İlk amatör çeviri çalışmalarımı lise yıllarında, Shakespeare’in Macbeth’inden en etkileyici bulduğum bazı bölümleri Türkçeye çevirerek (daha doğrusu çevirmeye çalışarak) yapmıştım. Bütün gün uğraştıktan sonra okul kütüphanesine gidip çevirdiğim tiradları Sabahattin Eyüboğlu’nun Macbeth çevirisiyle karşılaştırınca başımdan aşağı kaynar sular döküldü. “İşte budur,” dedim kendime kızarak, “Sen kim, Shakespeare çevirmek kim!”
O moral bozukluğuyla bir daha manzum bir esere çevirmen gözüyle yaklaşmamaya karar verdim. Bu kararımı ancak elli yıl sonra Wilfred Owen’ın anti-militarist şiirlerini çevirmek için bozacaktım.
Ama çevirmen ruhu sinsi bir hastalık gibi içime işlemişti bir kez. Beni artık yalnız edebiyat değil, yaşamın her alanı çevirmen gözüyle ilgilendiriyordu. Dünyadaki her şeyi çeviri sürecinin nesnesi olarak görür olmuştum.
Üretim sürecinin kendisi devasa bir çeviri süreçleri yığınıydı. Malzemeler bir bileşikten başka bir bileşiğe, bir biçimden başka bir biçime, bir üründen başka bir ürüne çevriliyor, enerji durmadan ısıdan, harekete, elektriğe veya başka enerji türlerine çevrilerek iş nesneleri arasında akıyordu.
Teknoloji dediğimiz, insanoğlunun çevresindeki nesneler arasında yürüttüğü sürekli bir çeviri etkinliğinden başka bir şey değildi. Örneğin atalarımız kullanmak istedikleri bir mağaraya, girişi tıkayan bir kaya yüzünden giremiyorlardı. Mağaranın ağzını tıkayan kayayı tekrar tekrar iterek ona kalk git oradan demişlerdi. Ama kaya çok ağırdı ve onların dilinden anlamıyordu. İbadet ederek ve tanrıların anladığı dilde dualar okuyarak ilahlara yalvardılar. “Kaya bizim dilimizden anlamıyor, siz söyleyin ona kalksın gitsin,” diye. Fakat bu ilahi çevirmenler pek nazlılardı. Üstelik güzel bakirelerin kanı gibi fahiş ücretler talep etmekte üstlerine yoktu. Atalarımız baktı olmayacak, bir çeviri aracı olarak kaldıracı icat ettiler. Artık insanlar kaldıracın bir ucunu aşağı iterek onunla onun anlayacağı dilde konuşuyor, kaldıraç da atamızın dediğinin güç ve uzaklık cinsinden çevirisini yaparak öbür uca aktarıyordu. Kaldıracın öbür ucu da kayayla bu kez kayanın anladığı dilde konuşunca koskoca taş yuvarlanıp gidiyordu.
Mühendis ve zanaatkar elinin değmesini bekleyen maddi üretim altyapısının üzerinde yükselen kültürel üstyapıda ise öyküler, romanlar, günlük haberler, Marksist makaleler, mahkeme dosyaları, ihale evrakı, reklam cıngılları ve aşk mektupları hep bir çevirmenin sihirli değneğinin temasını bekliyordu.
Hayatımı çeviri yaparak kazanmayı seçtiğim günlerde teknolojinin ve bilimkurgunun büyüsünden kurtulamadığım için, o zaman maddi hayata daha yakın olduğunu düşündüğüm piyasa çevirmenliğinde karar kıldım. O yıllarda henüz çeviri okulları yoktu. Herkes alaylıydı. Olanca yıpratıcılığına rağmen yaptığım işten büyük keyif alıyordum. Kalemlerin ve klavyelerin dünyasında bana keyif veren iki şey vardı: Çeviri yapmak ve bilimkurgu okumak!
