riems

Dünyanın En Tehlikeli Adalarından Biri: Riems

Masmavi su, minik kulübeler ve rüzgârda hafifçe sallanan yeşil sazlıklar…

Baltık Denizi’ndeki küçük bir Alman adası olan Riems‘e uğrayan gezginler, burayı bir tatil yeri sanabilir. Ancak adanın içine doğru biraz daha yürürseniz bir anda yüksek duvarlar ve dikenli tellerle karşılaşıyorsunuz. Üstelik bu engellerin arkasında, dünyanın en tehlikeli araştırma tesislerinden biri var. Almanya’nın kuzey doğusundaki 1,3 kilometre uzunluğunda bir ada olan Riems, virüsler hakkında bilgi toplamak ve yeni ilaçların geliştirilmesine yardımcı olmak amacıyla yüz yıl önce kurulan Friedrich Loeffer Enstitüsü‘ne ev sahipliği yapıyor ve Almanya’nın en tehlikeli adası olarak kötü bir şöhrete sahip.

Adadaki enstitünün Avrupa kıtasında başka bir benzeri yok ve dünyada büyük hayvanlar üzerinde araştırma yapan sadece üç tesisten biri… Adada seksen farklı hayvan hastalığı üzerinde araştırmalar yürütülüyor. Bu hastalıklar arasında çok tehlikeli olanlar da var. Hatta bu mikropların tesisten kaçması durumunda ölümcül salgınlar bile meydana gelebilir. Elbette böyle bir olaya izin verilemez. Bu nedenle adada güvenlik seviyesi en yüksek derece olan S4… Karaya bir köprü ile bağlı olan adada güvenlik seviyesi 1 ve burada enstitünün ofis bölümü karşılıyor bizi. Ama asıl tehlike arka taraftaki laboratuvar bölgesinde başlıyor. Bir tünelle geçilen laboratuvar bölgesinden ileri doğru gidildikçe güvenlik seviyesi daha da artıyor ve en uçta 4’e ulaşıyor.

Kısmen yer altında olan laboratuvarı ziyaret etmek isteyenlerin özel izin alması, koruyucu giysiler giyip sterilize olması gerekiyor. Bunun nedeni, enstitüde kuş gribi, şap hastalığı, ebola ve deli dana dâhil olmak üzere son derece tehlikeli virüsler ve bakteriler yetiştirilmesi… Tüneli geçişte karşımıza 2. seviye güvenlik bölgesi çıkıyor. Burada kuduz gibi virüsler bulunduruluyor. Bunlar ya insana bulaşmayan türde ya da ölü virüsler… Burası nispeten güvenli bir bölge sayılabilir; yani maske ya da özel kıyafet giymeyi gerektirecek kadar tehlikeli değil… Bulaşma riski mevcutsa da bu risk çok yüksek sayılmaz.

Asıl tehlike 3. ve 4. güvenlik düzeylerinde başlıyor; çünkü bu laboratuvarlarda insana bulaşabilecek canlı virüsler inceleniyor. 4. güvenlik düzeyinde tehlike o kadar artıyor ki, burada çalışan araştırmacılar astronot kıyafetine benzer özel kıyafetler giymek zorunda. Laboratuvarlarda ebola gibi gerçekten tehlikeli virüsler inceleniyor, üstelik bu virüsler canlı olarak tutuluyor… Tabii bulaş riskine karşı alınan önlemler de aynı derecede yüksek oluyor… Örneğin, laboratuvar odaları normal hava basıncından daha düşük, böylece virüsler kıyafetlere sızamıyor. Odaya hava sızdırmaz kıyafetlerinizle girdiğinizde, kıyafetleriniz bir balon gibi şişiyor ve bölmelerden birinin kapısı yanlışlıkla açılsa bile içerdeki hava dışarı çıkamıyor, tam tersine dışarıdaki hava içeri hücum ediyor, çünkü hava hareketi her zaman yüksek basınçlı alandan düşük basınçlı alana doğrudur… Yani laboratuvarların içinde bulunan virüsler delik ve çatlaklardan sızıntı yaparak hava yoluyla dışarı kaçamaz. Aynı şey araştırmacıların giydiği özel kıyafetler için de geçerli. Bu kıyafetler basınçlı olduğu için laboratuvarın havası giysilerin içine sızamıyor. Bu da ekstra bir güvenlik önlemi sağlıyor. Kısacası, normal şartlarda kıyafetlerin içine virüs sızması pek olası görünmüyor.

Tabii bu güvenlik önlemleri yeterli değil. Ayrıca araştırmacılar, oksijeni özel kıyafetlerine bağlı borulardan alıyor, laboratuvarın havasını solumuyor. Bölmelere verilen ve bölmelerden dışarı alınan hava ile su, gelişmiş filtrelerden geçirilerek sürekli olarak temizleniyor.

