“Kız çocuğu doğdu,” derler hep bir ağızdan, konuşan insanların doluştukları odaya anlık bir sessizlik çöktüğünde… Bıçak yemiş gibi kesilir konuşmalar… Bütün sesleri yutan ağır bir sessizliğin çöktüğünü hissedersiniz üstünüze… Bunun başkalarını nasıl etkilediğini bilmem. Ama, ben iliklerime kadar ürperirim her seferinde…
Aslında, eskilerin ihtimaliyat dedikleri rastlantı yasalarının ürünüdür bu… Birbirlerinden bağımsız, kendi aralarında konuşan insanların durup soluk almaya karar verdikleri anların denk düşmesidir.
Ama, öyle mi? Her nedense insanların kulakları kiriştedir. “Kız çocuğu doğdu galiba,” diye işi şakaya boğup konuşmaları tekrar başlatmaya çalışan kişinin sesinde bir titreme vardır. İzleyen gülüşmeler bile zorlamadır. İnsanların kulak kabartıp sessizliği dinlediklerini, ne olduğunu kendilerinin de bilmedikleri bir şeyi duymaya çalıştıklarını sanırsınız. Ürpertilerin ensemle kuyruk sokumum arasında gezindiği o anlarda aklıma hep şu dizeler takılır:
Her seferinde duyarım,
arkamdan
ZAMAN’ın atlılarının yaklaştığını…
Grupta bulunan insanları ne kadar seversem seveyim, birkaç saniye öncesine kadar hava ne kadar şen şakrak olursa olsun, böyledir bu…
O gece White Hart’taki küçük meyhanemizde de öyle oldu. Herkesin işi mi vardı, neydi? Normalden daha az kalabalıktı çevremiz… Ama her zamanki gibi, günün yorgunluğunu üstlerinden atan insanların neşesiyle ortalık yine de cıvıl cıvıldı. Birdenbire, beklenmedik biçimde geliverdi sessizlik… Herkes gerginleşiverdi. Mezarlıktan geçerken ıslık çalan adam gibi. Oharlie Willis ıslıkla en son şarkılardan birini tutturdu. O parçanın ne olduğunu şimdi hatırlamıyorum, ama öykücü dostumuz Harry Purvis’in hemen sonra anlatmaya başladığı olayı da aklımdan bir türlü çıkaramıyorum. Harry’nin en sinir bozucu öykülerinden biridir bu… Abartmıyorum. Doğruyu söylüyorum. Harry’nin neredeyse bütün öykülerini dinlediğim için inanın bu söylediğime…
***
“Charlie, tanrı aşkına kes şu ıslığı!” dedi Harry Purvis. ” Son iki haftadır ne zaman radyoyu açsam onu duyuyorum. Aklımı oynatacağım.”
Burun kıvırdı John Christopher… Harry’e dönerek, “Sen de Üçüncü Program’ı aç, eğer bu tür müziği duymak istemiyorsan… Hep klasik müzik çalıyorlar orada…”
“Görgüsüz herif,” diye güldü Harry… “Senin gibi cahil birinin madrigallerden zevk almasını beklemek zaten hata olur. Ama bırakın bu tartışmayı… Önemli olan, dostumuz Charlie’nin ıslıkla neden o parçayı çaldığı… Bilmem dikkat ettiniz mi? Bu gibi liste başı parçalar sanki birer mıknatıs..”
“Ne demek istediğini tam anlayamadım,” dedi John.
“Ne demek istediğim açık,” diye devam etti Harry… “Bu melodiler durup dururken çıkıveriyor ortaya… Çıktıktan sonra da tıpkı Charlie gibi, haftalar boyunca insanlar onu dillerinden, dudaklarından düşürmüyor. Farkında bile olmadan mırıldanıyorlar sözlerini, melodisini… Uykunuzda bile bırakmıyor yakanızı… Sonra, birdenbire, ortaya çıktıkları gibi sırra kadem basıyorlar. Böyle bir şarkının olduğunu bile unutuveriyorsunuz.”
“Şimdi anladım,” dedi Arthur Vincent.. “Binlerce müzik parçası yazılıyor, ama bunlardan ancak bir avucu tutuyor. Radyoyu açtığınızda çoğunu duymadan dinliyorsunuz. Sonra da hatırlamıyorsunuz. Ama arada öyle parçalar çıkıyor ki kafanıza, beyninize, belleğinize sülük gibi yapışıyor. Ne yapsanız, etseniz, kurtulamıyorsunuz onlardan…”
“Tastamam üstüne bastın dostum,” dedi Harry. “Sibelius 2’nin finalini ilk kez duyduğumda benim de başıma gelmişti bu durum… Uyumak için başımı yastığa koyduktan sonra bile dinlemiştim o müziği…. Sonra, haftalar sonra uyandığımda bir de ne duyayım? Orkestra susmuş…”
Durakladı Harry… Derin bir nefes alıp çevresine bakındı. Başların üstünde toplanmasını bekledi. Her öykü anlatmaya hazırlanışında yapardı bunu…
“Hepimizin başından geçmiştir,” diye devam etti. “Mesela ‘Üçüncü Adam’ şarkısı… Etkilenmeyeniniz oldu mu? Haftalarca mırıldandınız sözlerini, melodisini… Bazı melodiler insanı böyle etkiliyor. Neden etkilediğini de bilmiyorsunuz. Kimisi gerçekten büyük müzik yapıtları, kimisi de vasatın bayağısı… Ama aralarındaki bunca farka rağmen insanları mıknatıs gibi kendilerine çektiklerine göre, bir ortak yanları olsa gerek…
“Devam et,” dedi Charlie. Gereksizdi bu dürtme. Bir kere başladıktan sonra yer yerinden oynasa susmazdı Harry.
“Bu ortak yanın ne olduğunu bilmiyorum,” dedi Harry. “Öğrenmek de istemiyorum. Öğrenen birinin başına gelenleri gördükten sonra bilgim eksik olsun.”
Harry’nin elinde, köpükleri kubbe yapmış bir bardak bira beliriverdi. Öykü anlatırken boğazı sık sık kuruduğu için anlatımın en heyecanlı yerinde sözünü keser, bara gidip birasını tazelerdi. Dinleyenleri çileden çıkartırdı bu kesintiler… Herkes iğne üstünde olduğu için ihtiyatlı davranmayı akıl etmişti Arthur. Birayı baştan getirmişti.
“Nedenini bilmiyorum, ama bilim insanlarının büyük çoğunluğu müzikle yakından ilgilidir,” diye devam etti Harry. “Dahası müzik dinlemekle yetinmezler. Bir enstrüman çalarlar, beste yapar, güfte yazarlar. Boş zamanlarda orkestrada çalışanları bile vardır. Matematikçilerin ilgisini anlıyorum. Müzik, özellikle klasik müzik matematiksel bir yapıya, bir biçime sahiptir. Fizikçilerin neden ilgilendiklerini de tahmin edebiliyorum. Müzik, nihayetinde uyum, dalgaboyu analizi, frekans dağılımı gibi kavramlar içeriyor. Sizin anlayacağınız, bilimsel beyinleri büyüleyen, çeken özellikleri var müziğin… Üstelik, müziğin ‘müzik’ olarak beğenilmesini, salt estetik değeri açısından takdir edilmesini de engellemiyor öbür yönleri.”
Harry etrafına bakındı ve devam etti.
“Gilbert Lister adında bir dostum vardı. Fizyologdu. Uzmanlık alanı da insan beyniydi. Sorsanız Koral Senfoni ile ‘O Solo Mio’nun farkını bilmezdi. Hepsi müzikti onun için… Ama müzikle, müzik olarak çok ilgiliydi. Onu ilgilendiren notalar, sesler değil, kulakları aşıp da beyne ulaştıklarında o seslerin ne yaptıklarıydı. İşitilen seslerin beyin üstünde ne gibi etkiler oluşturduğunu anlamayı, öğrenmeyi aklına koymuştu bir kere…”
Harry’nin öykü anlatırken rahatsız edici bir özelliği de herkesin bildiklerini parantezler arasında tekrarlaması, dinleyenlere kibarca cahil demesiydi. Beklenen iğnesini arada batırıverirdi.
“Sizin kadar okumuş, sizin kadar bilgili bir topluluk önünde elbette söylemeye gerek yok, ama ben yine de söyleyeyim. Beyindeki faaliyetlerin çok büyük bölümü elektrikle ilgilidir. Bir metronom düzeniyle sürekli çalışan ritmleri vardır. Gelişkin aygıtlarla beyindeki bu faaliyeti saptayabilir, tahlil edebilirsiniz. Dostum Gilbert’ın uzmanlığı da bu alandaydı. İnsanın kafasına elektrotları yerleştirir, sonra da beynin neşrettiği dalgaları saptardı. Beyin dalgalarının kaydedildiği şeride şöyle bir bakarak da size, hakkınızda sizin bile bilmediğiniz şeyleri anlatırdı. İddiasına göre, bir insanın enkefalogramı, parmak izlerinden bile daha kişiye özeldi. Çok düşük bir ihtimalle de olsa iki kişide aynı parmak izi çıkabilir, ama bir beyin haritası ömürbillah iki kişide görülmezdi. ‘Gün gelecek, insanlar beyin transplantasyonu yapacaklar,’ derdi, ‘Ama, bu da kuralı değiştirmez. İnsanın beyni değiştikten sonra, zaten o insan bambaşka biri olup çıkar’. İşte, dostum Gilbert. beynin alfa, beta ve öteki ritmleriyle uğraşırken müziğe ilgi duymaya başladı.”
Harry tekrar çevresine bakındı. Herkesin can kulağıyla dinlediğine karar verince devam etti.
“Aslına bakarsanız, yürüttüğü mantık hem basit hem gerçekçiydi. Müziksel ve zihinsel ritmler arasında bir ilişki, bir bağlantı bulunması gerektiğini düşünüyordu. Muayene odasına çok hassas, çok ayrıntılı, çok gelişkin bir müzik seti yerleştirmişti. Hastalarına peşpeşe değişik tempolarda müzik çalar, bunların beyin dalgalarını nasıl etkilediğini kağıt üstünde saptamaya çalışırdı. Tahmin edebileceğiniz gibi, değişik tempolarda çalınan müziğin normal beyin frekansları üstünde belirgin etkileri vardır. Dostum Gilbert bunu saptadıktan sonra daha derin felsefî konulara yönelmeye başladı. Bu konudaki teorilerini yalnızca bir kere konuşmak, tartışmak fırsatını buldum kendisiyle. Aslına bakarsanız ketum biri değildi. Gizlisi saklısı yoktu. Tanıdığım bütün bilim insanları gibi, Gilbert da dinleyecek kulak buldu mu bıktırıncaya kadar boşalırdı içine… Ama dostumun özelliği, yapmakta olduğu bir işin nereye gittiğini, ne sonuç vereceğini kesinkes öğrenmeden o konuda konuşmaktan kaçınmasıydı. Dostluğumuzun o günlerinde esrarengiz bir hava içinde, çok önemli bir iz üstünde olduğunu, beyin fizyolojisinde çığır açacak bir buluşun eşiğinde bulunduğunu söylemekle yetiniyordu.”
Farkında bile olmadan, ağzımız açık, iskemlelerimizde öne doğru kaykılmıştık. Harry’nin giderek ilginçleşen öyküsünü can kulağıyla dinliyorduk.
“O zamanlar Gilbert’a, laboratuvar malzemelerinin çoğunu çalıştığım şirket satardı. Ne gibi bir iz üstünde olduğunu öğrenir öğrenmez anlamıştım, buluşlarının bol para karşılığında pazarlanabileceğini… Başkalarından önce köşebaşlarını kapabilmek için, yanından ayrılmaz olmuştum Gilbert’ın… Popüler, liste başı parçaların neden böyle olduklarına dair bir kuram geliştirmeye çalışıyordu. Her bilim insanı gibi onun da parada gözü yoktu. Bu kuramı geliştirdikten sonra yazarından, dizerinden, birkaç da meslektaşından başkasının okumayacağı bir bilimsel derginin sayfalarına gömmekle yetinecekti görüşlerini… Bense hemen anlamıştım, bu gerçekleştiğinde büyük paraların çantada keklik olacağını.”
“Gilbert’a göre, müziğin ölümsüz başyapıtlarının ya da banal olmakla birlikte liste başlarına tırmanan melodilerin ortak özelliği, insan beynindeki elektrik ritmleriyle uyum içine girmesi, onlarla senkronize olmasıydı. Müziğin ritmiyle zihinsel ritm arasındaki bu çakışma, bu uyum, o müzik parçasının beyinde kalıcı bir izlenim yaratmasına neden oluyordu. Herkesin anlayacağı biçimde somutlaştırmak için sık sık şu benzetmeye başvururdu: Müzikle beyin arasındaki ilişki, anahtarla yale kilidi arasındaki ilişki gibidir. Müziği anahtara, beyni kilide benzetebilirsiniz. Anahtarın kilide girebilmesi için, her şeyden önce dizaynlarının birbirlerine uyması gerekir.”
“Dostum Gilbert, soruna iki açıdan yaklaştı: İlk aşamada, klasik ve popüler müziğin gerçekten tutulan, ünlü parçalarından birkaç yüz tanesini gözlem altına alıp yapılarını, dizaynlarını incelemeye başladı. Kendi deyimiyle onların morfolojileri üstünde durarak ortak paydalarının bulunup bulunmadığını araştırmaya koyuldu. Çalışmalarının en kolay aşamalarından biriydi bu… Melodileri bir ‘Armonika Tahlil Aracı’na veriyor, bu araç da otomatik olarak bütün değişik frekansları ayrıma tabi tutuyordu. Kısa sürede bitirmişti işin bu yönünü…”
Dinleyenleri rahatsız edici biçimde, sus aralarından birini daha verdi Harry. Birasından bir yudum alıp elinin tersiyle dudaklarını sildi.
“İkinci aşamada, beyindeki doğal elektrik titreşimlerle müziğin dalga dizaynları arasındaki ilişkileri saptamaya koyuldu. İşte, dostum Gilbert bu noktada derin felsefe konularına girmeye başladı. Açıkça belirtmese de iddiası, liste başına tırmanan yapıtların aslında tek bir melodiye indirgenebileceğiydi. Liste başını tutanlar, beyindeki elektrik titreşimlerin dizaynıyla tam uyum içinde olan bu temel melodinin özde aynı kalan varyasyonlarıydı ‘Müzisyenler yüzyıllardır böyle bir temel melodiyi arıyorlar,’ derdi. ‘Arıyorlar, ama bulamıyorlar. Bir parçanın liste başı olması bestecinin hünerinden değil, sırf rastlantıdan kaynaklanıyor. Arasalar da bulamazlar, kendilerini hep liste başında tutacak o temel melodiyi… Müzikle zihin arasındaki ilişkiyi kurabilecek ve bundan gerekli sonuçları çıkarabilecek bilgiden yoksun oldukları için başaramayacaklar, o En Güzel Melodi‘yi bulmayı,’ diye söylenirdi.”
Harry’nin öykü anlatması sırasında çok ender rastlanan bir olay oldu. John Christopher’ın burnundan Hımff diye küçümseyici bir ses çıktı. Bütün bakışlar o tarafa döndü.
