1999’dan 2000’e geçmemize yalnızca haftalar var. Yalnızca New York’ta 35 milyon insan yaşıyor. Su yok. Petrol yok. Yiyecek yok. Barınak yok. Umut yok…
Metis bilimkurgu dizisinde yer alan bu eser, beni ilk olarak ismiyle tavlamayı başarmıştı. Distopya olduğunu da öğrenmemle birlikte, okuma listemde bir anda en üst sıralara kadar tırmandı. Distopya türündeki eserlere duyduğum tutku sebebiyle de, kısa sürede bitirdim.
Distopik kitapları sevdiğim kadar, o eserleri yazan yazarları da sever ve saygı duyarım. İşbu sebeple, Harry Harrison’ı da sevdim. 5 kitaptan oluşan Paslanmaz Çelik Sıçan serisinin yalnızca 2’sini yayımlayan Metis’e kırgınım ayrıca. Yer Açın! Yer Açın!’dan sonra, yazarın diğer kitaplarına da gözümü dikmiş biri olarak, bu 2 kitapla yetinebilecek miyim, bilmiyorum.
1966’da kaleme alınan ve sonrasında Nebula Ödülü kazanan bu kitapta Harrison, 1999 yılını düşleyerek oynatmış kalemini. Gelecekte geçtiğine göre bu kitap elbette bir bilimkurgu. Fakat Harrison öyküsüne bilimkurgusal öğeler katmaktan kaçınmış ve işin tamamen distopik boyutuna yönelmiş. Düşlediği distopik gerçekliği okuruna empoze etmek en birincil amacı ve kesinlikle bunu başarıyor.
“Bak, bugün berbat bir dünyada yaşıyoruz ve sıkıntılarımızın tek sebebi var. Çok fazla lanet olası insan.” –Sol.
Bir milenyumun bitip yerine bir diğerinin başlayacağı o efsane olma potansiyeline sahip zaman diliminde geçiyor öykümüz. Dünya nüfusu patlama yapmıştır, öykümüzün geçtiği New York da buna dahil. Nüfusun çokluğu ile su, petrol, yiyecek, barınak gibi kaynakların hemen hepsi tükenmenin eşiğine gelmiş ve dünya yaşanılamaz bir boyuta ulaşmıştır.
Yalnızca zengin insanların gereken tüm ihtiyaçlarını giderebildiği, kendilerine ait evlerde yaşayabildiği, fakirlerin ise dışarılarda yatıp kalktığı, bir evi metrekare hesabı bölüp o şekilde yaşadığı bir gelecektir bu. Yani içinde bulunduğumuz dünya düzeninin, böylesine bir ortamda dahi devam ettiğini, güçlünün her daim güçlü olduğunu vurguluyor Harrison. Bir anlamda kapitalizm eleştirisi yapıyor.
1999’un New York’unda hayatta kalma garantiniz bile yok. Her an bir yerlerden bir tehlike kapınızı çalabilir. Evsiz kalabilir, su ve yiyeceğe erişiminiz engellenebilir, sinir kat sayısı yüksek olan bir topluluk tarafından hunharca katledilebilirsiniz. Bu sebeple zaten her gün ölen insanları cadde ve sokaklardan toplayan bir şirket bile bulunmakta. Aynı şirket, yiyeceğe de bir çözüm bulmuş durumda ve zaten kitabın temel konusu da bu.
“Dünya cehenneme gitmiş durumda -gitmekte değil- onu oraya itmekten de hepimiz sorumluyuz.” –Sol.
Olay örgüsü aşk teması etrafında şekilleniyor. Andy, bir polis memurudur ve derme çatma bir evde, Sol adlı yaşlı bir adam ile yaşamaktadır. Dünyanın henüz dünya olduğu zamanları hatırlayan Sol, zaman zaman o yıllardaki yaşantısından demeçler veriyor ve o özlenen hayatı gözlerimizin önüne seriyor. Sol’un, Shirl ile olan konuşmaları bu açıdan çok önemli bir yer ediniyor kitapta.
