Close Encounters of The Third Kind kapak

Uzaylılarla Üçüncü Türden Yakınlaşmalar

Üçüncü Türden Yakınlaşmalar (Close Encounters of The Third Kind), ünlü yönetmen Steven Spielberg tarafından 1977 yılında çekildi. Film, insanların dünya dışı varlıklarla karşılaşmalarını ve iletişim kurmalarını ya da kurma çabalarını konu alıyordu. Spielberg bu filmi çektiğinde henüz 31 yaşındaydı ve iki yıl önce çektiği Jaws’ın yarattığı etkiden hayli memnundu.

Spielberg, o zamanlar dönüşüm geçirmekte olan Hollywood için önemli bir yönetmendi. Kendine özgü sinema tarzıyla dikkat çekmişti ve görsel efektleri, gerilim unsurlarını ustalıkla kullanması, hikâyelerinde derinlikli bir şekilde psikolojik arka planlara yer vermesi filmlerine büyüleyici bir atmosfer katmasına yardımcı oluyordu. Yine hikâye anlatımındaki yeteneği, izleyicilerin duygusal bir bağ kurmasını sağlıyor ve film izleme deneyimi güçlü bir katarsise aracılık ediyordu.

“Genç” Bir Öncü

Spielberg, 1970’lerde ve sonraki yıllardaki çektiği filmleriyle büyük bir ticari başarı elde etti. Bu başarılar, stüdyoların Spielberg’e olan ilgisini arttırdı ve ona daha fazla özgürlük ve destek sağladı. Aynı zamanda “genç yönetmenler” kuşağının öncüleri arasında gösterildi. Şimdilerde artık yaşlanmışsa da Francis Ford Coppola gibi dönemin genç yönetmenlerinin yaptığı büyük işler, Hollywood’un bu isimlere bakışını kökten etkiledi. Spielberg, 1970’lerdeki başarısıyla birlikte genç yönetmenler için bir öncü hâline geldi. Kendi çektiği filmlerde gösterdiği başarı, diğer genç yeteneklerin de Hollywood’ta yer bulmasına ve kendi tarzlarını ortaya koymasına ilham verdi.

Üçüncü Türden Yakınlaşmalar, 1945 yılında kaybolmuş askeri uçakların bir anda Mojave Çölü’nde ortaya çıkmasıyla başlar. Elbette uzmanlar bu olaya bir anlam veremez. Bir uçak pilotu havaalanı uçuş ekibi ile iletişime geçer ve kendilerine doğru uçan bir cismin geldiğini, parlak ışıkları olduğunu rapor eder, ancak hem pilot hem de havaalanı ekibi bu raporun kayıtlara UFO vakası olarak geçmesini istemez. Roy Neary (Richard Dreyfuss) adlı elektrik mühendisi, bir gece UFO’larla karşılaşır. Bu karşılaşmanın ardından Roy, sıra dışı davranışlar sergilemeye ve sürekli olarak bir dağın şeklini çizmeye başlar. Kötü ruh hâlinden dolayı eşi ve çocukları arasında da olumsuzluklar yaşanır. Sonunda Roy’un eşi Ronnie (Teri Garr), daha fazla dayanamayıp evden ayrılır. Roy ise artık kafasındakileri netleştirip zihnindeki resmi bir heykele dönüştürür.

Tesadüfen, televizyonda heykelini yaptığı yerin (dağın) görüntüsünü görünce oraya gitmek için hemen yola çıkar. Devlet olayları gizli tutmaya çalışırken, Roy ve diğerleri de dünya dışı varlıklarla iletişim kurmanın yollarını arar. Roy cephesinde yaşanan bu olaylar ile paralel olarak, Jillian Guiler’ın (Melinda Dillon) oğlu Barry bir gece annesinin tüm çabalarına rağmen UFO’lar tarafından kaçırılır. Jillian, yaşadığı deneyim sonunda Roy ile aynı kaderi paylaşır, o da zihnindeki yeri resmetmeye çalışır. Bu yerin gerçekte var olduğunu öğrenince de oraya doğru harekete geçer. Jillian ve Roy’un gitmeye çalıştığı yer ordu tarafından çoktan karantina bölgesi ilan edilmiştir ve insanları uzak tutmak için havada zehirli bir gazın olduğu iddiası çıkartılmıştır.

Sonunda, Roy ve diğerleri, uzay aracının indiği bölgeye girmeyi başarırlar. Ordunun engelleme çabalarına rağmen tepeye ulaşırlar ve hükûmetin kurduğu özel iletişim alanını bulurlar. Burada bilim insanları, UFO’lar ile iletişim kurabilmek için özel bir ses sistemi ve çalışma alanları geliştirmiştir. Gece nihayet UFO’lar tekrar ziyarete gelir. Orada dünya dışı varlıklarla temas kurarlar. Bu temas oldukça ilginç ve müzikaldir.

Deliliğin Sınırlarında

Uzaylılar, sinemada uzun bir süredir büyük bir popülerlik ve ilgi kaynağı olmuştur. Evrende insan harici başka zeki yaşam formlarının olabileceği düşüncesi, toplumun merak ve hayal gücünü tetiklemiştir. Uzaylılar, farklı türlerde ve formlarda temsil edilebilirler, bu da sinemada sonsuz yaratıcılık ve çeşitlilik sunar. Film bu konuda bilindik algı ve Stereotipleri değiştirmese de, uzaylıların sinemadaki popülerliğinin artmasına yardımcı olur. Son dönemde Arrival gibi filmlerde çok daha spesifik bir sorgulama konusu hâline getirilen, “uzaylılarla nasıl temas kuracağız” sorusunu da gündemine alır. Sonuçta uzaylılarla bizi birbirimize bağlayan ortak kodlar yoktur. Spielberg bu konuda, üstelik oldukça da yaratıcı biçimde bize müziğin evrenselliğini hatırlatır.

Uzaylıların sinemadaki temsilleri genellikle bilinmeyene ve korkuya odaklanır. İnsanların karşılaştıkları yabancı varlıkların niyetleri, yetenekleri ve amaçları konusundaki bilinmezlikler, toplum üzerinde endişe ve korku yaratır. Film bu korkuyu diri tutar ve uzaylıları hem bir gizemin hem de korkunun nesnesi yaparak ikircikli duygular yaratır. Spielberg filmi çektiğinde kayboluş ve istismar hikâyelerinin bilincindedir ve arka fonda bu korkuları sürekli canlı tutarak türün uzlaşımlarını sürdürür. Dahası, uzaylıların varlığı ve buna duyulan inanç meselesinin nasıl bireyi toplum dışına ittiğini de gösterir. Özgül bir deneyimin odağındaki bireyimiz Roy, bu yaşadığı deneyimin anlamsız ve saçma olmadığı konusunda ötekileri bir türlü ikna edemez ve aile düzenini bile yitirir. Deli, şizofren, nevrotik damgası yemeye razı olur. Sınır aşıldığında yalnızlaşan ve bireysel deneyimi  ile toplum yaşamı arasında sıkışan bireylerin “hakikat” mücadelesi, kahramanla özdeşim kurmamızda bizlere yardımcı olur.

Uzaylılarla İletişim Sorunu

Yine bilindiği üzere uzaylılar, sinemada iletişim ve kültürel farklılıkların bir araştırma alanıdır. İnsanlarla uzaylılar arasındaki iletişim zorluğu, dil bariyeri ve kültürel farklılık, filmlerde sıkça ele alınan temalar arasındadır. Bu tür filmler, insanların farklılıkları anlama ve karşılıklı anlaşma çabalarını vurgular. Spielberg bu konuda müziği ve görsel, ikonik imgeleri anlatıda bir süreklilik sağlamak için kullanır. Bir türlü anlamlandırılamayan ve sabit biçimde canlanan dağ imgesi ve müzik, ilk temasın en azından yıkıcı tarafını bertaraf eder ve iletişimin kazasız belasız gerçekleşmesine imkân tanır. Spielberg bu konuda ortada durur; insan türünün biricikliğini yerinden etmemek adına evrensel ve hümanistik yönlerimizi öne çıkarmaya çabalar. Bilinç, araştırma güdüsü ve hakikat istenci gibi özellikler, bizi insan yapan ve üstün uzaylılara karşı “eşit” kılan unsurlar olarak öne çıkartılır.

Uzaylılar, sinemada insanlıkla evren arasındaki ilişkiyi de temsil eder. İnsanların evrende yalnız olmayabileceğini ve daha büyük bir kozmosun parçası sayılabileceğini hatırlatır. Uzaylılar, insanların dünya dışı yaşama olan inançlarını, umutlarını ve korkularını yansıtır. Gerçekten de eğer uzaylılar varsa, onların ne niyete sahip olduklarını bilemeyiz. Ancak uzaylıların varlığına karşı merak duyar ve onlarla etkileşime geçmeyi arzularız. Bu merak, insanlığın sınırlarını aşma ve daha büyük bir evreni keşfetme arzusunun izdüşümüdür. Dolayısıyla filmde uzaylılarla temas, insanlığın aşması gereken bir dönem ve süreç olarak ele alınır. Bir bakıma film, insanlığın bu iletişim kurabilme becerisini evrensel ligdeki varoluşunun anahtarı olarak sunar. Bunun bağlandığı nokta aslında sadece uzaylılar değil, aynı zamanda insanlıktır. Film, insan doğasının farklı yönlerini temsil eder. İnsanlar, uzaylı varlıklara karşı farklı tepkiler gösterir. Bazıları meraklı ve anlayışlı olurken, diğerleri korku ve saldırganlık hissiyle hareket eder. Film de buna atıfla, insanların içindeki iyi – kötü çatışmasını ve insan doğasının karmaşıklığını yansıtır. Böylece temkinli varoluş ve rasyonellik, insanlığın bu yeni seviyeye çıkmasında ulaşması gereken bir seviye olarak sunulur.

Kısacası Üçüncü Türden Yakınlaşmalar, sinema tarihinde önemli bir yere sahip olan ve bilimkurgu türünün başyapıtları arasında gösterilen izlenesi bir filmdir. Spielberg, Jaws’la başlattığı blockbuster serisine bu filmle devam eder. Spielberg’in yönetmenlik yetenekleriyle birleşen film, bugün bile olağanüstü görsel efektleri ve atmosferiyle izleyicileri büyüler. Filmdeki görsel efektler ve yapım kalitesi, sinema endüstrisinde de büyük etki yapmış ve sonrasında çekilen bilimkurgu filmlerine ilham kaynağı olmuştur. Bu nedenle aradan geçen yarım asra rağmen hâlâ bilimkurgu tutkunlarının izlemesi gereken klasikler arasındadır. Filmde, Fransız Yeni Dalga akımının ünlü yönetmeni François Truffaut’nun bulunması da ayrı bir güzelliktir.

Yazar: Mikail Boz

Ömrünün yarısını ne yapacağını, kalan yarısını da ne yaptığını düşünerek geçirmek istemeyen bir yersiz yurtsuz... Bilimkurguyu da bu yüzden seviyor...

İlginizi Çekebilir

La belle verte

Bir Ağaç Gibi Köküne Dönmek: La belle verte

“Toplum böylesine parçalanmaktansa yeniden bir araya gelmeli. Sadece doğaya bak, hayatın ne kadar basit olduğunu …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin