Pek çok araştırmacı bu sorunun cevabını farklı kaynaklarda aradı. Bunlardan bazıları: Gezi yazıları, ütopyalar, distopyalar, fantastik ve gotik edebiyat… Oysa bugün “Bilimkurgu nedir?” sorusu kolayca cevaplanabilir nitelikte. Bu karmaşanın en temel sebeplerinden biri; bilimkurgunun yeni bir tür olarak kendini ilk önce edebiyatta göstermesine rağmen, sinemanın doğuşuyla popüler bir kimlik kazanmasıdır. Sinema tarihi 1895’te Lumière Kardeşler ile başlamış ve Georges Mélliès’in 1902 tarihli Aya Yolculuk’u (le Voyage dans la Lune) ortak bir eğilimle ilk bilimkurgu filmi kabul edilmiştir. Gerçekten de tür, XX. yüzyılın ilk yıllarından başlayarak (özellikle Amerika’da) büyük bir gelişim göstermiş ve 1950’li yıllarda altın çağını yaşamıştır. Metropolis (1927), Destination Moon (1950), 2001: A Space Odyssey (1968), Star Wars (1977), Back to the Future (1985) gibi pek çok film, sinema tarihi kültleri arasında yerini kolaylıkla almıştır. Edebiyatta ilk Amerikan örnek ise; 1911 yılında Modern Electrics adlı bir dergide yayınlanan Ralph 124 C 41-2660 Yılının Romanı adlı yapıttır. Kitabın yazarı Hugo Gernsback daha sonra Amerikan bilimkurgunun babası sayılmış, adına “Hugo Armağanı” da verilmiştir. Science-fiction sözcüğünü ilk ortaya atan yazar da Gernsback olmuştur. 1927 yılında Amazing Stories (Şaşırtıcı Öyküler) dergisini çıkarmış ve burada tüm olarak bilimkurgu öyküleri yayımlamıştır.[1] Buna karşın, dünya edebiyat tarihindeki ilk eser meselesi hala tartışmalıdır. Köken olarak seçilen her örnekte türün tarihçesi değişmekte ve XIX. yüzyıla kadarki süreçte bir bilgi kirliliğini de beraberinde getirmektedir.
Bu durumda önce tanımlara bakmak gerekir: Yazar Robert A. Heinlein, bilimkurguyu geçmiş ve günümüze ait dünya bilgisine dayanarak bilimsel yöntemler ışığında geleceğin olayları üzerine yapılan gerçekçi tahminler olarak görür.[2] Michel Butor “Bilimkurgu, bilimin izin verdiği oranda mümkün olabilecek olanı kullanan bir yazındır, gerçekçilikle sınırlandırılmış bir düşçülüktür,” der.[3] Sosyolog William S. Bainbridge türü, okurların kabul veya reddedebilecekleri başka bakış açıları ve egzotik bilgi sunan bir fikirler edebiyatı olarak değerlendirirken,[4] edebiyat eleştirmeni Darko Suvin ise; “gerekli ve yeterli koşulları yabancılaşma ile bilişimin etkileşimi, ana maddesi ise; yazarın ampirik ortamına alternatif, yaratıcı bir çerçeve olan edebi tür veya sözel yapı”[5] tanımını getirir.[6] Son olarak, bilim-kurgu sözcüğünü Türkçe’ye kazandıran[7] Orhan Duru, yazar Kingley Amis’in görüşlerine dayanarak; “bilim ve teknik alanda yeni buluşlara ya da varsayımlara, giderek bunların kurgusal yollarla ileri götürülmüş biçimlerine dayanan bir durumu ele alır ve bu durum üzerine kurar öyküsünü” açıklamasını yapar.[8] O zaman, bilimkurguyu kabaca iki temel unsura oturtabiliriz: 1. Ham maddesi bilimdir. 2. Amacı; okuyucuyu gelecek üzerine düşündürmektir. Yukarıdaki tanımlar ve temel unsurlar ışığında bilimkurgunun kökeni, M.S. II. yüzyıla kadar uzanabilir.
Araştırmacılar tarafından üzerinde durulan pek çok eser var. Bunlardan öne çıkanlar kronolojik olarak: Samsatlı[9] Lukianos’un[10] Herodotos ve Homeros’u hicvetmek için yazdığı “Gerçekmiş Gibi Sunulmuş Yüz Olay” antolojisinde yer alan “Gerçek Öykü”, 1515 Thomas More “Ütopya” (Utopia), 1627 Francis Bacon “Yeni Atlantis” (New Atlantis), 1634 Kepler “Somnium”, 1638 İngiliz Papazı Badwin’in “Ayda İnsan” (Man in the moon, or discourse of a voyage thither by Domingo Gonzales) betiği, 1650 Cyrano de Bergerac “Ay Devletleri ve İmparatorlukları” (L’Autre Monde ou Les États et Empires de la Lune), 1726 Jonathan Swift “Gulliver’in Gezileri” (Gulliver’s Travels), 1752 Voltaire “Migromegas”, 1830 Mary Shelly “Frankenstein ya da Modern Prometheus” (Frankenstein; or, The Modern Prometheus), 1870 Jules Verne “Denizler Altında 20000 Fersah” (Vingt mille lieues sous les mers: Tour du monde sous-marin), 1895 H.G. Wells “Zaman Makinesi” (The Time Machine).
