Başlangıçtan 1930’lara Kadar
İngilizcedeki aliens terimi Türkçeye yabancılar ya da yaratıklar olarak çevrilebilir. Ancak bu terimin Türkçede oturmuş karşılığı uzaylıdır. Uzaylı terimi bilimkurguda ve popüler kültürde dünyadışı zeki varlıkları (sentient extraterrestrial beings) belirtmek için kullanılır. İngilizcede zeki yerine kimi zaman kullanılan sentient kelimesi birebir çevrildiğinde duyarlı ya da duygulu anlamına gelir. Ancak bu iki sözcük de kastedilen anlamı tam olarak karşılamaz. Bu durumda uzaylı sözcüğü şu anlamları kapsamaktadır: Başka bir dünyada yaşayan ya da başka bir dünyadan gelen; akıl, bilinç ve düşünme kapasitesine sahip varlık.
Uzaylılar bizden daha az, eşit miktarda ya da daha zeki olabilirler. Kimi zaman da zekaları bizimkiyle kıyaslanamayacak farklı bir kategoridedir. İşgalci, öğretmen, müttefik ya da düşman olabilirler. Kimi zaman insan yayılmacılığının kurbanı ya da insanın kaderinin yargıcı olabilirler. Kimi zaman insanlık tarihini yönlendiren gizli efendiler rolünü üstlenebildikleri gibi kaderimizle hiç ilgilenmeyen varlıklar da olabilirler. Görünümleri bize benzeyebilir. Bazen de Dünya’da yaşayan başka bir varlığın biçiminde olabilirler. (Genellikle böcek; özellikle de peygamberdevesi, arı ya da karınca biçiminde olabiliyorlar.) Hayal bile edemeyeceğimiz farklı bir biçimde tasarlandıkları da olur. Kimi zaman biçimleri o denli farklıdır ki gözümüzün önünde oldukları halde onları fark edemeyebiliriz. (Tabi onlar da bizi fark edemeyebilirler.) Örnek olarak kaya, kristal, bulut, yıldız ve gezegen biçiminde olabilirler.
Uzaylıların büyük çoğunluğu dış uzaydan gelmesine karşın, kendi gezegenimizdeki keşfedilmeyen bölgelerden de türeyebilirler. (O zaman yaratık adını almaları daha doğru olur tabii.) Deniz altında ya da atmosferin üst katmanlarında yaşayabilirler. Yeraltında ya da gezegenimizin iç kısmındaki boşlukta var olabilirler. Bazıları başka boyutlardan, paralel dünyalardan ya da alternatif tarihten gelebilir. Bir çok durumda (ama her zaman değil tabi) dünya-dışı olmayan yabancılar bilimkurguda tıpkı dünya dışı uzaylılar gibi ele alınabilir. Kökenlerinin Dünya, başka boyutlar ya da alternatif tarih olması, bilimkurgudaki temsil ediliş biçimlerini etkilemez.
Bilimkurgunun konuya yaklaşımı iki biçimde oluyor genellikle. Bir yandan yazarlar yaratık fikrinin önlerine çıkardığı zengin edebi olanakları sonuna kadar sömürmeyi tercih ediyor. Bunlardan bazıları insandan farklı düşünme biçimlerine sahip olan yaratık zihnini ele almayı tercih ediyor. Ama sıkça belirtildiği üzere, bilimkurgu yazarlarının en zorlandıkları yer de burası.
Diğer bazı yazarlar yaratıkları içinde bulundukları şartların ve tarihin şekillendirdiği gerçekçi varlıklar olarak ele almayı tercih ediyor. Hatta kimileri yaratıklarını bildiğimiz madde yerine radyo dalgaları ya da yıldız plazması gibi anormal hammaddelerden oluşturmayı deniyor.
Zeki uzaylı fikri insanlık için varoluşsal bir kışkırtmadır. Toplumda kimlik bunalımına yol açabilir. On yedinci yüzyılın başlarından beri ön-bilimkurguda uzaylı ya da yabancı varlığı ele alınıp incelenmektedir. Bu zaman zarfında, özellikle de yirminci yüzyılda yazarlar uzaylı biyolojisi ve toplum yapısı hakkında hayal güçlerini oldukça zorladılar. Bu arada aynı yazarlar insan kültüründeki şovenizm ve dar görüşlülüğü eleştirmek için uzaylıları kullandılar ve yabancı varlıklar ile insanların karşılaşmasının insan bilinci ve medeniyeti üzerindeki muhtemel etkilerini eserlerinde analiz ettiler.