Korkulu rüyalarımdan birinde büroma ansızın bir müşterim giriyor ve beni elimde bilimkurgu kitabıyla yakalıyordu. İngiliz ortaklarıyla gireceği HES ihalesinin teknik şartnamesini endişeyle bekleyen müşterimin gözleri fal taşı gibi açılıyordu.
“Demek benim işimi yapacak yerde bu deli saçmalarını okuyorsunuz,” diyordu müşterim, “Allah bilir yaptığınız çevirileri de kafadan uyduruyorsunuzdur. Bundan sonra benden size nah çeviri işi!”
Bu rüyadan sonra işyerimde bir daha bilimkurgu okuyamayacaktım.
Piyasa çevirilerinden bir nebze olsun nefes alınca, gözümü yeniden edebiyat alanına diktim. Şiirden ağzımın payını almıştım, ama bilimkurgu niye olmasın diye düşündüm. Çok sevdiğim bir yazardan beni çok duygulandıran bir öyküyü çevirmeye karar verdim. Ray Bradbury’nin The Fog Horn adlı öyküsünü hızla çevirip bitirdim. Ray Bradbury’nin duru üslubuyla yazılmıştı ve kolay bir çeviriydi. Bittikten sonra kontrol ettim. Hatasız çevirmiş ve düzgün Türkçe kullanmıştım. Ama yine de içime sinmiyordu. Kaynak metindeki olanca duygusal ağırlık, hedef metinde buharlaşıp gitmişti. Deniz feneriyle çiftleşmek için uzaklardan gelen dinozorun umutsuz yalnızlığı ve gözlerindeki dipsiz denizler kadar derin hüzün kaynak metinde vardı ve kendini buram buram hissettiriyordu, ama hedef metinde kupkuru, takır tukur kalmıştı. Yaşayan ruhunu verebilmek için o öykünün üzerinde günlerce çalışmam gerekti. Bradbury’yi hakkıyla çevirmenin Shakespeare çevirmekten zor olduğunu işte o zaman idrak ettim.
Öbür bilimkurgu yazarları da öyle değil mi? Diğer yazarlarda belki Bradbury kadar kırılgan bir duygusallık yok, ama onlar da çevirmene kırk çeşit zorluk çıkarmaktan geri kalmıyorlar. Mühendislikten biraz olsun anlamıyorsan Arthur C. Clarke’ı nasıl çevireceksin? Kitabı Mukaddesi bilmeden Robert Heinlein dinsizi anlaşılabilir mi? Fizik, kimya, biyoloji, astronomi gibi bilim dallarını hem kaynak hem de hedef dilde bilmeden, ekonomiden, sosyolojiden, psikolojiden anlamadan herhangi bir bilimkurgu yapıtını çevirmek mümkün mü?
Sıradan bir bilimkurgu yazarının kullandığı kelime dağarcığı 28-30 bin kelimedir. Alengirli yazmayı sevenleri hiç saymıyorum. Eğer çevirenin hedef dilde kullandığı kelime dağarcığı bunun altındaysa ortaya nasıl bir sonuç çıkar dersiniz? Çok özel alanlarda çok farklı kültürlere özgü kavramlara ve sözcüklere sahip olması gerekiyor bir bilimkurgu çevirmeninin. Bence bir bilimkurgu yazarının nasıl özel bir edebiyat ve bilim kültürüne ait olması gerekiyorsa, bilimkurgu çevirmeni de aynı biçimde özel bir edebi ve bilimsel kültüre mensup olmalıdır.
Bilimkurgu yazarları sık sık kavram ve sözcük türetirler. Çevirmen gerektiğinde aynı işi hedef dilde, hedef kültürün mantığıyla yapabilmelidir. Bir de yazarın yarattığı kelimeler var. “Jaunt” (Bester) ve “Grok” (Heinlein) gibi fiiller bilimkurgucu bir çevirmen tarafından jauntlamak ve groklamak diye kolayca çevrilebilecek, ama bilimkurguya uzak bir çevirmen ıkınacak, sıkınacak ve bu gibi şeyleri çevireceğim diye kim bilir neler saçmalayacaktır.