Andy Rusch, nüfus patlaması yaşanan bir ortamda, New York’ta düzenli bir işe sahip olduğu için şanslı olduğunu düşünüyordur lakin insanların yiyecek ve içecek bulmak adına saldırganlaştığı böylesi bir gelecekte sürekli fazla mesai yapmak zorundadır. Üstündeki kişiler tarafından bir cinayeti çözmekle görevlendirilen Andy, hiç hesapta yokken Shirl adlı bir kadına aşık olacaktır. Hayat şartlarının kendisini olumsuz şeyler yapmaya zorladığı Shirl, güzel bir kadındır ve aralarında bir aşk filizlenir.
Polisiyeyi de bünyesinde barındıran bir bilimkurgu Yer Açın! Yer Açın! Kitap hakkında çok fazla bilgi vermedim, okuyarak burada anlattığımdan fazlasını ve Harrison’ın şaşırtıcı finalini tecrübe edebilirsiniz.
“Herkesin kendine göre fikirleri var, onları kabul ettirip, başka herkesin canı cehenneme diyorlar. İnsan ırkının tarihi böyle. Bizi tepeye çıkaran bu oldu, şimdiyse raydan çıkarıyor.” –Sol.
Make Room! Make Room!, Nasıl Soylent Green Oldu?
1973 yılında, Richard Fleischer tarafından beyazperdeye aktarılan bir de filmi bulunmakta kitabın. İsmi ise Soylent Green. Sinemaya uyarlanan romanların isimlerinin değiştirilmesini hoş bulmayan biri olarak, filmin varlığından ilk haberdar olduğumda şaşırmıştım.
Kadrosunda Charlton Heston, Leigh Taylor-Young ve Edward G. Robinson isimlerini barındıran film, kitaba oranla biraz farklı bir senaryo izliyor. Kitap 1999’da geçerken, film 2022 yılını kendine konu ediniyor. Kabataslak olarak kitabın kurgusunu işlediğini görüyor olsak da, bazı sahnelerde ufak tefek ayrılıklar, filmin senaryosu kaleme alınırken değiştirildiğini gösteriyor. Sahnelerden burada bahsedersem spoiler vermiş olurum, bu yüzden burada susuyor ve izleme zevkinizi bozmuyorum.
Ben filmi bu haliyle bile başarılı buldum. Her ne kadar kitaptaki havayı perdede ve camda bulamayacağımı bilsem dahi, okuduğum bir kitabın filmini veyahut dizisini izlemeyi her zaman sevmişimdir. İzlerken keyif aldım. Distopik bir geleceği iyi bir şekilde yansıtmış yönetmen fakat çekim hataları ve kopukluklar da yok değildi.
1960 yılında Ben-Hur filmindeki unutulmaz performansı ile Oscar Ödülü’nü kucaklayan Charlton Heston, Soylent Green’de de oyunculuk anlamında en öne çıkan isim. Zamanının en güzel kadınlarından biri olan Leigh Taylor-Young’ın performansı da görülmeye değer. Eğer filmi izlerseniz, ne kadar güzel olduğunun farkına sizler de varabilirsiniz. Ama öncelikle kitabını bir yerlerden bulup okumanızı tavsiye ederim.
Metis Yayınları’nın artık bilimkurgu basmayacağı aşikar, bu yüzden diğer yayınevlerine sesleneyim ben: Biz bilimkurgu severlerin tekrar Harry Harrison okumasını sağlayın. Başta Yer Açın! Yer Açın! olmak üzere, bu yazarın külliyatını ülkemize kazandırın.
“Bir zamanlar koskoca bir dünya vardı elimizde ama onu yedik, yaktık, bitirdik.” –Sol.
Bu yazı daha önce Kayıp Rıhtım’da yayımlanmıştır.