Öyleyse başlangıçta da değindiğimiz dört yazın türünü yeniden anımsayalım ve bilimkurgu tarihinin bu türler üzerine kurulma eğiliminde olduğunu yineleyelim. Kısa bir literatür taraması yaparak bir fikir edinmeye çalışalım. Ütopya ile başlayalım. ‘Utopia‘ kavramı ilk defa, Thomas More‘un 1516 yılında yazdığı, kurgusal bir adada bulunan Utopia isimli ‘ideal’ bir kent devletini anlatan, Libellus vere aureus nec minus salutaris quam festivus de optimo reip [ublicae] statu, deq [ue] noua Insula Vtopia (kısaca Bir Ulusun En İyi Devleti ve Yeni Utopia Adası Üzerine) isimli eserinde ortaya çıkmıştır.[11] Kavramsal olarak yokülke, güzelülke, düşülke gibi anlamları karşılayan ütopya, yazarın mevcut olana karşı alternatif bir toplumsal tasarım yapma düşüncesinden yola çıkarak eserinde ele aldığı estetik bir konudur.[12] Ütopyayı hazırlayan şartları Firdevs Canbaz Yumuşak kısaca şöyle aktarıyor:
“Birçok sosyalist tarihçi Ütopya’yı ilk komünistçe yapıt kabul etmişlerdir. Hümanistler ise Ütopya’yı ‘Hıristiyan Rönesansının Programı’ ilan etmişlerdir. Thomas More gerçekten de, tam anlamıyla bir Hümanisttir. Ütopya’da Avrupa’da hümanist akımın önemli yapıtlarındandır.
Hümanizm dönemi, yani, Orta Çağ’dan sonra Rönesans, Aydınlanma, Pozitivizm gibi hareketlere bağlı olarak gelişen süreç, insanın gerçek anlamda semavi, ilahî değil; tamamen beşer üretimi olan sanal tanrı kavramına karşı mücadelesinde başarılı olduğu, tanrının yerini aldığı bir dönemdir. Hümanizm Avrupa’da, insanların Hıristiyanlığa olan inançlarının tamamen sarsılmasıyla ortaya çıkmıştır. Orta Çağ’da aslından saptırılmış Hıristiyanlığın insanlar üzerinde tanrı adına ortaya koydukları zulüm ve baskılara karşı bir tepki olarak doğmuştur. Hümanist düşünce, tanrıyı yok sayan, reddeden ‘yüce insan’, hatta ‘tanrı insan’ kavramını getirir. Tahrif edilmiş Hıristiyanlık inanışı sonuçta hümanizmi, bütün dinleri kendine cephe almaya götürmüştür. Cioran’a göre ütopya, Tanrı’ya bir meydan okumadır: “Prometheus Zeus’tan iyisini yapmak istemiştir; irticalen yaratıcılığa soyunan bizler de Tanrı’dan iyisini yapmak, kendisininkinden üstün bir cennetin getireceği aşağılamayı O’na yaşatmak, tamiri imkânsızı kaldırmak; Proudhon’un sözcükleriyle söyleyecek olursak, dünyayı ‘mukadderatsız kılmak’ isteriz”[13]
More ve diğer pek çok ütopyacı mekân olarak yalıtılmış bir dünya inşa ederler ve sınıf farkından doğan çatışmalar eserin temelini oluşturur. Bu temel ise, genellikle güncel olaylardan beslenir çünkü amacı toplumun içinde bulunduğu koşulların niteliğini tartışmaktır. Ancak Francis Bacon’un ‘Yeni Atlantis’i bu tür içinde öncü bir özelliğe sahiptir. Kitap, bilim ve ütopya arasında direkt etkileşim kurar: Bacon’ın Salomon Evi, diğer ülkelere karşı bilgi casusluğu yapan bir kurum olarak dünyanın farklı merkezlerine gemiler gönderir ve bu gemilerle yollanan bilim insanları varış noktasındaki bilimsel gelişmeleri yakından takip ederek, icat örneklerini daha iyi bir toplumun inşa edilmeye çalışıldığı Bensalem Adası’ndaki enstitüye getirir. Yazar, bilimi ütopyasının ham maddesi olarak kullanır. Kişilerin yaşamsal mutluluğu bilimsel yeniliklere bağlıdır.
Şu bir gerçek ki, teknolojinin gelişimi ve yaşama yoğun biçimde nüfuz etmesi ütopyaları şekillendirmiş, bilimkurgu ile bağını güçlendirmiştir. Hatta güncel örnekleri çağa ayak uydurarak zaman yolculuğunu, uzayda tarımı, Mars’ta kolonileşmeyi ya da okyanusun dibinde yaşamı vb. anlatır. Ancak bilinmezlik faktörünün artmasıyla, kurgusal olarak yaratılan mekânın ve içindeki unsurların kontrolünü zorlaştırmış; ütopya bir bakıma doğal bir distopyalaşma sürecine girmiştir. Güzelülke, düşülkeye karşın, ‘Ya senin cennetin benim cehennemimse?’ sorusunu yönelten anti-ütopya (ya da distopya) daha karamsar bir portre çizer. Bir örnek olarak Murad Omay ‘Ütopya Üzerine Genel Bir İnceleme’ makalesinde, XIX. ve XX. yüzyıl distopya örnekleri arasına H.G Wells’in ‘Zaman Makinesi’ni katar. Hikâye, Zaman Yolcusu’nun dördüncü boyut üzerine yaptığı araştırmaların sonucu olarak, zaman makinesi icat etmesini ve M.S. Sekiz Yüz İki Bin Yedi Yüz Bir yılına ışınlanmasını konu alır. Yapılan geleceğe bir yolculuktur ve kahramanın gözlemlerini aktarır ancak eser, Darwin’in Türlerin Kökeni çalışmasında yer verdiği doğal seçilim ilkesine dayanır. Wells’in erken dönem makalelerinde, Zaman Makinesi’nde ve Doktor Moreau’nun Adası’nda romantize ettiği şey, her şeyden önce ölüm ve soy tükenmesi temalarıdır.[14]
“En sevdiğimiz bitki ve hayvanları –ve bunlar o kadar az ki- yavaş yavaş, seçici ıslah ile geliştiriyoruz. Bir gün yeni ve daha iyi bir cins şeftali, bir gün çekirdeksiz üzüm, bir gün daha hoş kokulu, daha iri çiçekler, bir gün daha faydalı bir sığır cinsi… Onları yavaş yavaş ıslah ediyoruz, çünkü ideallerimiz belirsiz ve deneme kabilinden, bilgimiz ise sınırlı; çünkü bizim beceriksiz ellerimizde doğada utangaç ve hantal. Bu anafora rağmen akıntının sürmesidir. Tüm dünya zeki, eğitimli ve işbirliği içinde olacak; her şey gitgide artan bir hızla doğanın boyun eğişine doğru gidecek. En sonunda akıllıca ve dikkatli bir şekilde, hayvan ve bitki dünyasının dengesini insan ihtiyaçlarına uyacak bir biçimde yeniden düzenleyeceğiz.
Sanırım bu düzenleme yapılmıştı, hem de çok iyi bir şekilde; makinemin içine düştüğü zaman aralığında ebediyen gerçekleşmişti.”[15]
“Her şey gitgide artan bir hızla doğanın boyun eğişine doğru gidecek” ifadesinde şüphesiz yazarın hocası Thomas Henry Huxley’nin etkisi büyük. Huxley Evrim ve Etik’te modern insanlar, antik Stoacılar ve Hindu filozofların dingin, dünyadan elini eteğini çekmiş tavırları arasındaki tek farkın teknolojinin doğaya boyun eğdireceği umudu olduğunu iddia eder.[16] Bu umudu taşıyan Wells adeta kâhin rolü üstenir ve bir gelecek hikâyesi kurgular. Kuantum teorisinden önce, dördüncü boyutu ele alır ve teorik olarak zaman yolculuğunun mümkün olduğunu savunur. Ütopyadaki gibi, ideal bir düzen yaratma kaygısı gütmez. Bilimsel veriler ışığında bir öngörüdür yaptığı. Diğer yandan, eserin distopya olarak değerlendirmesinin başka nedenleri de vardır. Örneğin, bahsettiğimiz öngörülerinin toplumsal düzen hakkında bilgi vermesi: Eserde iki farklı ırk olan Eloiler ve Morlocklar üzerinden çatışma yaratılır. Bir diğeri ise Parrinder’ın değindiği üzere yazarın; Biyo-İyimserlik makalesinde ileri sürdüğü, bilimin görevinin insanlara cesaret vermek değil, hakikati anlatmak olduğu yönündeki savıdır. Hikâye bir yanıyla, çağdaş “hakikatleri” kasten görmezden gelerek insanlığı cesaretlendirmeye çalışan yaratıcı düşünce ve yazıların maskesini düşüren bir parodidir.[17]
Benzeri bir durum başka bir Wells romanı olan Dr.Moreau’nun Adası için de geçerli. Roman ütopyaya özgü özellikler taşır: Olayın bir adada geçmesi, hiyerarşik bir düzenin olması, var olan sistemi eleştirmesi ancak yeni bir sistem önerisi getirmemesi gibi… Bu savımızı doğrular nitelikte Margaret Atwood, kitabın İthaki Yayınları’ndan çıkan baskısı Sunuş makalesinde yazarın kitabını, İngiliz İmparatorluğu’nun hala egemen olduğu fakat çatlakların görülmeye başlandığı bir dönemde yazdığı bilgisini verir. Moreau’nun adası cehennemvari türden, küçük bir sömürge bölgesidir. Hayvan Halkı’nın büyük bir çoğunluğunun (ama hepsinin değil) siyah ya da kahverengi derili olması, Prendick’in haklarındaki ilk düşüncelerinin ‘vahşiler’ yada ‘yerliler’ olması ve bozuk bir İngilizce’yle konuşmaları tesadüf değildir. Köleler ve hizmetkârlar olarak kullanılırlar; düzen kırbaçlarla ve tüfekle sağlanır; gerçek ‘insanlardan’ korktukları kadar, onlardan nefret de ederler; Kanun’a mümkün olduğunca itaatsizlik edip ellerine geçen ilk fırsatta otoriteye başkaldırırlar.[18]
Wells, kitabı kaleme aldığı 1896 yılında bilimkurgu sözcüğüyle henüz tanışmamıştı. Yazarın kendisi bilim odaklı kurgularından ‘bilimsel romanlar’ olarak söz eder ki, bu terim Charles Howard Hinton tarafından ortaya konmuştur. Dolayısıyla bizlerin bugün distopya olarak kategorilendirdiği, ancak yaklaşık bir yüzyıl öncesi için ‘bilimsel roman’ olan Wells örnekleri ortaya çıkar. Bilimden beslensin ya da beslenmesin, hem ‘Bozuk düzene karşı ideal bir devlet/ülke/toplum yaratmalıyız’ diyen ütopya hem de ona anti-tez üreten distopya siyasi, dini, sosyal eleştiri temelinde şekillenir. Altı çizilmesi gereken en önemli nokta: Teknik araçların ya da mekânın modernize edilmesi her iki türü de bilimkurgunun bir alt ürünü haline getirmez. Tam tersi de söylenebilir ki; her bilimkurgu eseri ütopya ya da distopya değildir. Bu örnekleri göz önüne alırsak, araştırmacıların bilimkurguyu edebi olarak ütopyaya dayandırmasının fikrimizce iki sebebi olabilir:
- Ütopyanın ve distopyanın siyasi tarafının tamamen ya da kısmen göz ardı edilip, düşçülüğü üzerine yoğunlaşılması
- Bilimin edebi olarak kurulan yeni dünyada ana enstrümanlardan biri olarak var olmaya başlaması
Bu alanda bir başka çarpıcı örnek; Cyrano de Bergerac’ın l’Autre Monde ou les Etats et Empires de la lune ou de soleil’si (Öteki Dünya ya da Ayın ya da Güneşin Devlet ve İmparatorlukları, 1657)dir.[19] Yazar, aynı başkarakter tarafından güneşe ve aya yapılan iki yolculuk hikâyesi anlatır. Dönemi için ütopyaya özgü özellikler taşımasına rağmen, günümüze ulaşana dek artık gerçek haline gelmiş bir takım bilimsel gelişmeler söz konusu: Karakterin kendisini aya fırlattığı mancınığın çalışma prensibinin roketle benzerliği, ay devletleri kitaplarının dinlenebilir olması ve Mp3 çalarları çağrıştırması vb. Cyrano de Bergerac, çağının ötesine aşmış, şaşırtıcı biçimde isabetli tahminlerle yepyeni bir teknolojiden söz etmiştir. Hem bu sebeple, hem de sonsuz temalar içinde uzay yolculuğunu seçmesiyle bilimkurguya dahil etme eğiliminde olsak bile, fantastik edebiyata daha yakın mıdır diye sormadan edemiyoruz.