Başka dünyalar fikri eski çağlardan beri vardı. Epikürus (MÖ 341-270) yaşam barındıran sonsuz sayıda başka dünyalar olduğunu söylemişti. Şair Lukretyus (MÖ 95-50) De Rerum Natura adlı eserinde fikri yeniden ele aldı. MÖ 5. Yüzyılda yaşayan Pisagorcular Ay’da yaşam olduğunu iddia ettiler. Plutark (MS 45-120) da Ay sakinlerinden söz etti. Aynı şekilde Lucian Gerçek Tarih (MS 2. Yüzyıl) adlı eserinde Ay’a bir yolculuk tasarladı. Platon (MÖ 429-347) ve Aristoteles (MÖ 384-322) başka dünyaların var olduğu fikrini reddettiler. Bu iki filozofun etkisi Orta Çağ boyunca devam etti. Kopernik’in (1473-1543) Güneş’i evrenin merkeze yerleştirmesi ve 1610’da Galieo’nun (1564-1642) Ay gözlemleriyle fikir insanlığın hayal dünyasına bir kez daha teşrif etti. 17. Ve 18. Yüzyılın filozof ve din adamları konunun önemini ve hassasiyetini kısa zamanda fark ettiler.
Tommaso Campanella, John Wilkins ve Athanasius Kircher bilimkurgunun pek de ilgilenmediği sorular sordular: İlk günah uzaylıları da etkiler miydi ya da onların da Âdem ve Havvâ’dan mı geldikleri gibi sorulardı bunlar. En kötüsü de insanın yaradılışın göz bebeği olarak statüsünün tehlikeye girmesiydi. Bu sorulara o zaman olduğu gibi şimdi de birbirinden çok farklı yanıtlar veriliyor. Bazıları (mesela Cyrano de Bergerac, Robert Wittie [1613-1684] ve Voltaire) insanlığın tahtından inmesini sevinçle karşılarken, diğerleri (mesela Kircher, Charles Sorel [1602-1674], Emanuel Swedenborg ve Bernardin de Saint-Pierre [1737-1814]) başka dünyaların varlığını hepten reddettiler ya da diğer dünyalar arasında bizimkine özel bir statü verdiler. (Örneğin Swedenborg, De Telluribus [1758] adlı eserinde insanların yaşadığı sayısız dünya içinde İsa’nın bizimkini tercih etmesinin nedeni olarak bizim yazıyı keşfetmiş olmamızı gösterdi. Böylece dirilişin öyküsü gelecek kuşaklara aktarılabilecekti.)
Başka dünyalarda yaşayan varlıklar olabileceğine dair inkar çabaları kar etmedi. On sekizinci yüzyıl ile on dokuzuncu yüzyılın başlarında birçok bilim adamı ve düşünür bizden üstün olabilecek dünya dışı yaratıkların var olduğuna ikna olmuştu.
Ancak uyum yasası yeterince bilinmediğinden hayal gücümüz gerçek yaratıklar tasarlamaktan uzaktı. Bu dönem yazılan eserlerde yabancı gezegenlere seyahat edenler, kimi zaman kıyafetleri garip olsa da gerçek bir uzaylıya rastlamıyorlardı, karşılaştıkları gezegen sakinleri bildiğiniz insanlar ve dünya hayvanlarıydı. Somnium (1634) adlı eserinde ünlü Johannes Kepler Aylıları denizde gemilerle yolculuk yapan, şehirler ve kaleler inşa eden ve zorlu Ay iklimine dayanmak için çeşitli yöntemler geliştiren insanlar olarak tasarlamıştı. Francis Godwin’in The Man in the Moone (Ay’daki Adam, 1638) adlı eserindeki Gonsales adlı kâşif aydaki yaşam formlarının dünyadakilerin dev versiyonu olduğunu keşfeder (Pisagorcuların inanışı da bu yöndeydi.) Cyrano de Bergerac’ın Les Estats et Empires de le Lune (Ay Devletleri ve İmparatorlukları, 1657) adlı eserinin kahramanı Dyrcona de aynı şeylerle karşılaşır. Bu eserde Ay halkı, yeryüzünde yapılan yanlışlardan söz ediyor ve Ay Kâhinleri, Ay’ın Dünya’ya benzediğini iddia ettiği için Dyrcona’yı mahkemeye veriyorlar. Johan Gottlob Krüger (1724-1759)’in Traüme (1754) adlı eserinde anlattığı Ay ve diğer Güneş Sistemi gezegenlerinin sakinleri, Dünyalılardan kültürel olarak farklı olsa da fiziksel olarak aynıdır. Aynı şekilde Friedrich Gottlieb Klopstock (1724-1803)’un Der Messias (1748) adlı epik şiirinde evrendeki sayısız dünya insanlarla doludur.