Bir başka sorun da konuya özgü bazı kavram ve incelikleri yansıtmak için yazarın kaynak dile özgü özellikleri araç olarak kullanması, ama bu özelliklerin hedef dilde mevcut olmamasıdır. Örneğin Ann Leckie’nin dilimize Adalet diye çevrilen Ancillary Justice adlı ödüllü romanında tüm tekil üçüncü kişiler için baştan sona “she” adılı, yani dişi cinsiyet kullanılır. Yazarın amacı önce okurun “acaba herkes dişi mi?” diye meraklanmasını, sonra da Breq’in konuştuğu cinsiyet ayırımı yapılmayan Radch dilinde (dolayısıyla Breq’in düşüncesinde de) dişi toplumsal cinsiyetin varsayılan cinsiyet olduğunu ve hem dişi hem de erkek için kullanılabildiğini anlamasını sağlamaktır. Oysa okurun konuşma ve düşünce dili olan İngilizcede gender, yani cinsiyet ayırımı vardır, üstelik tekil üçüncü kişi olarak her iki cinsin de kapsanmasını gerektiren durumlarda varsayılan adıl ‘he’, yani erkek cinsiyet adılıdır. Bunun okur için yadırgatıcı olması amaçlanmıştır. Böylece Leckie okurların kendi kafalarındaki toplumsal cinsiyet kavramlarını sorgulamasını arzu etmektedir.
Bunları Türkçeye çevirmeye kalktığınız zaman durum çetrefilleşir, zira hedef dil olan Türkçede, Radch dilinde olduğu gibi dişi ve erkek üçüncü kişi ayırımı yoktur. Yazarın tekil üçüncü kişi için kullandığı ‘she’ adılının da kullanmadığı ‘he’ adılının da Türkçesi toplumsal cinsiyetten arındırılmış ‘o’ adılıdır. Bu durumda yazarın amacı olan yadırgatıcılık nasıl elde edilebilecektir?
Böyle durumlar bir çevirmenin karabasanıdır. Bu soruna bir çözüm üret ve çevir deseler, beni soğuk terler basar. Ama benim kaşarlanmış bir eski çevirmen olarak böyle dediğime aldırmayın. Baktım ki kitabın çevirmeni henüz genç ve deneyimsiz olmasına rağmen bu işin altından alnının akıyla kalkmış. Bunu görmek beni hem çevirmen hem de bilimkurgucu olarak sevindirdi.
Bilimkurgu çevirmenin zorlukları saymakla bitmez, ama eminim ki bilimkurgu tutkunu çevirmen arkadaşlarımız güçlüklere rağmen hatta güçlüklere meydan okuyarak daha nice değerli bilimkurgu eserini dilimize kazandıracaktır.
Başta da söylediğim gibi, çeviri yaparak edindiğimiz kavramlar yaşamımızın tamamında geçerlidir… Bu da hayat-ı hakikiyenin her alanını kapsar. Yakıcı bir aşkı ömür boyu bir yoldaşlığa çevirmek istiyorsak, bu işin özünde bir çeviri süreci olduğunu bilmemiz gerekir. Ya da eğer neoliberalizm dediğimiz şu gayrıtabii ideoloji ve düzeni klasik liberalizme, piyasa sosyalizmine ya da ekososyalizme çevirmek istersek, bu kez geniş bir toplumsal mücadele alanında böyle bir çevirinin araçlarını geliştirmemiz ve tabii her şeyin her şeye çevrilemeyeceği gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekecektir.
Nereden nereye geldik? Yani diyeceğim o ki, bilimkurgu okuyalım, yazalım ve çevirelim. Bir bakarsınız, hızımızı alamayıp devrim bile yapmışız, çünkü devrim dediğimiz hayallerimizin gerçeğe çevrilmesinden başka nedir ki? Haydi kolay gelsin!
Kapak görseli: Sayaka Ganz