En iyiyi tespit eden veya bulmaya çalışanlarla sürekli karşılaşıyorum. En iyiyi aramak bana göre yanlış bir derecelendirme anlayışıdır. “2016’nın en iyi filmi”, “Tüm zamanların en iyi filmi”, “En iyi aksiyon filmi” vs. Bu tarz popülist arayışlar bana hep saçma gelmiştir. Tabii sadece film değil sanata dair her konuda bu durum böyledir. “En iyiler” belki olabilir ama özellikle sanata dair en iyisini veya başka bir deyimle piramidin tepesini bulmaya çalışmanın anlamı yoktur. Belli bir dönem içerisinde farklı türlerdeki en çok seyredilen ve en çok olumlu görüşe sahip filmlere bakıp artı-eksi yönlerini tartışabilirsin ama bunlar arasından illa birisini diğerinden üstün görmek, bana göre yanlıştır.
Ülkemiz özelinde konuşursak bu eğilimin sebepleri arasında zamanında Kral TV’nin yaptığı Top 10 listeleri olabilir (hâlâ devam ediyor mu bilmiyorum). Küçükken hatırlıyorum da gerçekten heyecanla beklediğim günler oluyordu. Bilirsiniz, rekabet her zaman heyecan vericidir. Özellikle bizim insanımız böyledir, rekabet yoksa amacında olmadığını içten içe düşünür. Yapımlar aynı türde olsa bile hikâyeler, oyunculuklar, cast, atmosfer, diyaloglar vs. her şey farklıdır; dolayısıyla burada derecelendirme yapma hevesinde olmanın anlamı yoktur. Ama tabii karşılaştırma ve tartışma illa ki olacaktır. Zaten bir filmi değerlendirdiğinizde beyniniz daha önce izlediğiniz filmleri bilinçaltından çıkarıp ona göre tespitler yapmaya sizi iter.
Özgünlük Sorunu
Sinema dünyasında son yıllarda özellikle ABD kökenli olmak üzere, büyük bir özgünlük sorununun yaşandığı tartışma gerektirmez bir gerçektir. Bunun en büyük kanıtı yeni bir eğilim olarak eski dönemde çekilmiş filmlerin yeniden çevrimlerindeki artışlardır. Üstüne bir de her yıl, sanki mecburiyet varmış gibi çekilen süper kahraman filmleri eklendiğinde, resim daha net olarak ortaya çıkmaktadır. Örnek olarak bu durumu belli bir tarihle kesin olarak sınıflandırmak istersem 2007-2010 arasını gösterebilirim. Bu dönemde diğerlerinden parlayan ve sıyrılan filmler vardı elbette fakat genel duruma baktığımızda bu yılları rahatlıkla birbirine benzeyen ortalama-zayıf filmler yılı ilan edebiliriz. Asıl sorun bu durumun artık her yıl görülmeye başlamasındadır.
Maalesef dünyada her sektörde üreticiler, nitelikten ziyade pastadan pay kapmaya çalışmaktadır. Örneğin bir bölgede pizzacı iyi iş yaptığında, hemencecik etrafta pizzacı açılmaya başlanıyorsa, sinemada da uzun yıllardır bu tarz bir kabul edilmişlik vardır. Nitelikten kastım kesinlikle sıkıcı veya sırf farklı olmak için kasıntı yapılan filmler değildir. Sinemanın son yıllarındaki ve öngörülebilir geleceğindeki hâli şudur: Her türün alışılmış algoritmalarına aşırı bağımlılık.
Sinemanın Memurlaşma ve Tüccarlıkla İmtihanı
Dünyada hangi sektör olursa olsun bir memurlaşma eğilimi vardır. Bu durum insanın doğasından kaynaklanır. Memurlaşmanın altında yatan neden kolaycılıktır. Tarih boyunca kanıksanmışlıklar, her zaman insanlara kolay yoldan hayatı devam ettirecek alanlar oluşturur. İşte bu yüzdendir ki, tutan bir formül, cılkı çıkana kadar kullanılır. Seri olarak devam eden çoğu filme bakın, hemen hemen hepsinde de şikayetçi olunan şey, sonraki filmlerde ucuz aksiyona, zorlamalara ve doğal olmayan hikâye anlatılarına sahip olmasıdır. Sinemanın geleceğine ve niteliksel durumuna dair önündeki en büyük engel, işte bu memurlaşma ve tüccar kafasıdır.
Seyirci olduğu için artık her sene aynı formülü uygulayan filmlere, insanların bakışı sinemanın durumunu ve geleceğini belirleyecek olan en önemli unsurlardan biridir. Verimsiz hikâye anlatımları her filmi ele geçirmeye başlamıştır.
Bitmeyen Tüketim Aracı: Aşk
Sadece sinema için geçerli olmayan bir diğer tespitim de aşk konulu her türden yapımlardır. Yahu bu kadar da olmaz. Yani yüzyıllardır aynı olaylar aynı durumlar aynı diyaloglar üzerinden sürekli devam eden bir sektör bugüne kadar nasıl olur da hâlâ iş yapar anlamak mümkün değil.
Dünya tarihinde en çok abartılan ve sömürülen konulardan biri kesinlikle aşktır. Buradan hareketle kesin olarak belirlediğim tespitlerden biri, insanların aptallığıdır. Büyülenmişçesine sürekli aynı haltı yemek başka türlü açıklanamaz çünkü.
Süper Kahraman Filmleri ve Sıradanlıktan Kurtulma Yolları
Özellikle süper kahraman filmleri özelinde baktığımızda Christopher Nolan’ın 2005’te Batman Begins’le başlattığı rüzgâr, üretkenlik anlamında olumlu yansımışken, nitelik itibariyle tüccar kafalılar için vazgeçilemeyen sıradanlaşma gibi bir olumsuzluğa neden olmuştur. Sayısı az olsa da, bu sıradanlıktan bir nebze de olsa kurtulmak isteyen Deadpool gibi muzip, güya dalga geçici ve anti-klişe yapımlar, başarılı olsalar dahi abartılmaktan kurtulamamışlardır. Yani durum o kadar kötüdür ki, bu atmosfer içerisinde gayet sıradan olan işler dahi “çok farklı” olarak değerlendirilip abartılmaktadır.
Sıradanlıktan kurtulmak için tutunacak dallardan biri de, dramdır. Örneğin Batman v Superman filminde kısmen de olsa dram ögeleri mevcuttu. Filmi görmeden bir şey söylemek zor ama son Logan filminin fragmanından bu yöntemi deneyecekleri anlaşılıyor. Süper kahramanlar için dram formülü şu ana kadar çok fazla denenmedi. Süper kahraman filmleri için dramın fazla tercih edilir olacağını sanmıyorum. Bu formülün tutması için süper kahraman ve hikâyesinin buna uygun olması gerekmektedir. Hatta dramın süper kahramanlar için bozulmalara yol açacağı da tahmin edilebilir. Yani bir nevi tehlike oluşturabilir. Fakat tabii bu durum işin ucu çok fazla abartılırsa olabilir; yoksa bugünkü çoğu süper kahraman filminde karakterlerin geçmişleri anlatılırken dram ister istemez kullanılmaktadır. Ki böylelikle seyirci hikâyenin içerisine sokulmaya çalışılır. İçi doldurulamamış hikâyeler her zaman havada kalır.
Modalar, Eğilimler, Trendler
2015’e kadar olan döneme kadar dikkatimi çektiği şekliyle bir ABD İç Savaşı ve Abraham Lincoln konulu filmler modası vardı. Aslında bu durum büyük ihtimalle algıda seçicilikle ilgili olabilir. Sonuçta genellikle ABD kökenli filmler sektöre hâkim olduğundan dolayı ABD İç Savaşı gibi sıkça rastlamadığımız temalar farklılık olarak algılanıyor olabilir. Ki geçmişte de pek çok bu tarz film vardır. Mesela her yıl piyasadaki Western filmlerine bakıp Western modası tespiti yapmak ne kadar kolaysa Lincoln ve ABD İç Savaşı modası da aynı kolaylıkta vasat bir gözlem olabilir. Ama yine de bir dönem art arda çekilen bu konudaki filmler dikkatimi çekmişti. Son zamanlarda bir diğer dikkatimi çeken husus ise “İnsan, insanın kurdudur.” modası. Genellikle bu tarz yapımlarda konu farklı olmasına rağmen bazen açık bazen de örtülü şekilde insanın asıl düşmanın yine insan olduğu vurgulanır. Bu duruma da moda demek pek doğru olmayabilir. Eğilim desek daha doğru olabilir. Sonuçta geçmişten bugüne hemen hemen bütün filmler insanlar arası ilişkiye dayanır.
Kimileri bu ilişkileri zorlama diyaloglarla süre doldurmak için kullanırken kimileri de, insanın tüylerini diken diken edecek vuruculukta ilmek ilmek işleyerek kullanır. Bir noktadan sonra insan insanın kurdudur formülü de sıkıcılaşmaktadır. Çünkü bu formül genellikle ilk işlerde değil de, sonraki süreçlerde tercih edilir. Çünkü devam edilen serilerdeki boşluklar insan ilişkilerine dayanılarak doldurulur. Eğer üreticiler, gerçekten sırf maddiyat veya çerçeve için değil de, öz olarak insan ilişkilerine benimsiyorlarsa başarılı olurlar. Buradaki asıl sorun tembellik tehlikesidir. Şöyle ki, insanlar arasındaki ilişkilerin gerçek hayatta mutlak olarak devam etmesi, üreticileri tembelliğe iter; çünkü önlerinde hiç bitmeyen bir hazine vardır. Kendini bu tarafa doğru aşırı şekilde yaslayan tembel sinemacılar, bir yönüyle aptallıktan kurtulmak istemeyen insanlara dönüşürler. Daha önce aşk hakkında söylediklerim işte bu insan ilişkileri için de geçerlidir: Hangi türden olursa olsun insanlar arası ilişkilerde yüzyıllardır abartılmaktadır.
Bilimkurgu
Her türün başarılı örneklerini kaçırmamaya çalışan biri olarak, felsefi temeli güçlü, sorgulatan, araştırmaya teşvik eden ve başarılı gizem unsuruna sahip olan bilimkurgu filmlerinin benim açımdan her zaman ayrı bir yeri vardır. Sanıldığı gibi bu marifetleri bir araya getirmek için öyle çok uçuk bütçelere de gerek yoktur. Zaten düşük bütçeyle de başarılı bilimkurgu filmi çekilebileceğini ispat eden filmlerin kendine has bir güzelliği vardır. Örnek: The Man From Earth (2007) ve ARQ (2016).
Bilimkurgu filmleri, ağırlık verdikleri alana göre farklı bir hâle bürünebilirler. Örneğin filmi gerilim veya dramla birleştirmek, filmi teknoloji demosunun ötesine geçirip geri plandaki hikâyeyi derinleştirmek için tercih edilen yöntemlerden biridir. Bu noktada dengeli dozlar son derece önemlidir. Yoksa gerçekten gerekli olan dokunuşlar, dengesizleşirse asıl söylenmek istenenler geri plana itilmeye başlanabilir. Örneğin Interstellar filminde sürekli ön planda tutulan baba-kız ilişkileri çok tartışılmıştı. Benim açımdan o sahnelerin, teknolojik gelişmişlik veya ne kadar olağanüstü durumlar içerisinde olursa olsun insanoğlunun buhranlarının, özlemlerinin ve dolayısıyla fıtraten zayıflıklarının devam etmesini vurgulaması açısından olumlu bir tarafı vardı.
Hazırlayan: Mücahit Özdoğan