David Pastor ve Àlex Pastor kardeşlerin yazıp yönettiği The Last Days, kıyamet sonrası bilimkurgu filmlerine oldukça farklı bir pencereden bakmayı başarıyor. Filmin tamamında izleyicileri kuşatan agorafobi (açık alan korkusu) ve klostrofobi (kapalı alan korkusu) tüyleri diken diken ederken, iki usta karakter olan Quim Gutiérrez (Marc) ve Jose Coronado (Enrique) performanslarıyla hikâyeyi anlaşılır ve inandırıcı kılıyor.
Özel bir şirketin güvenlik protokolünden sorumlu olan Marc, iş yerindeki zorlu çalışma koşullarından bunaldığı bir dönemde sokağa çıkamayan insanların varlığını ilk olarak haberlerden öğreniyor. Film boyunca sık sık geri dönüş kesitlerine şahit olurken, Marc’ın ve sert kişilik yapısıyla dikkat çeken insan kaynakları müdürü Enrique’nin öyküsüyle de böylece tanışmış oluyoruz. Enrique için vahşi kapitalizmin vücut bulmuş hali diyebiliriz. “Terminatör” ismiyle anılan Enrique, çalışanların korkulu rüyası.
İlk olarak komşusunun bu hastalığa yakalandığını ve evinden dışarı adım atamadığını öğrenen Marc, sonrasında bir ofis çalışanının da benzer nedenlerle iş yerinde yaşadığını öğreniyor. Ki o güne kadar bu çalışan, her gün aynı takım elbiseyle dolaşmasından ve pis kokmasından dolayı alay konusu oluyordu. Bu kişiler arası iletişim eksikliğine benzer durum bizim ülkemizde de yaşanır mı dersiniz? Ülkemize hâkim kültürde bir çalışanın bunca zaman kıyafet değiştirmemesi ya da iş yerinde saklanması neredeyse imkânsız. Bu yönüyle filmi farklı bir kültür penceresinden izlemek daha doğru olacaktır.
Ofis çalışanının zorla bina dışına çıkarılması ile birlikte gerçekleşen ölüm, en başta Marc’ı derinden sarsıyor. O güne kadar şehir efsanesi olan agorafobik ölümler ile yüzleşmek zorunda kalan insanlar artık tedirgin olmak için yeterince nedene de sahip oluyor. Eh tabii senaryodaki pürüzler de filmle birlikte artmaya başlıyor. Örneğin virüsün insanlara nasıl etki ettiğine ya da nasıl bulaştığına dair net bir bilgiyle karşılaşmıyoruz. Aynı şekilde, salgının ne kadar süreyle etkili olacağına yönelik de bir bulguya rastlamıyoruz. Senaryo bu sorulardan ziyade, Marc ve Enrique ikilisinin hayatta kalma mücadelesine odaklanmamızı istiyor.
Sonrasında Marc, kendisine yardım etmesi konusunda Enrique’yu ikna etmeyi başarıyor ve birlikte Barselona’daki yer altı tünel ve metro hatları boyunca ilerlemeye koyuluyorlar. Marc’ın tek bir hedefi var, o da sevgilisi Marta Etura (Julia)’ya ulaşmak. Yol boyunca izlediğimiz sahneler bir kıyamet sonrası filme yakışır ölçüde iyi hazırlanmış. Kapalı alanlara sıkışıp kalmış insanların güçlü olmaya ve hayatta kalmaya çalışmaları adalet kavramının da çöküşüne işaret ediyor. Çabucak kolonileşen gruplar rahatlıkla kendi bölgelerinde alan hâkimiyeti ilan edebilmiş. Küçük gruplar ve yalnızlar ise hayatta kalabilmek için daha fazla şansa ihtiyaç duyuyor.
Toplum ve medeniyet olgularını bir kenara koyup zayıflar üzerinden yükselen yeni bir kültür doğmuştur: Yağma. Açık alanın ölümcül etkisi insanları kapalı yerlerde tutarken, bu kez de kapalı alanın yarattığı huzur bozucu gerginliğe takılıp kalıyoruz. Alışveriş kültürüyle yetişmiş bir neslin fareler gibi tünellerde yaşaması elbette kaosu ve krizi beraberinde getiriyor. Bu gerginliğin içinde Marc ve Enrique zoraki bir arkadaşlık ile başlatıyor yolculuklarını. Enrique, babasını bulmak istiyor, Marc da sevgilisini. İkili çeşitli tüneller vasıtasıyla sayısız tehlike atlatıyor. Film boyunca Marc, sevgilisi Julia’yı düşünüyor ve ilginçtir ki sevgilisi onun düşlerine her zaman doğanın renkleri ile geliyor. Geçtikleri yollar karanlık, pis ve tehlikeli. Marc’ın ceset görmeye alışamaması da dikkat çekici. Film, ikilinin mücadelesini gerçekçi sınırlar içerisinde sunuyor. Abartılı dövüş gösterileri ya da emsal filmlerde sıkça karşılaştığımız süper güçlü karakterlere rastlamıyoruz. Hedefleri olan iki sıradan kişiyi izliyoruz.
Film bize doğrudan bir amaç vermiyor. Bir yanardağ patlamasının sebep olduğu düşünülen bu virüsün insanlarda açık alan korkusuna bağlı panik atak yaşattığı ve nihayetinde ölümle sonuçlandığı söyleniyor. Dikkatle izlenildiğinde özellikle sahnelenen mekânların doğadan tamamen kopuk olduğu görülüyor. Bu noktada alt metin olarak kabul edilebilecek çıkarımlar bulmak mümkün. İnsanın kendisini doğadan ayrıştırdığı ya da onunla arasına yüksek duvarlar ördüğü öngörülebilir. Tek başına yeterli olmasa da, doğanın kendisini onarması ile kıyametten sonra doğan yeni nesil çocukların bu panik durumundan etkilenmeyişleri ve dışarıda rahatlıkla gezebilmeleri ise özellikle vurgulanıyor. Ki bu çocuklar avcı-toplayıcı toplumun da ilk örnekleri gibi görünüyor. Bir nevi doğa insanlığın yarattığı bu aykırı dünyayı insanlara mezar yaparak doğayla barışık yepyeni bir neslin türemesini istiyor gibi.
The Last Days, bilinen kıyamet sonrası filmlerde gördüğümüz güçlü aksiyon sahnelerine sahip değil. Filmi daha ziyade, yok oluşu birkaç kişi üzerinden ele alan ve daha çok dramatik yapılarla bezenmiş bir bilimkurgu olarak görebiliriz. Zaten kapalı alanlara sıkışıp kalmalarıyla birlikte, Quim Gutiérrez ve Jose Coronado ikilisinin samimi oyunculukları filmi sonuna kadar izlettiriyor.