıkış bölmesine doğru ilerledik. Arkamızdan kapının kapandığını gösteren ışık yandı. Yeni gezegenle aramızda sadece kalın bir kapı vardı. Şifreyi girdikten sonra kapı ağır ağır açıldı. Dışarısı yeterince aydınlıktı.
Önce ben çıktım. Aynı zamanda kaptanın güvenliğinden sorumluyduk ekip olarak. Kısa bir süre sonra herkes dışarıdaydı. Yüzey yumuşaktı ve hafif bir toz vardı. Adım attıkça tozlar havalanıyor ve biraz sonra yere iniyordu. Oldukça rahat hareket ediyorduk. Nahro’nun dediğine bakılırsa yerçekimi Dünya’nın yarısıymış.
İndiğimiz bölge oldukça geniş bir düzlüktü. Ortalıkta hiçbir bitki, canlı vs. yoktu. Ama atmosferde oksijen vardı ve bu ise bazı canlı türlerinin olabileceğini düşündürüyordu.
Gemiden yaklaşık iki kilometre ilerledik. Geriye dönüp baktığımızda gemiyi gayet rahat görebiliyorduk. Hafif bir sis çökmeye başladı. Derken oldukça kesif bir sis tabakasının içinde bulduk kendimizi. Başlıklarımızdan kaptanın sesi duyuluyordu. “Herkes mümkün olduğunca bir arada bulunsun ve beklenmedik durumlara karşı hazırlıklı olsun.”
Sisin içinde ağır ağır ilerliyorduk. El fenerlerimizle ancak burnumuzun önünü görebiliyorduk desem nasıl bir sisin içinde olduğumuzu anlatmaya yeter sanırım. Bir süre sonra sis dağılmaya başladı ancak tamamen dağılmadı. Artık fenerlere ihtiyaç kalmamıştı. Buna rağmen uzaklarda ne var ne yok hâlâ göremiyorduk. Geriye dönüp baktığımızda ise gemi artık gözükmüyordu. Sanırım epeyce ilerlemiş olmalıyız. Belkide sis gemiye ulaştı. Üzerimizdeki cihazlar aracılığıyla gemi ile sürekli bağlantı halindeyiz. Sağlık durumlarımız, bulunduğumuz koordinatlar ve çevre şartları sürekli olarak gemideki bilgisayara iletiliyor. Aynı zamanda geminin genel durumu hakkında veya gemideki muhtemel bir arıza veya gemi yakınlarında canlıların bulunması gibi durumlarda gemi bilgisayarından herkese bir sinyal gönderilmekteydi. Şu ana kadar her şey yolundaydı.
Bir süre sonra önümüzde tatlı bir yokuş belirdi. Yer çekimi az olduğu için yokuş çıktığımız belli olmuyordu. Saatime baktığımda dört saattir yoldaydık. Çevremizde göze batan bir şey yoktu ama ayaklarımız altındaki toprak yapısı değişmişti. Uzun süredir yolda olduğumuz için önce fark etmemiştik. Ama toprak artık daha sertti ve yer yer taşlar bulunmaktaydı. Ayrıca tek tük bitkiler önümüze çıkmaya başladı. Görebildiğimiz kadarıyla önümüzde bir tepe veya dağ vardı. Yola devam ettik ve bir süre sonra bir düzlüğe vardık. Herkes bir yer bulup oturdu.
Nahro, “Buranın manzarası oldukça güzel” dedi. Kaptanımız, elinde dürbünle etrafı inceliyordu. Ben de kendi dürbünümle etrafa bakmaya başladım. Gemiyi gördüm. Epeyce uzaklaşmışız. Bu kadar yolun bir de geri dönüşü vardı. O sırada kaptanın sesi duyuldu, “gece burada kalacağız”. Gerçi henüz hava kararmamıştı ve geri dönebilirdik. Ama herkes kalma taraftarıydı. Alıcılarımız havadaki oksijen oranının biraz değişmiş olduğunu gösteriyordu. Ayrıca dışarıdaki sıcaklık oldukça iyiydi. Eğer gece soğuk olursa üşümek gibi bir sorunumuz olmazdı çünkü üzerimizdeki kıyafet vücut sıcaklığını sabit tutacak şekilde tasarlanmıştı.
Başlıklarımızı yavaşça ve dikkatli bir şekilde çıkardık. Taze havayı içimize çektim. Burnuma tanıdık olmayan ama güzel kokular geliyordu. Havada hafif bir esinti vardı ve kokular esinti ile taşınmıştı. Birkaç dakika sonra yanımızda getirdiğimiz yiyecekleri yemeye başlamıştık. Yemekten sonra -yorgunluk ve uyku ihtiyacı hissetmediğim halde- uykum geldi. Sanırım atmosferdeki oksijen oranındaki farklılıktan kaynaklanıyor olmalı. Diğerlerine baktığımda herkesin uyukladığını fark ettim. İyice ağırlaşan göz kapaklarıma ve hissetmeye başladığım yorgunluğa rağmen, başlığımı takabildim. Bir süre gözlerimin kapalı kaldığını hatırlıyorum. Kendime geldiğimde karanlık çökmüştü ve gökyüzü yıldızlarla doluydu. Birden diğerleri aklıma geldi. Yiyeceklerini atıştırırken uyuyakalmışlardı. Ne yapıp edip uyandırmalıydım onları. Görünürde bir tehlike yoktu ama bu bundan sonra da tehlike olmayacak demek değildi. Bulunduğumuz yer çalılıkların ve ufak tefek kaya parçalarının bulunduğu ufak bir düzlüktü. Elim birden silahıma gitti. Gecenin karanlığında tek başınaydım ve içimden bir ses bir an önce buradan uzaklaşmamız gerektiğini söylüyordu. Ne yazık ki tek değildim ve benden başka üç kişinin hayatı da bana bağlıydı.
Önce kaptanı uyandırmayı denedim. En ufak bir tepki vermedi. Diğerlerine baktım. Hepsi derin uykudaydı. Sanki narkoz verilmiş gibi uyuyorlardı. Ne yaptıysam hiçbirini uyandıramadım. Birden aklıma geldi. Başlıklarımızda hava filtresi vardı. Ben son anda başlığı takabilmiştim ve böylece havadaki bizi uyutan gaz veya her neyse, beni fazla etkilememişti. El fenerimi yaktım ve yere koydum. İlk olarak kaptanın başlığını taktım. Sonra diğerlerinin başlığını. Artık ne zaman uyanırlar bilemiyorum. El fenerini açık bıraktım ve beklemeye başladım. Her ne kadar kendimi uyanık kalmaya zorlasam da uyuklamaya başladım.
Dünya Tarihi : 27-Ağustos-2168
Uyandığımda ortalık yeni yeni aydınlanıyordu ve yine hafif bir sis vardı. Kaptana ve diğerlerine baktım. Henüz uyanmamışlardı. Anlaşılan uyutucu gazın etkisi uzun sürecekti. Bu gaz ne olabilir diye düşündüm. İlk aklıma gelen, başlığı çıkardığımda burnuma gelen koku oldu. Sanırım bu koku bizi uyutan gazın kokusuydu. Bu gaz nereden geliyordu? Neden gezegenin yörüngesinde beklerken bu gazdan haberimiz olmadı? Bu gaz doğal olarak mı oluşuyor, yoksa birileri tarafından mı üretiliyor? Her zaman mı var, yoksa belli zamanlarda mı ortaya çıkıyor.
Bizleri bir çok soru bekliyordu. Ama her şeyden önce diğerlerinin uyanıp kendilerine gelmeleri gerekiyordu. Ondan sonra sorularla ve cevaplarla uğraşabilirdik. Bir yandan dürbünle uzakları tararken, diğer yandan ekip arkadaşlarımı kontrol ediyordum. Bu arada başlığım takılıydı. Aklıma kötü şeyler geliyordu. “Bu gaz beyne zarar veren bir gaz ise” dedim kendi kendime, “o zaman durum çok kötü. Arkadaşlarım bilincini kaybetmiş, bitkisel hayata girmiş, yaşayan birer ölü haline gelecekler.” “Belkide bir daha hiç uyanmayacaklar.” diye düşünürken, gemiden gelen sinyalle kendime geldim. “Bir bu eksikti” dedim. Hemen elime dürbünü aldım ve gemiyi aradım. Gördüklerim karşısında ne diyeceğimi şaşırdım. Daha önce gemiden ayrıldığımızda yürüdüğümüz topraklar şimdi bitkilerle kaplıydı ve bazıları sarmaşık gibi gemiye doğru uzanmıştı. Neden sonra mola verdiğimiz yer aklıma geldi. Gece uyandığımda gördüğüm çalılıklar yok olmuştu.
İçimin ürperdiğini hissettim. Eğer uyanamasaydım kim bilir neler olurdu. Bu bitkiler belkide geceleri ortaya çıkan ve etçil canlılardı. Dünyada da bunlardan vardı ama onlar, sinek, böcek gibi canlılarla besleniyorlardı.
Aklım karmakarışıktı. Diğerlerinin başlıklarını kafalarına geçirdikten sonra uyuduğumu hatırlıyorum. Bu bitkiler gece buradaydı ve biz uykudaydık. Burnumuzun dibine kadar geldiler ve bize bir şey olmadı. Peki ama niçin? Biraz düşününce cevabı buldum. Işık! Tabii ya! Bu bitkiler ışıkta daha doğrusu gündüz toprağın altındalar. Gece olunca topraktan çıkıp yüzeyde hareket edebiliyorlar. Ben feneri açık bırakmıştım. Ayrıca gemiden çıktığımızda hava aydınlıktı. Bu yüzden bitkileri veya yaratıkları göremedik. Eğer bu bitkiler veya yaratıklar geceleri avlanıyorsa, gezegenin ekosisteminde başka canlılar da olmalıydı.
Bunları düşünürken kaptanımızın kıpırdadığını fark ettim. Hemen yanına gittim. Kendine gelmesi uzun sürdü. Başlığını çıkarmaya çalıştı. Hemen engel oldum. Ayağa kalkmaya çalıştı ama sendeledi. Sanırım saatlerce aynı pozisyonda yatmaktan vücudu uyuşmuştu. Ortalık tamamen aydınlanmıştı. Biraz sonra diğerleri de uyandı ve kaptanla beraber kendilerine gelmelerini bekledik. Yarım saat içinde herkes normale dönmüştü.
Başımıza gelenleri anlattım. Herkes şaşırmıştı. Kaptanımız kendini suçluyordu. Nahro ile Ridak kendi aralarında tartışmaya başlamışlardı bile. Kaptanımız Nikas; “Hemen gemiye gidiyoruz. Tartışmanıza orada devam edersiniz.” diyerek onları susturdu.
Hep beraber gemiye doğru yola koyulduk. Uzun bir süre kimse konuşmadı. Birden Ridak’ın “Hay lanet olası, çekil ayak altından” dediğini duyduk. Ridak yürürken ayağına takılan bir dal parçasına tekme sallıyordu. Etraf sessizdi ama bir şeyler olacağını sezmiştim. Ridak’a seslendim. “Sakin ol. Gemiye varınca ne yapacağımızı düşünürüz.” Ridak bunun üzerine “yeterince sakinim ama gece olanlardan sonra bu bitkilerden nefret etmeye başladım” dedi.
Kaptanımız “Herkes gözünü dört açsın. Özellikle yere dikkat edin ve adımlarınızı dikkatli atın. Herhangi bir dal veya bitki parçası gördüğünüzde üzerine basmadan geçin.” dedi.
Yolumuza devam ettik. Gemiye yaklaştıkça daha dikkatli hareket etmeye başladık. Geminin etrafı az da olsa bitkiler tarafından çevrilmişti ve bunu bir kalenin kuşatılması olarak düşünebilirdiniz. Sonunda kazasız belasız olarak gemiye ulaştık. Giriş kapısındaki bitkileri veya yaratıkları dikkatli bir şekilde temizlemeye başladık. Birden Nahro’nun sesi kulaklarımızı tırmaladı. “Bu…bu..bunlar hareket ediyor. Dikkatli olun.” diye bağırıyordu. Anlaşılan bu bitkilerle işimiz vardı. Çevremizdeki bitkilerin hepsi hareket etmeye başlamıştı. Birbirlerine doğru dönüyor, oldukları yerde kıpırdayıp duruyorlardı. Renkleri kırmızı-kahverengi karışımıydı. Ridak “hepsini geberteceğim bunların” deyip silahını çıkardı. Kaptan “kimse ateş etmesin, biraz bekleyip sonra duruma göre davranırız.” diyerek Ridak’ı durdurdu. O sırada bitki veya artık her ne ise toprağın içine doğru çekilmeye başladı. Birkaç dakika içinde geminin çevresi ve üzeri kendiliğinden temizlenmişti. Bitki dediğimiz canlılar yaklaşık 3-5 cm kalınlığındaki ağaç dallarına benziyorlardı. İlk gördüğümüzde bu nedenle bitki olabileceğini düşünmüştük.
Gemiye girer girmez kumanda bölümüne gidip başlıklarımızı çıkardık. Nahro elindeki bitki -veya herneyse- parçasıyla laboratuarına gitti. Bu arada Cakcak geldiğimizi anlamış olmalı ki var gücüyle bağırıyordu. Ridak bunun üzerine Cakcak’ın yanına gitti. Kumanda bölümünde kaptanla ben kalmıştık ve hiç bir şey yapmadan oturuyorduk. Biraz sonra Ridak yanında Cakcak ile yanımıza geldi. Cakcak bizi gördüğüne sevindiğini belli eden hareketler yapıyordu. Bizler Cakcakla oynarken, Nahro elinde bir kavanozla çıkageldi.
“Biraz inceleme yapayım dedim, ama sanırım öldü. Tek bildiğim tamamen ölmeden önce güzel bir koku yaydığı.”
Bu arada kaptan geminin kamera kayıtlarını inceliyordu.
“Evet beyler, dün hava kararmaya başladıktan sonra toprakta hafif kıpırdanmalar başlamış ve karanlık iyice çöktükten sonra bu canlılar toprak altından çıkıp gemiye doğru gelmişler. Hatırlarsanız dün yola çıktığımızda toprak oldukça yumuşaktı ve her adım atışımızda tozlar havalanıyordu. Hava aydınlıkken bu canlılar toprağın altında bulunuyorlar ve hava kararmaya başlayınca yüzeye çıkmaya başlıyorlar. Anladığımız kadarıyla bu canlılar hareket edebiliyorlar fakat toprağa bağlı gözüküyorlar. Yani hareket alanları kısıtlı olabilir. Ancak yinede tedbirli olmak lazım. Ayrıca bu canlılar zeka sahibi olabilir.Tarum’un anlattıklarını dikkate alırsak bu canlılar ışıktan etkileniyorlar. Bu nedenle araştırmalarımızı mümkün olduğunca hava aydınlıkken yapacağız. Hava kararmaya başlayınca geminin dış aydınlatmalarını çalıştıracağız. Araştırma yaparken başlıklarınızı çıkarmayın.”
Hep beraber dışarı çıktık. Yüzey tozluydu ve etraf sessizdi. Nahro incelemek amacıyla elindeki kavanoza toprak örnekleri aldı. Ridak bir elinde dürbün uzakları inceliyordu. Diğer eli ise sanırım refleks olsa gerek sürekli silahındaydı. Gemiden yaklaşık 70 metre uzaktaydık ve bu mesafe bir tehlike anında koşarak gemiye sığınmak için oldukça iyiydi. Kaptan ve ben elimizdeki portatif kazma-küreklerle toprağı kazmaya başlamıştık. Neredeyse iki karış derinliğinde ufak bir çukur kazmıştık. Arada bir duraklayıp havalanan tozların yere inmesini bekliyorduk. Kazma işine son verdiğimizde kazdığımız çukurun derinliği 1 metre kadardı. O kadar kazdığımız halde hiçbir şey bulamamıştık. Anlaşılan o bitkiler veya her neyse epeyce derindeler. Belkide toprak altında ilerleme kabiliyetleri vardı. İlk araştırmamızda Nahro birkaç bitki parçası bulmuştu ama renkleri yeşil-mavi tonlarındaydı.
Gemiye geri döndük. Nahro bulduklarını incelemek için laboratuara gitti. Biz ise kumanda bölümüne geçtik. Bir yandan konuşuyor bir yandan da kameralardan gelen görüntülere bakıyorduk. Henüz gün ortasındaydık ve havanın kararmaya başlamasını beklemekten başka yapacak bir işimiz yoktu.
Hava kararmaya başlayınca gemi bilgisayarından yüzeyde titreşimler olduğu yönünde bilgiler geliyordu. Geminin arka tarafındaki kameralardaki görüntülerde bir hareketlilik vardı. Görüntüyü ana ekrana aldık ve gördüklerimiz karşısında irkildik. Nahro’nun bulduğu bitkinin renginde bir bitki topluluğu tozları havalandırarak gemiye doğru geliyordu. Kaptanımız “bunlar kesinlikle bitki olamaz ve toprağa bağlı değiller, istedikleri yere gidebilen ve toprak altında yaşayan sürüngen türünde bir canlı.” dedi. Gözlerimiz diğer kamera görüntülerini taradı. Kaptanla benim kazdığım çukurun içindende o sürüngenlerden çıktığını gördük. Kaptan Nahro’yu aradı ve acele olarak kumanda bölümüne gelmesini söyledi.
Nahro elinde kavanozla çıkıp geldi ve kamera görüntülerine baktı. Kameraların gösterdiği görüntüler birbirine benziyordu ve her yönden -henüz ne olduğunu bilmediğimiz- o sürüngenlerden geliyordu.
Ridak, “Gemiyi kuşatıyorlar, bunlar savaş istiyorlar. Ben hazırım.” dedi ve hemen bilgisayarının başına geçti. O sırada Kaptan, “Sakin ol Ridak, henüz bir şey olduğu yok. Acele etme.” dedi. Bu arada Cakcak garip sesler çıkarmaya başladı. Sanki korkuyor gibiydi. Sürüngenler iyice yaklaşmışlardı ve geminin içindeki havanın değişmeye başladığını gemi bilgisayarının uyarısıyla fark ettik. Ben bilgisayardan hemen geminin dış havalandırma kapaklarını kapattım ve içerideki havanın temizlenmesini sağladım. Kaptanın uyarısı üzerine başlıklarımızı taktık ve herhangi bir sarsıntı durumunda koltuklarımızdan sağa sola savrulma ihtimaline karşı emniyet kemerlerimizi taktık.. Birkaç dakika içinde geminin her tarafı kuşatılmıştı ve Ridak sabırsızlanıyordu. Geminin hafifçe sarsıldığını hissettik. Bilgisayarlardan gelen bilgilere göre gemi hareket ediyordu. Tonlarca ağırlıktaki bir araştırma gemisi sürüngenler tarafından sarılıp sarmalanmış sürükleniyordu. Kaptanın Ridak’a atış serbest demesiyle Ridak ateş etmeye başladı. Her ateş edişinde gemi sarsılıyordu. Bu arada geminin dış aydınlatmalarını en yüksek seviyeye getirdim ve motorları çalıştırdım. Gemiyi ters yönde hareket ettirmeye başladım. Ancak motorlar zorlanıyordu. Ridak bir taraftan ateş ederken ben gemiyi hareket ettirmeye çalışıyordum. Motorlar iyice zorlanmıştı ve biraz daha zorlarsam bozulabilirlerdi. Motor güç kontrol devreleri deli gibi alarm verirken tüm gücü kestim ve denge bozulunca gemi birden sürüngenlerin hareket ettiği yöne fırladı. O sırada motorlara aynı yönde olmak üzere tam güç verdim ve sarsıntılı bir şekilde havalandık. Kameralardan gelen görüntülere göre geminin çevresi kısmen temizlenmişti ve yerdeki kavrulmuş, yanmış sürüngenleri görebiliyorduk. Metrelerce uzunlukta, yüzlerce halat ile bağlandığınızı ve sürüklendiğinizi düşünün. Başımıza gelen işte bunun gibi bir şeydi.
Bulunduğumuz bölgeden epeyce uzaklaştık ve başka bir iniş yeri aradık. Nihayet düzgün bir yer bulduk. İner inmez dışarı çıkıp geminin dış yüzeyini kontrol ettik. Sürüngenler yanmış ve geminin gövdesine yapışmıştı. Hepsini temizlemek oldukça uzun sürerdi. Ayrıca burada da karşımıza çıkabilirlerdi. Geminin pencerelerine ve dış yüzeyde bulunan sensörlere ve çeşitli ölçüm cihazlarına yapışan sürüngenleri temizledik. Hiç vakit kaybetmeden tekrar havalandık. Kaptanımız raporunu yazıyordu. Nahro yine laboratuvara gitmişti. Ridak ise Cakcak ile oynuyordu.
Bu arada gezegenin ismini henüz koymadık. Gezegen hakkında ise yeterli bir bilgi edinemedik. Merkezden gelecek olan talimata göre bu gezegene daha donanımlı ve kalabalık bir şekilde tekrar gelebiliriz. Şimdilik merkeze geri dönüyoruz.
Günlüğün sonu.