“Platon’un bildiğimiz ‘İdealler Teorisi’ bu dedi,” John. “Senin şu Gilbert dostun yeni hiçbir şey söylemiyor. Maddi dünyadaki bütün nesnelerin, dünya-ötesindeki asıllarının, ‘ideal’ prototiplerinin kötü ve kusurlu bir karbon kopyası olduğunu iddia ediyor. Ha tek masa, tek iskemle… Ha tek melodi… Hiç fark yok bunlar arasında… Ama, sen yine de anlat… Sevgili dostun Gilbert bulabildi mi o ‘En Güzel ve Tek Melodi’yi?”
Harry’nin bir özelliği varsa, o da sözünün kesilmesine istifini bozmadan karşılık verebilmesidir. Hiç değilse bozulduğunu iyi gizler. Devam etti Harry.
“Tüm malzemenin toplanıp tahlil edilmesi bir yıl kadar sürdü. Gilbert ondan sonra verilerinin, gözlemlerinin sentezini yapmaya koyuldu. Gözlemlerine dayanarak geliştirdiği kurallar ışığında, programlanmış ses dizaynları üretecek bir makine yaptı. Osilatörleri, karıştırıcıları, dizicileri vardı bu makinenin… Üretilen sesler daha sonra makinenin besteleyici bölümüne geliyordu. Bir bilim insanının bilinen romantizmiyle, bu beste makinesine ‘Ludwig’ adını koymuştu Gilbert…”
“Ludwig’in nasıl çalıştığını daha iyi anlamanız için, onu ışıkla değil de sesle çalışan bir kaleydoskopa benzetebilirsiniz. Ama rastgele dizaynlar üreten kaleydoskoplardan farklı olarak Ludwig, insan zihninin temel yapısına dayalı kurallar yansıtan belli ses kalıpları ortaya çıkarıyordu. Temel varsayım doğruysa, makinenin ürettiği çeşitli ses dizaynları incelendiğinde, er ya da geç, ‘En Güzel Melodi’, Tek Melodi’ bulunacaktı. Ludwig’i ilk çalıştığında dinleyen iki kişiden biri olduğum için inanın bana, tek kelimeyle mucizeviydi duyduklarım…”
“Sıradan bir görünüşü vardı Ludwig’in… Herhangi bir laboratuvarda karşılaştığınız elektronik mezbelelerden farkı yoktu. Bilmeyenler amatör telsizcinin radyosu, yeni bir bilgisayar, trafik kontrol sistemi vs. sanabilirlerdi onu… Böylesine sıradan görünüşlü bir makinenin, çalıştığında bugünün ve yarının tüm müzisyenlerini, tüm bestecilerini işsiz-güçsüz ve beş-parasız sokağa atacağını ömürbillah düşünemezdiniz. Belki biraz abartıyorum. Ludwig’in Tek Melodisi’nin orkestrasyonu sırasında belki yardımları olur, boğaz tokluğuna çalışabilirlerdi.”
“Özenli hazırlıklardan sonra Ludwig’i çalıştırdı dostum… İlk seslerin hoparlörden çıkıp da kulağıma geldiğini dünmüş gibi anımsıyorum. Hata yapmamaya özen gösteren, ama pek de yetenekli olmayan bir öğrencinin birkaç piyano dersinden sonra yaptığı temrinleri andırıyordu bu ses… İşlenen temalar basit, banaldi. Önce birini çalıyor, varyasyonlarını deniyor, bütün olasılıklar tükendikten sonra da yeni bir temaya geçiyordu. Kulağa hoş gelen, hatta ‘çarpıcı’ diyebileceğiniz bir melodi de çıkmıyor değildi arada sırada… Ama açık söylemek gerekirse, çok etkilenmemiştim duyduklarımdan…”
“Hayal kırıklığına uğradığımı yüzümden anlamıştı Gilbert… Makinenin henüz deneme aşamasında olduğunu, ana devrelerin daha henüz tamamlanmadığını söyledi bana… Ludwig rastgele çalışıyor, önüne ne gelirse deniyordu. Ana devreler tamamlandıktan sonra daha alıcı gözle davranacak, ayrım yapacak, yalnızca iyiler üstüne odaklanacaktı. İşte, o noktaya gelindiğinde ortaya çıkacaktı, Ludwig’in gerçek ve sınırsız yetenekleri…”
Sesini tırmandırışından, Harry’nin öyküsünün en dramatik yerine, kreşendosuna yaklaştığını hissettik. Kulak kesilmiştik. Çıt çıkmıyordu.
“O ilk denemenin yapıldığı günden sonra dostum Gilbert Lister’ı bir daha görmedim,” dedi Harry. “Bir hafta sonra buluşmaya sözleşmiştik. Aradaki zamanda gerekli düzeltmeleri yapacak, ama devreleri de harekete geçirecekti. Dağın fare doğurmadığına o zaman inandıracaktı beni… Kendi kulaklarımla duyacaktım, Ludwig mucizesini…”
“Bir işim çıktı, bir saatlik gecikmeyle vardım Gilbert’ın laboratuvarına.. İyi ki de geç kalmışım… Laboratuvara vardığımda, Gilbert’ı az önce götürmüşlerdi. Yıllardır yanında çalışan yaşlı laborantı, başını ellerinin arasına almış, Ludwig’in karman-çorman olmuş kablolarının arasında oturuyordu. Ne olup bittiğini bin bir güçlükle öğrenebildim yaşlı adamdan… Ne olduğunu öğrendikten sonra, neden olduğunu anlamak daha da uzun zaman aldı. Olayları kafamda yerli yerine ancak birkaç hafta sonra oturtabildim.”
“Tartışma götürmeyen en büyük gerçek, Ludwig’in amaçlanan biçimde çalışmış olduğuydu. Yaşlı laborant yemeğe çıkmış, Gilbert’sa son düzeltmeleri yapıp makineyi onur konuğu olacağım müzik şölenine hazır duruma getirmek için geride kalmıştı. Adam yemekten döndüğünde, laboratuvar uzun ve son derece karmaşık bir melodiyle çın-çın ötüyordu. Ya makine bir yerde kırık plak gibi takılmış ya da Gilbert tekrar düğmesine basmıştı. Her neyse, makine biter bitmez başa alıp aynı melodiyi tekrarlıyordu. Neredeyse yüzlerce kere tekrarlanmıştı müzik…”
“Yaşlı yardımcısı yanına vardığında trans halinde bulmuştu Gilbert’ı… Kollan, bacakları kaskatı kesilmişti. Gözleri açıktı, ama bakışları bomboştu. Görmeyen gözlerle bakıyordu Ludwig’e… Adamcağız elini uzatıp ‘Stop’ düğmesine basmıştı. Basmasına basmış, Ludwig de susmasına susmuştu, ama bunun Gilbert’a artık yararı, yardımı yoktu. Dönüşü olmayan noktayı çoktan geçmişti.”
Yaşlı laborantın yemeğe gitmesiyle dönmesi arasındaki kısa sürede neler olmuştu orada? Aslında olan belliydi. Bunun böyle olacağını tahmin etmeliydik önceden… Ama insanların akılları başlarına her ne hikmetse hep olaydan sonra gelir. Bir bestecinin bütünüyle rastlantı sonucu ortaya çıkardığı liste başını hatırınıza getirin. Bir kez dinleyenlerin aklından çıkmaz, bir an için çıksa bile en olmadık yerlerde insanın dilinin ucuna geliverir. O müziği, o melodiyi uykusu sırasında duyar insan… Tütün kokusunun elbiseye sinmesi gibi, çıkmamacasına benliğine yerleşir, siner insanın… Ayda yılda bir kulağa gelen bir melodidir bu… Ama bir de, o Tek Melodi’yi düşünün. O En Güzel Melodi’nin insan zihni üstündeki muhtemel etkilerini kafanızda canlandırın. Onun ilkel ve katışıklı, eksik ve hatta bozuk bir varyasyonu günlerce insan zihnini meşgul edebiliyorsa, aslı ne yapmaz? İnsan zihnindeki bellek devrelerine yapışıp kalır. Tekrar tekrar çalınır. Öteki bütün düşüncelere baskın gelir, hatta onları beyinden kovar, oranın Tek Egemen’i olup çıkar. Tüm düşünceler, tüm hayat kıpırtıları artık kölesidir Tek Melodi’nin… Köle sahibi gibi atar, satar, öldürür onları… Tüm beyni ele geçirip ‘bilinç’ dediğimiz olayın fiziksel dışavurumu olan titreşimleri kendi dalga boyuna alır. Bu da sonu olur insanın… Yalnızca o Tek Melodi’yi dinleyen, başka hiçbir şeyi algılamayan bir bitkiye, bir asalağa dönüşür. Dostum Gilbert Lister’ın da başına bu geldi işte…”
“Bilincinin geri gelmesi için her şeyi denedi hekimler… Elektroşok yöntemleri bile para etmedi. Yalnızca bir kez duyduğu, sonra da duymadan dinlediği o Tek Melodi’yi ne yaptılarsa, kazıyıp atamadılar talihsiz dostumun belleğinden… Beyninin içindeki milyonlarca hücrenin kendi kulaklarıyla, kendi duyularıyla, sonsuza dek o Tek ve En Güzel Melodi’yi dinlemeye mahkûm edildi. Dış dünyayı algılamıyor artık… İğne batırıyorsunuz, hissetmiyor. Vücudunun ölmemesi için damardan besliyorlar onu… Hiç kıpırdamıyor. Ama görenlerden işittim, parmaklarında garip bir tik var. Açıklayamıyorlar, bu gayrı iradî dedikleri kıpırtıyı… Bana sorarsanız, o Tek Melodi’ye tempo tutuyor parmaklarıyla…”
“Kurtarılması olanaksızmış… Aslında karar veremiyorum. Kimine göre başına gelenler korkunç… Bana sorarsanız o kadar da korkunç olmayabilir. En Güzel Melodi’yi dinliyor. Ömrünün sonuna kadar dinleyecek… Müzik tutkunlarına sorarsanız Gilbert cennette… Bana kalırsa, işi bu kadar da abartmamak gerekir. Platon’dan bu yana bütün düşünürlerin arayıp da bulamadıkları En Büyük Gerçek’i buldu belki de… Ama bir insan, ”en büyük” de olsa, aynı gerçeği bıkıp usanmadan kaç kere dinleyebilir? ‘Tek’ de olsa, ‘En Güzel’ de olsa can mı dayanır, kulak mı dayanır, tekrar-tekrar aynı parçanın çalınmasına?”
“İnanır mısınız, bir kez olsun duymak isterdim o Tek Ve En Güzel Melodi’yi. Kim bilir, nasıl bir şeydi? Gilbert’ın başına gelenlere uğramadan üstesinden gelinebilirdi belki de… Sirenlerin şarkısını duyan herkes ölüme giderken, Ulysses ecelin elinden yakasını, kayalıklardan gemisini kurtarmanın yolunu bulmadı mı?”
***
“Tahmin etmeliydim,” dedi Charles Willis, hırçın bir ses tonuyla… “Gilbert devre dışı kalınca, makinede bozuluverdi. Öykü diye bize dinlettiğin bütün palavralarında hep makine bozuluyor sonunda… Anlattıklarının yalan olup olmadığını sınayamıyoruz o zaman… Allah için bir kere de sınanabilir bir şeyler anlat!”
Hiç kızmadı Harry, Willis’in bu sert çıkışına. Alışkındı bunlara… Alıştığımız acıma dolu bakışını fırlattı dostumuza…
“Unuttun galiba,” dedi. “Yaşlı laborant döndüğünde makine çalışıyor, Tek Ve En Güzel Melodi çalıyordu. Ondan sonra olanlar yüzünden kendimi hiçbir zaman affedemiyorum. Gilbert’ın deneylerine öylesine kendimi kaptırmış, dizi dizi liste başı parçanın getireceği paracıkların hayaline öylesine kendimi kaptırmıştım ki, şirket işlerini son birkaç haftadır epey ihmal etmiştim. Sonra da Gilbert’ın başına gelenlerin etkisiyle, iki hafta rapor alıp kafa dinlemeye gitmiştim. Döndüğümde ne göreyim? Bizim şirket Gilbert’ın laboratuvarındaki bütün araç-gereçlere haciz koydurup satışa çıkarmamış mı? İşe yarayan her şey haraç-mezat gitmiş. Gilbert kendini deneylerine öylesine kaptırmış ki, bizden aldıklarının taksitlerini ödemeyi unutmuş…”
“Ludwig’i gördüğümde, işe yarayan bütün parçaları çıkartılmış, satılmıştı. Karnında bıçak yarası alan
adamın bağırsaklarının önüne dökülmesi gibi, kablo sistemi yerlerde yatıyordu. Üç kuruş geri alacağız diye onanmaz biçimde öldürmüşlerdi makineyi… Laboratuvara tekrar girdiğimde bu manzarayla karşılaştım, oturup başına hüngür hüngür ağladım.”
“Her şeye verilecek bir yanıt buluyorsun,” diye söze girdi Eric Maine… “Ama bana kalırsa, bir yerde daha çuvalladın ahbap… Gilbert’ın yaşlı laborantına ne oldu? O ‘Tek Melodi’ dediğin şeyi çalıyordu Ludwig, adam yemekten döndüğünde… Gilbert gibi o da işitmiştir çalınanı… O neden aklını oynatmadı?”
Bardağındaki son yudum biraya baktı Harry Purvis. Eski bir dostundan ayrılıyormuş gibi üzüntülü üzüntülü başını salladı, sonra da bardağı ağzına götürüp son yudumu boğazından aşağıya boşalttı.
Elinin tersiyle o gece son kez dudaklarını sildi.
Derin bir nefes aldı. Tek tek herkeste durarak, bakışlarını odada toplanmışlarda gezdirdi. Hem insanlara acır, hem de cahil olanları suçlar gibiydi sesi…
“Ne o? Beni sorguya mı çekiyorsunuz?” dedi.
“Önemli görmediğim için değinmediğim bazı şeyleri alıp büyütüveriyorsunuz hemencecik… O Tek Melodi’nin ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu neden bilemediğimi, öğrenemediğimi hiç düşünmediniz mi? Bakın anlatayım. Gilbert’ın yardımcısı birinci sınıf bir laborant, çok yetenekli bir teknisyendi. Ama Gilbert’a, Ludwig üstünde çalışırken çok az yardımcı olabilmişti. Yalnızca bazı kablo bağlarını kurmuştu. Müzik kulağı yoktur bazı insanların… Müzik çalınırken dinlerler, ama duymazlar. Sanki sağırdırlar melodilere. Gilbert’ın yardımcısı da bunlardan biriydi. Ha Tek Ve En Güzel Melodi, ha dama çıkmış bir ordu kedinin miyavlaması… Öldürsen, ayırt edemezdi bunları…”
***
Kimse başka soru sormadı Harry Purvis’e. Galiba hepimiz susmayı, düşüncelerimizle baş başa kalmayı tercih etmiştik.
O başta sözünü ettiğim garip, açıklanmaz sessizlik çökmüştü White Hart’ın üstüne… Bıçakla kesilecek kadar koyu bir sessizlikti bu…
Saat tutmadım, ama sanırım on dakika kadar sürdü ortak suskunluğumuz…
Derken, Charlie ıslıkla tutturdu, Rayel’in Bolerosunu…
Önce bir-iki kıpırtı geldi bunun üstüne… Sonra da White Hart’ta hayat yeniden başladı.