Dünya’daki yaşam formları küçük değişikliklerle tekrarlanmıştır: alaycı abartmalar ya da ütopik iyileştirmler. Godwin’in Aylılar’ı çok uzun yaşarlar ve erdem abidesidirler. Dönemin yazarlarından pek azı insan biçimciliğin ötesine geçebilmişlerdir: Alman düşünür Christlob Mylius (17722-1754) öte gezegen sakinlerinin havada uçabildiklerini, suda yüzebildiklerini ya da solucanlar gibi toprakta tünel açtıklarını söylemiştir. Cyrano de Bergerac’ın Les Estats et Empires du Soleil (Güneş’in Devlet ve İmparatorlukları, 1662) adlı eserinde Dyrcona, Güneş’te yaşayan zeki kuşlarla karşılaşır (ve bir kez daha mahkemeye verilir.) Israel Jobson’un The Wandering Jew (Gezgin Yahudi, 1757) adlı eserindeki ana kahraman Miles Wilson, metalden yapılmış öfkeli ay sakinleriyle (bu yaratıkların doktorları tesisatçılardır); ağaç gibi dikilen gizemli kırmızı renkli Marslılarla ve başlarının önünde ve arkasında birer gözü olan Satürnlülerle karşılaşır. Ancak dünya biyolojisinin dışında, kendi çevresi tarafından biçimlendirilmiş formlara sahip yaratıklar on dokuzuncu yüzyılın sonlarına değin piyasaya çıkmadılar. Bu tarihten sonra ise Charles Darwin ve Jean-Baptiste Lamarck tarafından evrim ve çevreye uyum fikri ortaya atılmıştı.
Gerçek anlamda yabancı yaşam formu fikri —yani biçimleri ve yapıları çevreleri tarafından belirlenmiş canlılar fikri— ilk defa Camille Flammarion’un kurgusal olmayan Les Mondes Imaginaires et le Mondes Reels (Gerçek ve Hayali Dünyalar, 1864) adlı yapıtında ve Lumen (1887) adlı kısa felsefi romanında ilk kez popüler hale getirildi. Başka Dünyalarda Hayat adlı yapıtta akıllı, nazik ağaçlar ve köpek balıkları gibi nefes alabilmek için atmosferde sürekli hareket etmek zorunda olan dokungaçlı fok benzeri yaratıklar ve bir başka yerde de silikon ve magnezyum tabanlı bitki ve hayvan âlemlerinden bahsediliyordu. Flammarion’un hayal gücü gizemli kanallara da girmişti: Onun farklı yaşam formları biçiminde sürekli olarak yeniden dünyaya gelen kutsal yüce ruhlar fikri on sekizinci ve on dokuzuncu yüz yıllarda çok popüler hale gelmişti. Bu fikirler Uranie (1889) adlı yapıtta yer alır. Bu yapıtta yer alan diğer uzaylı formları, Gamma Androedae çoklu yıldız sisteminin etrafında dolanan bir gezegende yaşayan yusufçuk benzeri yaratıklar ile altı uzuvlu, kanatlı Marslılardır. Yine de bu yapıtta anlatılan yaratıklar ufak tefek değişiklikler hariç büyük oranda insansı biçime sahiptir. Örneğin kulakları kapaklı olan ya da duygularını biyo-ışıkla gösteren (ateş böceği gibi), ancak bunun dışında insana benzeyen yaratıklar…
Yine de çağın en uçuk uzaylı tasarımları bunlardı. Örneğin Hugh MacColl’un Mr. Stranger’s Sealed Packet (Bay Tuhaf’ın Mühürlü Paketi, 1889) adlı yapıtındaki Mars sakinleri ile Robert Cromie’nin A Plunge into Space (Uzaya Dalış, 1890) adlı yapıtındaki Marslılar, Dünyalılardan yalnızca büyük kafalarıyla ayrılıyorlardı. (Sonradan bu standart bir uzaylı klişesine dönüşecektir.) Milton Worth Ramsey, Six Thousand Years Hence (Altı Bin Yıl Sonra, 1891) adlı yapıtında Venüslülerle insanlar arasındaki tek farkın kıyafet zevki olduğunu görüyoruz. Bunların yanında Flammarion’un uzaylı tasarımları gerçek bir devrim sayılmalıdır.
Evrimsel biyolojiye uygunluk ve yaratık tasarımı açısından Flammarion’a rakip olabilecek tek kişi, geç on dokuzuncu yüzyıl ile erken yirminci yüzyılın bir başka önemli Fransız yazarı J. H. Rosny aine olabilir. Rosny, daha sonra sinemaya da aktarılan ve prehistorik dünyayı büyük bir başarıyla aktaran La Guerre du Feu (Ateş Savaşı, 1909) adlı romanın yazarıdır. Onun uzaylı tasarımları Flammarion’unkilerden bile çılgındı. (Flammarion, Rosny’nin ilham kaynağıydı.) Bunlar arasında geometrik şekilli mineral yaşam formlarıyla savaşan prehistorik insanların anlatıldığı Les Xipehuz (1887) ve ferromanyetik vampirlerle yok olmak üzere olan bir insanlığın savaşını anlatan La Morte de la Terre (Dünya’nın Ölümü, 1910) sayılabilir.
Rosny’nin Un autre monde (Başka Bir Dünya, 1895) adlı yapıtında Dünya’da insanlarla birlikte görünmeyen paralel bir evrende yaşayan iki uzaylı ırkı anlatır. Rosny’nin uzaylıları genelde dünya kökenli olmasına karşın (Xirehuz’un durumu biraz karışıktır), Les navigateurs de l’infini (Sonsuzluk Gezginleri, 1925) adlı yapıtında bir insanla altı göze ve üç bacağa sahip bir Marslı arasındaki aşk anlatılır.
Lamarck ve Henri Bergson gibi Fransız evrimci filozofların geleneğinden gelen iki yazar olan Flammarion ve Rosny yarattıkları uzaylıları ciddi bir evrimsel çerçeveye oturtmuşlardır. Rosny yaratıklarına daha fazla sempati duyar, hatta insanlarla çatıştıklarında bile genellikle onların tarafını tutar. Xipehuz’ları yenmek için onları inceleyen insan kahraman, yaratıkların düzgün davranışlarına dikkat eder ve insanlığın hayatta kalması için bu ırkın yok edilmek zorunda olmasına üzülür. Aynı şekilde ferromanyetik yaratıklar da basit canavarlar olarak gösterilmemiştir. Onlar gelecekteki Dünya’nın çevresel koşullarına daha iyi adapte olmuş yaratıklardır.
İngiltere’de Darwin’in en iyi uyum sağlayanın hayatta kalması ilkesi kabul edilmişti. Bu yüzden en iyi uzaylı tasarımını yapan yazarın bir İngiliz olmasına şaşmamalı —H. G. Wells’in The War of the Worlds (Dünyalar Savaşı, 1898)’dan bahsediyoruz elbette. Yapıtta uzaylılar bizimle rekabete girişiyor, türümüzü soykırıma uğratarak yerimize geçmeye çalışıyorlar. Wells’in uzaylıları insan biçimli değildir: Gorgon‘un dokunaçları üzerine sürüklenen büyük kösele derili yaratıklardır. Başka bir gezegende evrimleştikleri apaçık bellidir. Dünya’nın güçlü yerçekimi ve yoğun atmosferinde zorluk çekerler ve sonunda da insanların bağışıklık kazandığı bakteriler tarafından yok edilirler. Wells bu eserinde Darwinizmin iyi bir örneğini vermiştir: Hem olumlu hem de olumsuz anlamda… Üstün bir uzaylı ırkın rekabetine hazırlıklı mıyız? Ancak, Darwin’in dünyasında her zaman güçlüler kazanmaz. Bazen zayıflar da güçlüleri yok edebilir.
Uzaylı istilası fikri kısa zamanda bir klişeye dönüştü. Elbette Wells de uzaylıları tiksindirici canavarlar olarak göstermişti. Ancak yapıtta insan gözlemcilerinin hissettikleri içgüdüsel tiksinti, yaratıkların muazzam zekâlarıyla ilgili söylemlerle dengelenmişti. Wells bu yapıtında uzaylıları sömürgeci İngiliz toplumunu eleştirmek için bir araç olarak kullandı. İşgal eden ile işgal edilenin rollerini tersine çevirerek imparatorluğun yarattığı konformist yanılsamayı kırdı. Bergerac ve Voltaire’in izinden yürüyen Wells, yabancı tehdidini, insanlığın av hayvanlarının rolünü üstlenmek zorunda kaldığı bir var oluş savaşı olarak ele aldı. Dünyalar Savaşı, insanlığın tahtından indirilmesini anlatan ilk kurgusal yapıt olmuş ve yapıt günümüzde bile hala bir çok yapıta model olmaya devam etmektedir.
Wells, The First Men in the Moon (Aydaki İlk Adamlar, 1901) adlı yapıtında çok daha az zenofibiktir. (Zenofobi=Yabancı Korkusu). Bu yapıttaki toplum karınca yuvasını model almıştır. Toplum farklı konuda uzmanlaşmış kliklerden oluşmuştur. Bu toplum modeli de sıkça kullanılan bir motif olmasına karşın, Wells’in Selenitleri (Aylıları) ismi ve kişiliği olan bireylerdir. Toplumun yapısını belirleyen şey de genlerin diktasından çok bilinçli bir toplum mühendisliğidir. Selenit uygarlığı zamanının en ayrıntılı tasarlanmış uzaylı toplumuydu. Elbette, Wells’in bütün eserlerinde olduğu gibi alttan alta ciddi bir toplum eleştirisiyle doluydu. (Akla Jonathan Swift’in hayali toplumları anlattığı Gulliver’in Yolculukları adlı yapıtı getiriyor.)
Edgar Rice Borroughs dönemi erken pulp dergilerinde tam bir cümbüş hâkimdi. Yarı insan uzaylılar, canavar saldırılarından kurtarılmayı bekleyen ve kahramanımıza âşık olan güzel prenseslerle doluydu. Ralph Milne Farley’in The Radio Man (Radyo Adam, 1924) adlı yapıtı Venüs’te yaşayan dev böcekler, gelişmiş bir dev karıncalar imparatorluğu ve olağanüstü güzel insanlardan oluşan krallıkları tasvir ediyordu. (Mars’ın savaşla, Venüs’ün güzellikle özdeşleşmesi kökeni Yunan mitolojisine dayanan çok eski bir klişedir.) İnsan krallığı karınca imparatorluğunun egemenliği altında yaşamaktadır.
Bu alanda uzmanlaşmış bilimkurgu dergileri Wells’in yolundan giderek prenses romantizmini yabancı istilası fikriyle birleştirdiler. Bu öyküler çoğunlukla soykırımla bitiyordu. Örnek olarak büyük bir silahlanma yarışından sonra güç kaybeden Thessians’ın uzay ve zaman boyunca süren savaşlarını ve yok oluşlarını anlatan John W. Campbell Jr.‘ın Invaders from the Infinite (Sonsuzluktan Gelen İşgalciler, 1932) adlı yapıtı gösterilebilir. Bu tür yazarlar arasında en verimlilerinden biri Edmond Hamilton’du. Yazdığı eserler arasında, koruyucu cam kubbelerinin parçalanması ile yok olan kaplumbağa-adamların uygarlığının anlatıldığı The Other Side of the Moon (Ay’ın Öteki Yüzü, 1929) ve disk biçimli Neptünlülerin sonunu anlatan The Universe Wreckers (Evren Yıkıcılar, 1930) sayılabilir.
E. E. “Doc” Smith ve diğerlerinin ilk dönem Uzay Operalarında (Space Opera) yer alan uzaylılar benzedikleri hayvana göre karakter kazanırlar: Örümceğe ya da ahtapota benzeyenler mutlaka kötü, sürüngene benzeyenler genellikle kötü, iyi ve yardım sever uzaylılar ise insan, memeli ya da kuş benzeriydiler. Campbell’in Sonsuzdan Gelen İstilacılar adlı yapıtında köpeğe benzeyen Ortoliyanlar haksızca saldırıya uğramış olan barışçı yaratıklardı. J. Schlosser’in The Second Swarm (1928) adlı yapıtındaki kavgacı Siriuslular ise düşman karakterli örümceklerdi. Sewell Peaslee Wright’ın The Forgotten Planet (Unutulmuş Gezegen, 1930) adlı yapıtında yıldızlararası Birlik (Alliance) yeni keşfedilen bir gezegendeki saldırgan bir sürüngen-ırkı uygarlaştırmak için yüzlerce yıl uğraşır, ancak sonuç bu ırkın gizlice geliştirdiği bir süper silahla bütün uygar gezegenleri tehdit etmesidir.
Hamilton’un Locked Worlds (Kilitli Dünyalar, 1929) adlı yapıtında ise her iki uzaylı tipini de görürüz: Dünya’yı ele geçirmek isteyen zeki örümcekler ve örümcekleri yaratan ve sonra da onlar tarafından kutuplardaki zindanlara sürgüne gönderilen kuş-adamlar. Kimi uç durumlarda uzaylı müttefik ve düşmanlar İyi ve Kötü’nün simgesi haline gelirler: Smith Lensman serisindeki Arisiyanlar ve Eddoriyanlar melek ve şeytanların temsilidirler; her iki ırk da tanrısal güçlere sahiptir; biri tükenmek bilmez bir fetih ve güç, öteki tüm evrene yönelik bir iyilik ve rahmet arayışı içinde hareket eder. Ancak, kendileri sahnede görünmez; amaçlarına ulaşmak için insanları ve uzaylı ırklarını kullanırlar. (Bir yazarın not ettiği gibi, Arisyanlar ile Eddoriyanlar arasındaki evrensel çatışma, Zerdüşt mitolojisinde Ahura Mazda ile Angra Mainyu arasındaki çatışmayı andırmaktadır.)
Bazı ilk dönem ucuz bilimkurgu romancıları Wells’in formülünü tersine çevirerek uzaylı işgalci rolünü insanlara verdiler. Arthur K. Barnes, The Mole-Men of Mercury (Merkür’ün Köstebek-Adamları, 1933) adlı yapıtında gezegenler arası lejyon madencilik çalışmalarını engelledikleri bahanesiyle Merkür tünellerinde yaşayan köstebek adamları yok eder. Campbell’in Voice of the Void (Boşluğun Sesi, 1930) adlı öyküsünde novaya dönüşen Güneş’ten kaçan insanlık, Betelgeuse sisteminin yerli halklarını yok eder.
Kimi yazarlar emperyalizm ruhunu öyküleri yoluyla kınama fırsatını kaçırmamışlardır: Hamilton’un A Conquest of Two Worlds (İki Dünyanın Fethi, 1932) adlı yapıtının kahramanı olan dünyalı, direnişçi Marslıların tarafını tutar, onlar yenildikleri zaman isyankâr Jüpiterlilerden yana çıkar. P. Schuyler Miller’in The Forgotten Man of Space (Uzayda Unutulan Adam, 1933) adlı öyküsünde dünyalı bir madenci, iyi yürekli Marslıları yağmacı dünyalılardan kurtarmak için hayatını feda eder.
Bu arada, işgal öykülerinden ayrı olarak, kimi yazarlar yapıtlarında uzaylı biyolojisinin egzotikliğini ele aldılar. Bu tür yazarların ilki metalik bir biyolojiye sahip uzaylıları ayrıntılı bir şekilde ele alan A. Merritt’tir. Bu eser biraz Rosny’nin yukarıda sözünü ettiğimiz Xipéhuz serisinin The Metal Monsters (Metal Canavarlar, 1920) adlı öyküsünü anımsatır. Merritt, The Snake Mother (Yılan Anne, 1930) adlı yapıtında biyolojik şovenizmin ötesine geçmeyi başarır. Meritt’in eserlerindeki uzaylılar Dünya kökenlidir, yine de bu eserlerdeki uzaylılar o kadar yadırgatıcıdır ki okuyucuya gerçekten de yabancı bir varlıkla karşı karşıya olduğu duygusunu verirler. Merritt’in etkisi Jack Williamson’da açıkça görülür. The Alien Intelligence (Yabancı Zeka, 1929) adlı yapıtında çok gelişmiş ve bilimde ileri gitmiş böcekler tarafından kuşatılan eski bir insan uygarlığı anlatır. The Moon Era (Ay Çağı)’da ise geçmişteki bereketli Ay topraklarında yaşayan ve bir zamanların büyük Ay uygarlığının son temsilcisi olan, sempatik uzaylıların ilk örneklerinden sayılabilecek böceksi-yılanımsı Anne anlatılır.
Kaynak: SFE