“Bilimkurgu, bilimsel-teknik devriminin ürünüdür. Fantastik, bilimden mantıklı düşünmeye olan aşk olarak miras kalmıştır. Fantastiğin, kendine özgü sonsuz temaları vardır; hakkında konuşmuş olduğumuz deniz, uzay yolculuğu, yapay zeka, zamanla birlikte ayaklanmalar ve uzay, çeşit çeşit uzaylılar… İşin özü evrenin bileşenlerindeki bazı oyunlar fantastik için karakteristik özelliktedir. Fantastik ya bazı şeyleri tasarlar ya da hayatımızdan sıradan olanı ve olağan olanı temizler. Ve sonra da merakla, hakikaten, bütün bunlardan ne çıkarılacağını izler. Kahraman bu yeni duruma nasıl tepki gösterecek? Ne kadar zamanda kendisi için alışılmış olan nesnelerin ve olguların ani kayıplarını telafi etmeyi başaracak?”[20]
Ütopya, bilimkurgu ve fantastik edebiyat dışında, Öteki Dünya ya da Ayın ya da Güneşin Devlet ve İmparatorlukları’nın araştırmacılar tarafından ele alındığı bir diğer tür ise; gezi edebiyatıdır. Bu eğilim daha çok bilimkurgunun kökenini, gezi yazılarında arayan araştırmacılar tarafından görülür. Tuna Başaran “Soğuk Savaş Sonrasında Bilimkurgu Sinemasında Distopik Sistemler ve Kontrol Mekanizmaları” yüksek lisans tezinde, Ünsal Oskay ve Jacques Baudaou’nun fikirlerine dayanarak, bilimkurgunun temelinin serüven-gezi yazıları olduğunu savunur. Örnek olarak giriş paragrafında bahsettiğimiz M.S. II. yüzyılda yazılan Gerçek Öykü’yü gösterir. Gerçek Öykü, bir fırtınayla aya fırlayan geminin hikâyesidir. Serüvende uzaylı savaşları ve dünyada gerçekleşen olaylara tanıklık edebileceğiniz bir kuyu ve ayna gibi enteresan detaylar bulunur. Başaran’a göre; bu içeriğiyle o tarihte uzay yolculuğu ve gözetim sistemlerinin edebi alandaki ilk örneğini vermiştir bile.[21]
Oysa gezi yazısı; gezilip görülen yerleri, özelliklerini, oralardaki insanların yaşantılarını, geleneklerini anlatan düzyazıdır.[22] Gezi yazılarının objektifliği; gözlem ve bilgiye dayanıp, hayâl gücünün esere yansıtılmamasına bağlıdır ki: bu tür eserler gerçeği yansıtması yönüyle hukuk, folklor, sosyoloji gibi alanlar için belge niteliğini taşır.[23] Edebiyat bilimci Gürsel Aytaç; gözlemlerini aktarırken üslûbunu önemseyen, anlattıklarının arasına kurmaca bir öykü katan, şiirler serpiştiren yazarların eserlerinin edebiyatın alanına girebileceğini ifade eder. İlk gezi yazısı ya da seyahatname örnekleri Eski Yunan’da antikçağ medeniyetlerini tanıtmak için verilmiştir ki; bu noktada Strabon’u anmak gerekir. Bunun dışında Marco Polo, Gerard Neval, Edmonda Amicis, Kristof Colomb, İbni Battuta ve Evliya Çelebi bu türde önemli yapıtlar ortaya koymuştur.
Başka dünyaları keşfetme dürtüsü, her iki yazın türü için (bilimkurgu ve gezi) ortak nokta olabilir. Ancak bilimkurgunun kökenini gezi edebiyatında arayacaksak ve ilk eseri Yunan Samsatlı Lukianos’un öyküsü kabul edeceksek, onun hicivci tutumunu yok saymak gerekir. Hicivi yok saymak ise öykü için ölümcüldür çünkü antik çağ için uzaya yolculuk tamamen absürd bir olaydır.
“…Feylesoflara bak: onlar bile sıkılmadan uyduru uyduruveriyorlar! Ben asıl başka bir şeye şaşıyorum: o yazarlar attıkları anlaşılmayacak da dediklerine inanılacak mı sanıyorlar? Her neyse, bende onlara özendim, gönlümde bir ün salma dileği uyandı, gelecek yüzyıllara benden bir şey kalsın dedim. Yalan söylemek özgürlüğü olduktan sonra ona bende asılanmak istemez miyim? Başımdan anlatılmaya değer bir şey geçmedi, olsun. Yalanda mı yok? Ama benim yalan söyleyişim ötekilerinin ki gibi değildir; ben yüzümün akı ile yalan söylerim; hiç değilse onlar gibi doğrucu olduğuma inandırmaya kalkmıyorum. Ta baştan bildiriyorum, yalandır benim anlattıklarım…”[24]
Lukianos’tan sonra gezi yazısı savunucularının atıfta bulundukları en meşhur eser; 1726 tarihli Gulliver’in Gezileri’dir. Erol Barut “Gulliver’s Travels: Horses and Men” makalesinde yapıtın dört bölümden oluştuğunu ve insanın dört farklı yönüne eleştiri getirdiğini ifade eder:
“Birinci kitapta, başta Fransa ve Britanya olmak üzere modern politik uygulamalar; ikinci kitapta, Roma veya Sparta modelinin bir şey hakkında geçmiş politik uygulamaları; üçüncü kitapta, modern felsefenin politik uygulamaya etkisi; dördüncü kitapta geçmiş ütopya politikaları, insanı anlamayı dileyen insanı yargılamak için kullanılan bir ölçüttür.”[25]
Bu kategoriye “Somnium”, “Ayda İnsan” (Man in the moon, or discourse of a voyage thither by Domingo Gonzales), “Migromegas”, “Balonla Beş Hafta” gibi daha pek çok örnek dahil edilebilir. Bu örnekler bilimkurguya özgü bir takım öğelere sahip veya doğrudan bilimkurgu edebiyatıdır denebilir ancak, ortak noktaları addedilen temelinin gezi edebiyatı olduğu iddiasının başına belki de “kurgusal” ifadesi koymak yanlış olmaz. Çünkü yukarıda ifade ettiğimiz anlamda bilim ile bağdaştırarak ortaya konacak gezi yazısı sadece Neil Armstrong’un anıları olacaktır. Fikrimizce, bilimkurgu ve gezi edebiyatının Darwin teorisindeki gibi, ortak bir dürtüsel atadan; merak, geldiği söylenebilir ama bugün her iki tür farklı evrimleşmiş ve yeni özellikler kazanmıştır.
Gezi yazısı savunucusu Adam Roberts, The History of Science Fiction çalışmasında bilimkurgu tarihini 1881 Frankenstein ile başlatan Brian Aldiss’e sert eleştiriler yöneltir. Onu bilim-kurguyu Gotik’in bir dalı olarak tanımlayacak kadar ileri gitmekle suçlar:
“Tipik olarak, bir Gotik roman, bazen hayaletler veya şeytanlar gibi doğaüstü varlıkları içeren gizemli ve uğursuz olayları içerir. Gotik romanların çoğu, orta Avrupa’nın erişilemeyen kısımlarında uzak, vahşi yerlerde, kaleler veya manastırlarda yer almaktadır. Masum genç kadınlar dehşete kapılırlar, erkekler şeytanla ticaret yapar ve erotikleştirilmiş belirsizliğin belirgin atmosferi, şok ve dehşet ile tatlandırılmış mezarlıklarda, harabelerde yapılacak pek çok şey vardır. (…) Gotik, karanlık bir lezzet ve yaygın popülariteye sahip olmasına rağmen büyüleyici Romantizm’in başka bir versiyonu.”[26]
Gotik edebiyatla ilgili en büyük yanılgı; onun kimliğini belirsizliğe, dehşete, hortlaklara ve vampirlere vb. indirgemektir. Margaret Atwood Doktor Moreau’nun Adası sunuşunda belirttiği üzere; fantastik canavarların (ejdarhalar, gorgonlar ve hidralar) egzotik görüntüsünü koruyan ama insanoğlunun parlak, yeni, ışıltılı kurtuluşu olarak addedilen etmenin ta kendisi bilimdir.[27]
Gotik edebiyat, 12-16. yüzyıllar arası özellikle plastik sanatlarda etkili gotik dönemden beslenmesine karşın, paralel bir gelişim göstermemesiyle edebiyatta yeni bir tür olarak değerlendirilir. Bu gecikmenin nedeni Rönesans ve onu izleyen süreç ile açıklanabilir. Aydınlanma Çağı’nda bilimsellik öncelikle tavır olmuş, Sanayi Devrimi ile matbaada yaşanan gelişmeler yazılan ve basılan kitap sayısını arttırmıştır. Bilgi ve sermayedeki büyüme toplumsal sınıflar arasında uçurumu genişletmiş ve bunun bir sonucu olarak, üst sınıfın tutumunda değişiklikler yaşanmıştır. Buna rağmen Aydınlanma entelektüel çevrelerle sınırlı kalmaz. Örneğin, bu yüzyılda hemen her türde tartışmaların yapıldığı, aydın ve edebiyatçıların bir araya gelerek görüşlerini paylaştığı kahvehaneler ortaya çıkmış ve Aydınlanma’nın getirdiği yeni bakış açılarının da böylece önceki dönemlerle karşılaştırılması kolaylaşmıştır.[28] Yine de, dönem edebiyatının yaşamla kurduğu bağ yetersiz kalmış ve bir noktada aklın karşısında ruhu besleyecek olana özlem duyulmaya başlanmıştır. Dönem edebiyatında romanslar, özellikle felsefi romanslar kendine okuyucu bulsa da, neoklasik kurallar çerçevesinde verilen mesaj ön plana çıkar. Kısaca, Aydınlanma dönemi edebiyat yapıtlarının çoğu kurallara sıkı sıkıya bağlı, kurallar uğruna yapıtın sanatsal birtakım özelliklerini ve hatta yazarların hayal kurma özgürlüğünü bile kısıtlamaya eğilimli mekanik birtakım yazılar olarak değerlendirilebilir.[29] Oluşan “duygusal boşluğu” fark eden yazarlar, gotik edebiyatın ilk örneklerini verir.
Bu türde yayımlanan ilk eser Sir Horace Walpole’nin 1764 tarihli “The Castle of Otranto” (Otranto Şatosu)’dur. Otranto prensi Manfred, tek varisi oğlu Conrad’ı, Vicenze Markisi’nin kızı Isabella ile evlendirmek üzereyken, Otranto Şatosu’nda herkesi dehşete sürükleyen şeyler olmaya başlar. Şatonun şapelinde toplanmış kalabalık, hizmetkârların getirdiği yıkıcı haberle kendilerinden geçer: Conrad şapele gelemeden üstüne kocaman bir miğfer düşmüş ve ölmüş halde bulunmuştur.
Hayal gücüyle bezeli kurgusuna karşın; yazardan sonra türde önemli bir sıçrayış yaşanmaz, sadece birkaç roman daha: 1777’de Clara Reeve’in “The Champanion of Virtue: A Gothic Story” (Erdemin Savunucusu: Gotik Bir Öykü), 1786’da William Beckford’un “Vathek” ve 1788’de Charlotte Smith’in “Emmeline, The Orphan Of The Castle” (Emmeline, Şatodaki Yetim). 1789’da başlayan Fransız Devrimi siyasi ve ekonomik sonuçları dışında, gotik edebiyata gerçek kimliğini kazandırır. On sene gibi kısa bir zaman zarfında yaşanan büyük değişimin yanı sıra, özellikle Bastille Baskını gibi kanlı sürecin travmatik etkilerini de göz ardı etmemek gerekir. Ancak, gotiği salt Fransız Devrimi’nin bir ürünü olarak değerlendirmek mümkün değildir. Gotik edebiyat her türden aşırılığı (excess) merkezine alan bir edebi tür olduğu için toplumsal değişimlerin yaşandığı anlarda parlamaktadır.[30]
Mary Shelly’nin 1818 Britanya’da yayınlanan romanı Frankenstein yeni çağın gotik örneğidir. Bu yeni çağda bilimin insan yaşamındaki yeri, endüstrileşmenin etkileri, burjuva sınıfsal endişeleri ele alınır. Roman, Dr. Frankenstein’in farklı cesetlerden topladığı uzuvlardan yarattığı yapay insanı ve akabinde gelişen korkunç olayları kaleme alır. Kadavra olarak kullanılan cesetler, feodal ilişkilerin çözülmesiyle suça, yoksulluğa ve ölüme sürüklenenlerin, yani “yoksulların” vücutlarının parçalarıdır.[31] Canavarın yıkıcılığı ile bilim, dolayısıyla salt akılcılık eleştirilir. Burada, Canavar doğaüstü olmasına karşın hayal gücünün değil, bilimin ürünüdür. Mary Shelly eseri için yazdığı girişte, Darwin’in deneyleriyle ilgili dinlediği hikâyelerden etkilendiğini ifade ediyor ve modern bir hortlak öyküsü yazmak istiyor.[32] Fikrimizce roman hem bilimkurguyu, hem de gotiği tek potada eritebilen eşsiz bir eser, türler arası yumuşak bir geçiş… Ancak yine de tüm bu çalışmalara rağmen, bilimkurgunun kökeniyle ilgili kesin bir sonuca varmak pek mümkün gözükmüyor.
Bilimkurgu için seçilen her ilk yapıt, taşıdıkları öncü özelliklerle farklı yazın türleri ya da edebi akımları içinde değerlendirilmeye uygun. Her tür ya da akımın çağdaşlarını etkilediğini göz önüne alırsak, edebi bir bilimkurgu tarihi yazmak kolay bir iş değildir. Sanırım kökene odaklanma ve sübjektif görüşlere dayalı bilimsellikten uzak etkileşimler yerine, üzerine daha fazla araştırmak, konuşmak, okumak ve tabi ki izlemek daha yerinde olacaktır.
Dipnotlar:
- Duru, 1973:340
- Heinlein, 1959 akt. Başaran, 2007, s.40
- Butor, 1964 akt. Duru, 1973, s.335
- Bainbridge, 1986, s.7 akt. Başaran, 2007, s.40
- Çeviri makale yazarına aittir.
- Suvin, 1988, s.37 akt Roberts, 2006, s.1
- Bknz. Türk Dili Dergisi, Sayı 256, 1973, s.332-333,
- Duru, 1973, s.335
- Samsat, bugün Türkiye Adıyaman sınırları içindedir.
- Farklı kaynaklarda Süryani, Suriyeli ya da Yunan olarak anılır. Etnik kimliğiyle ilgili tartışmalar vardır.
- Omay, 2009:2
- Karaca, 2010:65
- Canbaz Yumuşak, 2012:50
- Parrinder, 1995:13
- Wells, 2018:63-64
- Parrinder, 1995:13
- Parrinder, 1995:13
- Atwood, 2005:20-21
- Eser 1650 yılında yazılmış, 57’ yılında yayınlanmıştır.
- Parnov, 2017:237
- Başaran, 2007:50
- TDK (Erişim tarihi: 10.06.2018).
- Özdemir 1990:130 akt. Altınova,2003:7
- Samsatlı Lukiyanos seçme yazılar, çeviren: Nurullah Ataç K, 2002 akt. Dr.Sait Şirazi
- Barut, 1999:142
- Roberts, 2006:82
- Atwood, 2005:12
- Yavuz, Geçikli, 2008:172-173
- Yavuz, Geçikli, 2008:173
- Yücesoy, 2007:20
- Moretti, 2004:108
- Bknz. Yazarın Standart Novels Baskısı İçin Yazdığı Giriş, Frankenstein ya da Modern Prometheus, 2017, İş Bankası Yayınları, s.5-7.
Kaynakça:
- ALTINOVA, B. (2003). “Kavram Kargaşası Çerçevesinde Edebi Bir Türk Olarak ‘Hatıra’”, Türkbilig, 6, s.3-12.
- ATWOOD, M. (2005). “Sunuş”, Dr. Moreau’nun Adası, İstanbul: İthaki Yayınları, s. 7-24.
- BARUT, E. (1999). “Gulliver’s Travels: Horses and Men”, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:2, Sayı:3, s.141-149.
- BAŞARAN, T. (2007). Soğuk Savaş Sonrası Bilim Kurgu Sinemasında Distopik Sistemler ve Kontrol Mekanizmaları, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Radyo Televizyon Sinema Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi.
- CANBAZ YUMUŞAK, F. (2012). Ütopya, Karşı-Ütopya ve Türk Edebiyatın Ütopya Geleneği, Bilig, 61, s.47-70.
- DURU, O. (1973). “Bilim-kurgu Nedir?”, Türk Dili Aylık Dil ve Edebiyat Dergisi, XXVII (256), s.334-338.
- DURU, O. (1973). “Bilim-kurgu’nun Tarihçesi”, Türk Dili Aylık Dil ve Edebiyat Dergisi, XXVII (256), s.339-340.
- KARACA, B. (2010). “Yevgeni Zamyatin Ütopya Algılarını Yeniden Kurarken”, folklor/edebiyat, 16 (63), s.65-70.
- MORETTİ, F. (2004). Mucizevi Göstergeler: Edebi Biçimlerin Sosyolojisi Üzerine, Zeynep Altok (Çev.), İstanbul: Metis Yayınları.
- OMAY, M. (2009). “Ütopya Üzerine Genel Bir İnceleme”, Sosyoloji Dergisi, 3 (18), s.1-14.
- PARRINDER, P. (2018). “Zaman Makinesi: H.G. Wells’in Ölüm Yolculuğu”, Zaman Makinesi, İstanbul: İthaki Yayınları, s. 7-26.
- PARNOV, Y. (2017). “Sonsöz”, Su Adamı, İstanbul: İthaki Yayınları, s.233-243.
- ROBERTS, A. (2006). The History of Science Fiction, New York: Palgrave Macmillan.
- SHELLY, M. (2017). Frankenstein ya da Modern Prometheus, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
- WELLS, H.G. (2018). Zaman Makinesi, İstanbul: İthaki Yayınları.
- YAVUZ, M. E., GEÇİKLİ, K. (2008). “Gotik Romanda Aydınlanma Karşıtlığı”, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 32 (1), s. 171-188.
- YÜCESOY, V. Ö. (2007). Korku Edebiyatı (Gotik Edebiyat) ve Türk Romanındaki Örnekleri, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi.
- Süryani Kadim (Erişim tarihi:10.06.2018).
- Türk Dil Kurumu (Erişim tarihi:10.06.2018).
Yazan: Ayşegül Yüzel
Yazar Hakkında:
Ayşegül Yüzel, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü’nden “Çağdaş Türk Sanatında Nur Koçak” lisans teziyle 2014 yılında mezun olmuştur. 2017 yılında ikinci üniversite olarak Anadolu Üniversitesi Medya ve İletişim programını tamamlamıştır. 2016 yılında başladığı Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Ermeni Dili ve Kültürü Anabilim Dalı bütünleşik doktora eğitimine halen devam etmektedir. Görsel sanatlar, Ermeni kültürü ve edebiyat alanlarında yayınlanmış makaleleri ve kitap bölümü bulunmaktadır.