Alınan bütün önlemlere rağmen, 4. seviye güvenlik bölümü orada çalışan araştırmacılar için her zaman belli bir risk barındırıyor. Yani burada görev yapmak biraz cesaret gerektiriyor. S4’te insanlar için ölümcül tehlike oluşturan ebola gibi virüsler bulunduğunu söylemiştik. Ancak laboratuvarlar yerin altında inşa edilmemiş. Hatta dışarıdan, pencerelerin arkasından laboratuvarların içini görmek mümkün. Bu durum biraz tuhaf görünse de, yetkililer güvenlik önlemlerinin oldukça yüksek olduğu konusunda garanti veriyor. Ayrıca laboratuvarları yerin altına inşa etmenin de belli riskleri var, ne de olsa burası bir ada; yani belli bir derinlikten sonra zemin deniz seviyesinin altında olduğu için kazılan çukurlar su ile dolacaktır. Ada yerine bir dağın altı kullanılabilirdi, o zaman da ana kara ile bağlantıyı kesmek imkânsız olurdu. Ayrıca yer altı suları aracılığı ile bulaş riski de artardı.

Günümüzde iklim değişikliği ve küreselleşme, hastalıkların ilerlemesini sağlayan faktörler arasında en başta yer alıyor. Okyanusları turlayan gemiler, bir yerden aldığı deniz suyunu içinde yaşayan canlılarla birlikte yabancı bölgelere taşıyor. Dünyanın herhangi bir yerinde hayvan ya da insanlara bulaşan hastalıklar, dünyanın başka bir bölgesine kolayca yayılabiliyor. Sivrisinekler tarafından yayılan Batı Nil Virüsü ve Borna gibi hastalıkların yarattığı tehlikeler hâlâ hafızalarda. Geçen yıllarda Covid-19 pandemisi, tüm dünyayı sarsarak sağlık, eğitim, günlük yaşam, ticaret, turizm ve üretim alanlarında dünya ekonomisine ve sağlığına ciddi bir darbe indirmişti.

En yüksek biyogüvenlik koşullarında çalışan Riems Adası’ndaki enstitünün birinci amacı hayvanları ölümcül hastalıklardan korumak olsa da, hastalıkların insanlar üzerindeki etkisi de yakından inceleniyor. Bu nedenle hastalık yapan patojenlerin yayılma yolları hakkında fikir edinmek için burada çeşitli araştırmalar yapılıyor. Örneğin, 2007’den itibaren Avrupa’ya Gürcistan ve Rusya üzerinden giren, oradan Polonya ve Belçika’ya doğru yayılan domuz vebası üzerinde ciddi çalışmalar yürütülüyor. Böylece hastalığın yayılma yolları, bulaşıcılık oranı, tehlikeleri ve nasıl bertaraf edileceği konusunda bilgi toplanıyor. Afrika Domuz Vebasına neden olan virüs zorlu ve kurnaz bir düşman… Evcil hayvanlar üzerinde hastalık kontrol altına alınsa bile, yaban domuzları aracılığıyla Avrupa’nın birçok ülkesine ulaşabiliyor. Virüs, iri yapılı ve bir savaş gemisi kadar güçlü silahlarla donatılmış olduğundan hayvanların bağışıklık sistemini atlatabiliyor. Bu virüsle savaşmak enstitünün görevleri arasında. Virüse karşı bir aşı oluşturulmaya çalışılıyor ve bu amaçla da genetiği değiştirilmiş virüsler kullanıyorlar. Şu ana kadar geliştirilen aşının umut verici olduğu da kanıtlandı.

Rims Adası’nın tarihi, başka bir hayvan hastalığıyla bağlantılı. 19. yüzyılın sonunda, Alman çiftliklerine ölümcül bir bela musallat olmuştu. Yüz binlerce hayvanı telef eden şap hastalığıydı bu… Nedeni bilinmiyordu. 1897’de, o zamanki Prusya hükümeti virolog Friedrich Loeffler‘i hastalığı araştırmak için görevlendirdi. Loeffler, Berlin demiryolunun altına barakalar kurdu ve deneylere başladı. Başlangıçta Loeffler ve meslektaşları, hastalığa bir bakterinin neden olduğu fikrindeydi. Ancak kısa süre sonra hastalığın, bakterilerin geçemediği filtrelerden geçebildiğini keşfettiler. Bu nedenle patojenin bakteriden çok daha küçük olması gerektiği sonucuna vardılar. Daha önce bilinmeyen bir mikrop türü keşfetmişlerdi: Virüsleri! Bakterilerden çok daha küçük ve onları öldüren ilaçlardan etkilenmeyen yeni bir yaşam formuydu bu.

Loeffler, şap hastalığına bir çare bulmayı hedefliyordu. Deneylerine Greifswald’da, şehrin dışındaki bir çiftlikte devam etmeye karar verdi. Ancak hastalık komşu çiftliklere yayılınca hükümet araştırmayı durdurdu. Loeffler’in, deneylerini riske girmeden yapabileceği bir yere ihtiyacı vardı: Böylece laboratuvarını Riems Adası’na taşıdı. 1910 yılında laboratuvar binaları ve ahırlar kurdu. Yalnızca tekneyle ulaşılabilen yeni enstitü koruma altına alındı. Böylece Friedrich Loeffler, dünyanın ilk virolojik araştırma enstitüsüne imza atarak tarihe geçti. 1915’teki ölümüne dek de buradaki çalışmalarını sürdürdü.

1920’lerde hayvan barınakları, yeni laboratuvarlar ve yaşam alanları eklenen enstitü, iyice büyüyerek 89 laboratuvar ve 163 ahırdan oluşan bir tesise dönüştü. 1930’larda hayvanlara bulaşan diğer virüsler de araştırmalara dâhil edildi. Bunlar arasında kuş gribi, klasik domuz vebası ve kuduz da vardı. Şap hastalığına karşı ilk aşı 1930’ların sonunda geldi. Almanya’da otuz yılı aşkın süredir herhangi bir vaka görülmedi. Komşu Fransa’da ise en son salgın 2001’de ortaya çıktı. Günümüzde enstitüdeki araştırmacılar, insanlardan hayvanlara ve hayvanlardan insanlara bulaşabilen “zoonozlar” ile özellikle ilgileniyor. Bunlar arasında sıtma, tenya, kuduz ve veba var. Ne de olsa, bulaşıcı hastalıkların neredeyse üçte ikisi hayvanlardan insanlara bulaşıyor.

Kısa süre önce, enstitüde hayvanların Covid-19’dan etkilenip etkilenmediği konusunda da bir araştırma yürütüldü. Bu çalışmaların sonuçları, meyve yarasalarının ve gelinciklerin Covid-19 enfeksiyonuna duyarlı olduğunu gösterdi. Gelinciklerin duyarlılığı, insan popülasyonlarında hastalığı önlemek ve kontrol etmek için acilen ihtiyaç duyulan aşıları ve ilaçları test etmek için iyi bir kobay olarak kullanılabileceği anlamına geliyordu. Ayrıca, domuz ve tavukların covid-19 enfeksiyonuna karşı duyarlı olmadığı da bulundu. Bu bulguların, gıda üretimi ve dağıtımı açısından önemli etkileri oldu.

Zoonozlar insanlar için büyük bir tehdit oluşturuyor. Sıtmadan kuduza kadar, insanların kaptığı tüm bulaşıcı hastalıkların yaklaşık yüzde 60’ını oluşturuyorlar ve Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri, insanlar arasında ortaya çıkan her dört yeni bulaşıcı hastalıktan üçünün hayvanlardan yayıldığını tahmin ediyor. Ancak bu hastalıkların hayvanlar için oluşturduğu tehditleri de araştırmak zorundayız. Çünkü günümüzde evcil hayvanların sayısında büyük bir artış söz konusu. Örneğin 1990’ların sonunda Malezya’da Nipah virüsü patlak verdiğinde, günümüze kıyasla az insan ölmüştü ama virüsü yok etmek için beş milyon domuzun katledilmesi gerekmişti.

Araştırmacıların söylediğine göre, bir zoonoz hastalık gerçekten tahmin edilemiyor. Bazı virüsler başarılı oluyor, çünkü konakçılarını öldürmüyor. Bu nedenle de insandan insana daha hızlı bulaşabiliyor.

Öyle ya da böyle, günümüzde besin olarak kullandığımız milyonlarca hayvana sahibiz. Ayrıca, doğal yaşamın sınırlarını da giderek daha fazla ihlal ediyoruz. Bu durum, salgın hastalık araştırmalarını daha da önemli hale getiriyor. En son covid-19 salgınında bu araştırmaların önemi daha da anlaşıldı. Riems Adası gibi tesislerde risk alarak araştırmalarına devam eden bilim insanları sayesinde yeni aşılar geliştirebiliyor ve hastalıklar konusundaki bilgimizi arttırabiliyoruz.

Belki de bu tür tesislerden korkmak yerine onların önemini kavramamız daha iyi olacaktır.

Yazar: Sinan İpek

Yazar, çizer, düşünür, öğrenir ve öğretmeye çalışır. Temel ilgi alanı Bilimkurgu yazarlığıdır. Bunun dışında Matematik, bilim, teknoloji, Astronomi, Fizik, Suluboya Resim, sanat, Edebiyat gibi konulara ilgisi vardır. Ara sıra sentezlediklerini yazı halinde evrene yollar. ODTÜ Matematik Bölümü mezunudur ve aşağıdaki başarılarıyla gurur duyar:TBD Bilimkurgu Öykü yarışmasında iki kez birincilik, 2. Engelliler Öykü yarışmasında birincilik, Ya Sonra Öykü Yarışması'nda finalist, Mimarlık Öyküleri Yarışması'nda finalist, 44. Antalya Altın Portakal Belgesel Film Yarışmasında finalist. Ithaki yayınları Pangea serisinin 5. üyesi "Beyin Kırıcı" adlı bir romanı var.

İlginizi Çekebilir

Cheyenne Stargate

Stargate Komutanlığı ve Cheyenne Dağı Askeri Kompleksi

1994 yapımı Stargate filminde ve devam dizisi Stargate: SG-1‘da karşımıza çıkan Stargate Komutanlığı, izleyenlerin zihninde …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin