“Özünde, özel medya kuruluşları bir ürünü (okurlar ve izleyiciler) başka firmalara (reklam veren kuruluşlara) satan büyük şirketlerdir.” Noam Chomsky, Rızanın İmalatı, Syf. 367.
2018 yılında vizyona giren Marvel filmi Avengers: Infinity War, ilginç bir tartışmanın başlamasına yol açtı. Filmin konusu bilindiği üzere on yıllık inşa sonunda Infinity Saga denilen sürecin sonunu anlatıyordu. İktisat 101 dersinde kısıtlı kaynakların sınırsız ihtiyaçları karşılaması hesabı yapıldığı rivayet edilir. Titan adlı gezegenin sakini olan Thanos da, gezegeninde yaşananların ardından bir karar alır. Artan nüfusa bağlı sorunlarının çözümünü nüfuskırım denilebilecek yöntemle çözmeyi, kısıtlı kaynakla sürekli refahı bu şekilde sağlamayı önerir. Thanos’un sonraki yıllarda evrensel idealiyle şekillenen bu süreç, toplum mühendisliğine dair tespitler, hatta hükümler içerir ve pek çok kıyım yaşanır.
Tartışmalar ise hayranlar nazarında Thanos’un hem kötü adam (villain) olarak dengeli ve güçlü bir duruşu olması hem de ortaya attığı tezin makul noktalarının irdelenmesiyle başladı. Nüfusun yarısını katletmek sahiden toplumun sorunlarını çözebilir miydi? Malthus’un teorilerini anımsatan bu yaklaşım hâliyle kendisine taraftar da buldu. Savaş, salgın ve açlık gibi kavramların sonuçları itibariyle aslında olumlu gelişmeler sayılabileceğini ileri süren bir düşünce olsa da, kendini rasyonel ve pragmatik gören kişilerin nezdinde ayağı yere basan bir çizgideydi. Ancak asıl sorun bu düşünce sisteminin etik üzerinden değerlendirilmesi değildi. Sinemanın toplum üzerindeki etkisi ve ne denli propagandaya açık hâle getirdiğiydi. Asıl mevzu buydu.
Thomas More’un Ütopya’sından önce Platon’un Devlet’i vardı. Platon’un inşa ettiği söylem ona da esin kaynağı olmuştu. Platon bu eserinde ideal bir devlet ve dolayısıyla toplum fikrinden bahis açar. Ona göre iyi bir toplum disiplinli bir biçimde tasarlanmalı, her bireyin eylemi kamusal faydayı sağlayacak şekilde yapılandırılmalıydı. Bu bağlamda demokrasiyi kötüleyen Platon, seçme hakkının yalnızca seçeceği şey hususunda yetkin bir fikir yürütme gücüne haiz kişilere verilmesi gerektiğini savunur. Bunun nedeniyse bir çocuğun seçimlerinin sonuçlarından habersiz oluşunun olumsuz sonuçlar doğurması gibi, bilinçsiz toplumların da kitlesel hezeyanla yıkımı getirebilme ihtimalleridir.
Gustave Le Bon’un kitlelerin psikolojisini ele aldığı aynı adlı eseri de konuya benzeri sözlerle yaklaşır. Toplumun davranışları sanıldığı kadar belirsiz değildir. Hatta kriz zamanlarında Sezar, Napolyon ya da Hitler gibi liderleri dahi kolayca başa geçirebilirler. Zira iradeyi teslim etmek işleri kolaylaştırır ve güç sahibi figürler daima çekici bulunur. Platon’un bu doğrultuda ideal lider önerisi ise demagogların yaratması muhtemel karmaşayı önleyecek denli bilge bir filozof kraldır. Yani demokrasinin çoğulcu anlayışının aksine, aristokratik bir yönetim ve seçkin insanların karar alacağı danışma meclisi kurmayı önerir. Böylece toplumun ve bağlı yapıların daha güçlü olacağı kanısındadır. Ancak More ve Campanella gibi isimlerin tahayyül ettiğinin aksine, kiminin ütopyası bir diğerinin distopyası olabilir. Yani, tavsiye edilen yöntem de kendince sorunlara ve noksanlara sahiptir.
Yine bir Marvel projesi olan The Falcon and the Winter Soldier, akıllarda başka bir soru uyandıracağa benziyor. Dizide karşımıza Flag Smashers (Bayrak Parçalayıcılar) adlı bir örgüt çıkar. Adından da anlaşılacağı üzere dünyayı tek bir ülke hâline getirmek için hareket etmektedir. Bu uğurda kan dökmekten ve insan öldürmekten de çekinmez. Çünkü büyük idealler büyük fedakârlıklar gerektirir. Bireyin rolüyse ait olduğu topluluğun çıkarları uğruna yaşamak ve yine bu uğurda kendini, gözünü dahi kırpmadan ölüme atabilmektir. Yeter ki kolektif hareket başarıya ulaşsın ve acılar dinsin! Bu noktada, tıpkı Thanos örneğinde olduğu gibi bu diziyi izleyenler de, eylemlerini benimsemeseler bile söylemin göstergeleri neticesinde edimin haklılığını savunacak noktaya gelebilirler. Zaten tartışmanın kilit noktası da bu olacaktır. Eylemi niteleyen amaç mıdır? Yeterince haklı bir hedef, Makyavelist bir tutumu haklı kılabilir mi?
Hepimizin malûmu, ünlü gökbilimci Carl Sagan uzaydan bakarak sınırların ne kadar anlamsız olduğunu söyler. Sahiden de sınırların ne denli ilkel ve tuhaf olduğunu yadsıyamayız. Bir gün karşılaşacak olsak, gelişmiş bir ırka mensup ötegezegen sakinleri hiç şüphesiz bu duruma oldukça şaşırırdı. Öte yandan dizinin ve genel anlamda sinemanın bu fikirleri aksettirme yöntemi üzerine konuşulmaya değer. Bunun en önemli nedeni, tartışmaya açılan meselelerin arka planında zaten yürütülüyor olmasıdır. Yani biz tartışıyor, irdeliyor, değiniyor olduğumuzu sanıyorken haddizatında daha büyük bir planın zemin etüdü yapılıyor. Kamuoyunun iradesi çoktan yok edildi, seçim hakkı kaldırıldı ve Platon’un düşündüğü gibi olmasa dahi toplumu seçkin bir kesimin kararları şekillendiriyor. Burada maksat elbette komplo teorisi değil. Yalnızca söylemin inşa gücünün, toplum tasarımı hususundaki yerine değinmeye çalışıyoruz.
Thomas More’un ütopyası katı bir sistemde yaşayan ve bugünden bakıldığında birey olmaya dair zerre ilgisi bulunmayan insanları anlatır. Bol yiyecek ve eşya vardır ama kişilerin her saati planlı, hesaplıdır. Kafasına göre davranamaz, genel planı bozarak israfta bulunamaz. Bu da hâliyle gelişmişlik ve refahın özgürlük demek olmadığını, ütopyanın distopyaya meylettiğini göstermektedir. Michel Foucault kapitalizm için, “Konfor verir ama özgürlüğünüzü elinizden alır,” diyordu. Aldous Huxley‘nin Cesur Yeni Dünya‘sı bunun en vurucu örneğidir. Ütopya gibi dışarıdan bakıldığında müreffeh, bayındır, gelişmiş bir toplum sunulsa da, arka planda kimsenin seçme hakkı yoktur, kimse varlığına dair yaptırım gücüne sahip olamaz ve bu adaletsiz düzene karşı çıkan da acımasızca dışlanır. Toplumun düzenine isyan eden, toplumun düzenekleri aracılığıyla yok edilir. Böylelikle ideal toplum düzeni sağlanmış olur. Peki bütün bunların anlamı nedir?
Bilimkurgunun babası sayılan H.G. Wells, Atatürk’ün Nutuk’ta isminden söz ettiği yegâne yabancı düşünürdür. Atatürk Wells’in “birleşik bir dünya devleti” fikrini ele alır ve bu hususta hilâfet meselesindeki düşüncelerini dile getirir. Wells’e göre dünya ülkelerinin gelişimi ve kalkınması için, sınırların ortadan kalkması ve dünyanın tek bir ülke hâline gelmesi gerekir. Gelişim bölünmüş bir gezegenin değil, bütünlüklü bir teşkilatlanmanın eseridir. Atatürk’ün atıfının sebebiyse tam olarak bu birleşmenin hangi şart ve koşullarda gerçekleşeceği meselesi üzerinedir. “Bu hayalin tatlı olduğunu yadsıyacak değiliz,” diyen Atatürk, ardından gerçeğe dönüşmesi hâlinde yaşanacakları dönemin şartlarıyla ele alır. Ona göre hilâfet de böyle bir fikirdir. Ama bu veya başka herhangi başka fikrin teoriden pratiğe geçişinde daima güncel koşulları okumak, doğru biçimde yorumlamak gerekir.
Ülkeleri önce bölgesel birleşmelere ve ardından tek çatı altında toplanmaya da yalnızca çağının gereğiyle yapılandırılan bir söylem ikna edebilir. Aksi taktirde çağı yakalamak asla mümkün olamaz ve büyük olasılıkla derin ayrımlar ortaya çıkarır. Bütün bu parçaları birleştirecek ve anlamlı bir bütün kılacak çıkarım ise The Falcon and Winter Soldier’ın işaret ettiği ya da gösterdikleridir. Göstergebilim konusuna az buçuk aşina olanlar göstergenin bir simge olduğunu ve Mickey Mouse gibi figürlerle başka yapıları yansıttığını iyi bilir. Yine de bu şart değildir. Bir simge illaki gösterdiği olmak zorunda değildir (Bu Bir Pipo Değildir – Michel Foucault). Disney’in ve birçok başka uluslararası şirketin giderek güçlendiği ortada. Ekonomileri ülkeleri geride bırakıyor, yaptırım güçleri gitgide artıyor. Üzerine bir de pandemi hepimizi öyle ya da böyle özgürlüklerimizden vazgeçmeye itti. Konfor ve refahın devamlılığı için daha fazlasının geleceği de kesin. Yani bir şeylerin değişmeyi sürdüreceği aşikar.
Bu değişimin ortaya çıkışına dair hiçbir fikrimiz olmamasına rağmen, aniden uyum sağlamak zorunda kalmamız olağanüstü. Bilhassa pandeminin ilk zamanlarında yaşanan karmaşadan bugüne adeta yaşamımızın seyri değişti. Bayrak parçalayıcılar bize bu bağlamda ne söyler henüz kesin olarak bilinemez. Ya da ideallerini hangi söylemle sunacakları şu an için meçhul. Fakat eylemlerini doğru motivasyonla sunarlarsa, hak verecek noktaya gelmemiz mümkün mü?
Öncelikle edebiyatın ve peşi sıra sinemanın birçok toplumsal kabulü değiştirdiği düşünüldüğünde, bu “tek dünya ülkesi” vurgusunun da arkasının boş olmadığını düşünmek gayet olası. Gerekli tartışmaları yeterli düzeyde açtığımızda ve şartlar bizi kanıksatacak noktaya ittiğinde hangimiz sonuca itiraz edebiliriz ki? Atatürk’ün Wells yorumu, ortak değer ve kabullerin toplulukları bir ara getirme konusunda belirleyici olduğu yönündeydi; fakat bu birleşmenin olumlu ya da olumsuz sonuç vereceği her daim bir muamma. Kuklanın kaderini sadece kuklacı bilir.
Bununla birlikte gözden kaçırmamamız gereken birtakım gerçekler var. Yıllarca pandemiyi filmlerde izledikten sonra bir anda gündelik yaşamımızın parçası kılan koşullar, sınırların olmadığı bir dünyayı da pekâlâ sıradanlaştırabilir. Aşı ile çip takılacağı safsatası bilimkurguydu; hakeza dronelar ile yemek servisi yapılacak olması da. Hâlbuki artık hepsini kanıksamış, normalleştirmiş vaziyetteyiz. Noam Chomsky’nin deyimiyle “Rızanın İmalatı” ya da başka bir deyişle güncel sosyoekonomik söylem hepimizi bağladı ve yaşamlarımızı hem pazarlanan bir ürün hem de pazarın bizzat kendisi hâline getirdi. O hâlde geleni doğrudan kabul etmeli ve açıkça sormalıyız: Bize sunulacak ideal düzenin ardında ütopya görünümlü yeni bir distopya çıkarsa ne yapacağız? Ha, pardon! Ona da çoktan alıştık, değil mi?