Tek Mekânda Geçen Bilimkurgu Filmleri #2

Her ne kadar bilimkurgu sineması denince akla uzay gemileri, robotlar, yeni keşfedilen gezegenler, geleceğin teknolojisiyle donatılmış şehirler, uçan arabalar, renkli kostümler, farklı makyajlar gelse de, bilimle harmanlanan bu tür yalnızca saydıklarımızla sınırlı değil. Zaten bilimkurgu türüne ait olması için bir filmin ille de uzayda geçmesi ya da yıldızlar arası seyahatler içermesi gerekmiyor.

Bilim ve kurgusu sizi tek bir mekanda da yolculuklara çıkarmayı başarıyor ve bu meydan okumayla aslında hayal gücünün ne denli derin olduğunu ispatlamış oluyor. “Tek Mekânda Geçen Bilimkurgu Filmleri” yazı dizimiz ikinci bölümüyle karşınızda…

The Thing

David Cronenberg’in The Fly’ı ile birlikte remake evreninin en başarılı işlerinden biri olan The Thing, John Carpernter’ın 1976-1982 arası o efsane döneminin son halkalarından. Üstelik bilimkurgu, korku ve paranoyayı ustaca harmanlamasının yanı sıra hem nerden ve ne şekilde çıkacağı belli olmayan ‘şey’i hem de birbirini yok etmeye hazır karakterleriyle izleyici diken üstünde tutmayı başarıyor. Bilimkurguda Altın Çağ’ı başlatan ünlü yayıncı ve editör John Campbell Jr.’ın “Who Goes There?” adlı öyküsüne dayanan film, büyük usta Ennio Morricone’nin müzikleriyle de sınıfını açıkça belli ediyor.

Güney Kutbu’nda araştırmalarını sürdüren bir grup bilim insanı, uzun zamandır buzun altında donmuş halde bekleyen tuhaf bir organizma keşfeder. Üstünde yapılan deneyler sırasında canlanan ve kayıplara karışan bu sıra dışı uzaylı yaratık, dokunduğu her şeye bürünebilen olağanüstü yeteneği yüzünden insanları da birbirine düşürmekte gecikmez. Artık kimin insan kimin yaratık olduğu gitgide bulanıklaşmaya başlayacak, ekip içi gerilim ve paranoya hat safhaya çıkacaktır.

Ex Machina

“Günün birinde yapay zekâlar dönüp bize, bugün bizim Afrika düzlüklerindeki fosillere baktığımız gibi bakacaklar. Kaba bir dil ve ilkel aletlerle toz içinde yaşayan ve nesli tükenmiş iki ayak üstünde gezen maymunlarmışız gibi…”

Dünyanın en büyük internet şirketinde yazılımcı olarak çalışan 24 yaşındaki Caleb, şirkette yapılan bir yarışmayı kazandığını öğrenir. Genç kahramanımız hem şaşkın, hem de mutludur. Ne de olsa yarışmanın büyük bir ödülü vardır: Şirketin CEO’su Nathan’ın dağ evinde bir haftalık tatil! Heyecan içindeki Caleb, patronunun gözlerden ırak evine doğru yola koyulur. Tabii eve belli bir amaç için çağırıldığından ve burada Ava adlı güzeller güzeli bir yapay zekâlı android ile karşılaşacağından haberi yoktur…

Yönetmenliğini ve senaristliğini Alex Garland‘ın üstlendiği film, Spike Jonez’un yönettiği 2013 tarihli Her filminin ardından yine yapay zekâ-insan iletişimi üzerine odaklanan başarılı bir yapım. Başrollerini ise Oscar Isaac, Domhnall Gleeson ve Alicia Vikander paylaşıyor.

The Mist

David Drayton, karısı ve oğlu Billy ile sakin bir Amerikan kasabasında yaşayan kendi halinde bir sanatçıdır. Bir gece ansızın çıkan fırtınada birçoğu gibi onun evi de hasar görür. Bunun üzerine David, oğlunu da yanına alarak kasabaya iner. Amacı tamirat için alet edevat almaktır. Ancak aniden bastırıp tüm kasabayı kaplayan gizemli sis, bir kâbusun da habercidir. Çünkü sisin içinde bir şeyler vardır. Merhametsiz, tehlikeli, ölümcül bir şeyler. Böylece David ve kasabalılar, bir süper markette mahsur kalırlar. Artık ölümle aralarındaki tek şey, kısılı kaldıkları süper marketin o ince camlarından ibarettir.

Ünlü yazar Stephen King’in aynı adlı novellasından uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda Frank Darabont oturuyor. Burnumuzun direğini sızlatan o malum finalini bir kenara koyarsak, filmin belki de en akılda kalıcı tarafı bir noktadan sonra yaratıkları geri plana itip marketin içindeki gerilime odaklanması. Zaten bir süre sonra bizi en çok neyin korkuttuğunu merak etmeye başlıyoruz: Sisin içinde pusuya yatmış canavarlar mı, yoksa markette olup bitenler mi?

ARQ

Bir laboratuvar, insanlığı kurtaracak yeni bir enerji kaynağı üzerinde çalışmaktadır. Renton ve Hannah çifti, uyandıklarında kendilerini bu laboratuvarda bulur. Bu da yetmezmiş gibi, içeriye bir anda dalan maskeli görevliler kafalarının iyice karışmasına yol açar. Çünkü ikisi de olanları hatırlamamaktadır. Ancak Renton, her uyandığında aynı olayların tekrar ettiğini keşfedecek, çok geçmeden de laboratuvarın amacını ve buraya nasıl geldiklerini bulmaya çalışacaktır…

Tony Elliott tarafından yazılıp yönetilen filmde, The Tomorrow People dizisiyle tanınan Robbie Amell ile 666 Park Avenue ve Jessica Jones dizileriyle bildiğimiz Rachael Taylor ilk kez birlikte kamera karşısına geçiyor. Groundhog Day, Edge of Tomorrow tarzı filmlerin izinden giden ARQ, işin içine tek mekân gerilimini de katarak seyirciyi markaja almaya çalışıyor.

Passengers

passengers

2016’nın öne çıkan filmlerinden Passengers, yıldızlararası yolculuğun büyüleyici ve tehlikeli doğasını gözler önüne seriyor. Işık hızının yarısı gibi yüksek bir hızla yol alan gemimiz, derin uykuya yatırılmış 5000 kişilik kafileyi uzak bir koloni gezegenine götürmektedir. Ancak 120 yıllık bu uzun yolculuğun henüz ilk safhasında, tamirci Jim Preston teknik bir arıza sonucu 90 yıl erken uyanır. Koskoca gemide bir başına kalan ve yalnızlığın dayanılmaz can sıkıntısıyla baş edemeyen kahramanımız, yazgısına birini daha ortak etmek ister. Seçtiği kişi ise genç ve güzel yazar Aurora Lane olacaktır…

Yönetmenliğini Morten Tyldum‘un, senaristliğini ise Jon Spaihts‘ın yaptığı film, karışık eleştiriler alsa da konusu ve oyuncu kadrosuyla dikkat çekmeyi başardı. Zira başrollerinde, günümüzün iki popüler oyuncusu olan Jennifer Lawrence ve Chris Pratt yer alıyor. Öteden beri alışık olduğumuz kırık dökük uzay gemisi konseptinin aksine, bizlere lüks ve şatafatlı bir gemi modeli hediye eden Passengers, özellikle uzayda romantizmden hoşlananlara önerilir.

The Divide

Frontieres ve Hitman gibi filmlerle tanınan Fransız yönetmen Xavier Gens’in yönettiği The Divide, nükleer saldırı altındaki New York görüntüleri eşliğinde açılıyor. Ancak daha sonra nükleer saldırı mevzusu, belli belirsiz bir bölüm dışında tamamen bir kenara itiliyor ve devreye sekiz kişinin bir apartman dairesinde kapalı kalışı giriyor. Dışarı çıkışın mümkün olmadığı anlaşılınca da insan ruhunun o karanlık tarafı hortlamakta gecikmiyor. Buradan sonrası ise aslında pek çok örneğini izlediğimiz kapalı alan geriliminden fazlası değil.

Buna rağmen Xavier Gens’in atmosfer yaratmadaki becerisi, izleyiciyi filmin içine kolayca almasını ve her an diken üstünde tutan bir atmosfer yaratmasını sağlıyor. Şiddet ve işkence bölümleri biraz fazla kaçıp filmi istismar sularına yakınlaştırsa da, farklı sayılacak bir finalle film yeniden toparlanıyor ve eli yüzü düzgün hale gelmeyi başarıyor. Hedeflediği şekilde gergin ve huzursuz edici bir atmosfer yaratan filmin sürprizlerinden biri de kariyerindeki düşüşe paralel olarak bir “düşmüş melek” rolüyle karşımıza çıkan Rosanna Arquette

I am Mother

İnsan nüfusu yok olmuştur, ancak devreye Anne Robot girer ve içinde bulunduğu tesiste yer alan binlerce embriyo ile insan türünü tekrar hayata döndürmek için çalışmalara başlar. Anne, ilk olarak tek bir embriyo ile işe koyulur ve bir kız bebeği var ederek kendi ebeveynlik tarzını da geliştirmeye girişir. Ne var ki ergenliğe giren kızın daha fazla soru sorması, bildiği ortamın dışında nelerin olduğunu merak etmesiyle durumlar gitgide karışmaya başlar. Dahası çıkıp gelen gizemli bir kadın, Anne Robot ile genç kızın arasındaki ilişkiyi bozacaktır. Çünkü dünya ile ilgili genç kıza söylenmeyen birtakım haberler getirmiştir…

Filmde gizemli kadını Million Dollar Baby ve Boys Don’t Cry filmleriyle iki kez Oscar kazanan Hilary Swank canlandırıyor. Genç kız rolünde Clara Rugaard-Larsen de başarılı bir performans sergiliyor. Anne Robot’a sesiyle hayat veren kişi ise Rose Byrne’dan başkası değil. I Am Mother, Grant Sputore’nin ilk uzun metrajlı filmi.

Uncanny

Yapay zekâ da kıskanır mı dersiniz? Yönetmenliğini Matthew Leutwyler’ın, senaristliğini ise Shahin Chandrasoma’nın üstlendiği Uncanny’e göre cevap evet. Bilim adamı David tarafından bir yüksek teknoloji laboratuvarında üretilen dünyanın en kusursuz yapay zekâlı androidi Adam, kendisini dünyaya tanıtmak isteyen güzel muhabir Joy’a abayı yakar. Ne var ki Adam, Joy’un David ile yakınlaşmasını hazmedemez. Artık kıskançlık, sinir ve cinsel istek gibi insana dair birtakım davranış örüntüleri geliştirmeye başlamıştır.

Uncanny için Ex Machina’nın erkek robotlu versiyonu da diyebiliriz. Düşük bütçe handikabını senaryo ve oyunculuklarla aşmaya çalışsa da, ne yazık ki muadillerinden sıyrılmayı başardığı pek de söylenemez. Oyuncu kadrosunda Mark Webber, Lucy Griffiths, David Clayton Rogers, Rainn Wilson gibi isimler yer alıyor.

Silent Running

Douglas Trumbull’ın yönettiği Silent Running, gelecekte doğayı ve dolayısıyla da insanlığı bekleyen tehlikeye işaret eden başarılı bir 70’ler bilimkurgusu. Dünya’yı yaşanmaz hale getiren insan, ağaçları ve hayvanları uzaya gönderdiği gemilerde yaşatmaya çalışmaktadır. Bir gün Dünya’nın yine ormanlarla kaplanacağını, insanın yapay gıdalar yerine yine kendi eliyle yetiştirdiklerini yiyeceğini ve yeniden mavi gökyüzünün altında yaşanacağını hayal eden Freeman Lowell, bu gemilerdeki en çalışkan kişidir. Arkadaşları vakitlerini boşa harcarken, o bitkilerle ilgilenir, ekip biçer ve tüm zamanını yeşilin içinde geçirir. Ancak bir gün, sahip oldukları ormanları yok edip Dünya’ya dönme emri gelir. Tabii Lowell bu emre karşı çıkar ve kendi küçük dünyasını kurtarmak için işe koyulur.

Ağır aksak ilerlemesine ve izlerken sürekli bir şeylerin eksik olduğu hissi vermesine rağmen duru mesajları, yaratıcı fikirleri ve insan doğasına dair söyledikleriyle izlenmeyi hak eden bir film Silent Running. Sinemanın ünlü isimlerinden Duncan Jones’un hayranlığını kazanması boşuna değil anlayacağınız. Zaten bu hayranlığının bir göstergesi olarak, yönettiği Moon filminde Silent Running’e selam çakmaktan kendini alamamıştı.

Fantastic Voyage

Hikâyemiz soğuk savaş döneminde geçiyor. Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği, her anlamda birbirine karşı üstünlük kurma mücadelesi içindedir. Bu mücadelenin en önemli ayaklarından biri de hiç kuşkusuz teknolojidir. İki taraf da yakın zaman önce keşfedilen minyatürleşme ya da nesneleri küçültme teknolojisini bir adım öteye taşıyabilme derdindedir. Zira bu teknoloji sayesinde koskoca orduları küçültüp bir kibrit kutusuna sığdırmak bile mümkündür. Keşfin stratejik önemi çok büyük olmasına karşın bir sorun hala aşılabilmiş değildir: Küçültülen nesneler bu boyutlarda en fazla bir saat tutulabilmekte, sonrasında eski boyutlarına dönmektedir.

İşte tam da bu noktada devreye hikâyemizin dahi bilim insanı Jan Benes girer. Nasıl başardığını kimse bilmese de, bir saat sınırını bertaraf etmenin bir yolunu bulmuştur. Ne var ki bilgisini ABD ile paylaşmaya karar veren Jan Benes, Sovyet ajanlarının suikastına uğrayarak komaya girer. Bunun üzerine yetkililer, riskli bir karara imza atarak Dr. Benes’in beynindeki kan pıhtısını içerden yok etmeyi planlar. Bu iş için oluşturulan ekibin görevi son derece açıktır: Proteus adlı bir denizaltıyla birlikte küçültülerek Benes’in vücuduna şırınga edilecekler, ardından vücut içinde yol alıp beyne ulaşacak ve bir lazer yardımıyla kan pıhtısını ortadan kaldıracaklardır. Tabii tehlike, macera ve umut dolu bu yolculukta, kader içlerindeki kahramanları ve hainleri birbirinden ayıracaktır. Isaac Asimov tarafından Kan Damarlarında Yolculuk adıyla da romanlaştırılan film, pek çok bilimsel hata barındırmasına rağmen hem biyolojinin görkemini hem de içimizde taşıdığımız sonsuzluğu başarıyla aktarıyor.

Önceki Sonraki

Yazar: İsmail Yamanol

Amatör bir düş gezgini, saplantılı bir bilimkurgu hayranı. Kuruculuğunu ve genel yayın yönetmenliğini üstelendiği Bilimkurgu Kulübü'nde at koşturmayı sürdürüyor.

İlginizi Çekebilir

dark kapak

Dark’ın Mitolojik ve Ezoterik Şifreleri

Dark dizisinde mitolojiye, kutsal kitaplara ve ezoterizme pek çok atıf var. Ezoterizm denince ilk akla …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin