İçinden çıktığım kabuğa geri dönmeyeceğimi bilerek şehrin doğu kapısına doğru yola koyuldum. Uyku saatine göre aydınlatılmış şehrimizde bir gökyüzümüz olmadığını çoktan unutmuştuk. Kabuğumu yarıp çıkabilmiş olmam büyük bir olaydı. O anda izlenmiyor olmam mümkün değildi. Bunu bana bir hediye gibi verdiklerini ya da yapacakları daha büyük bir kötülüğü hak etmem için beni teşvik ettiklerini düşünüyordum.
Kabuk, benim son on ayımı geçirdiğim yerdi. Orada sürekli uyutuluyor ve damar yoluyla besleniyordum. Tamamen çıplaktım ve dışkılama işlerim -ki çok nadirdi- oradaki mekanizmalar aracılığıyla sorunsuz bir biçimde yürütülüyordu. Kabuk dediğimiz küçük tek kişilik hücre, ipek böceğinin kelebek olmak için kendine ördüğü kozadan ilham alınarak tasarlanmıştı. Buna rağmen ona neden ‘koza’ değil de ‘kabuk’ dediklerini bilmiyordum.
İsmi ne olursa olsun, o uyuşuk yerden çıktığıma gayet memnundum. Aslında orada tutulmak için idarecilerin iyi bir gerekçeleri vardı. Uyumsuz ve sık sık sorun çıkaran biriydim çünkü. Aklım erdiğinden beri bu her şeyi sürekli kontrol altında olan sözüm ona ‘mükemmel yaşam alanımız’dan rahatsızlık duyuyor, bir şeyleri bozmak için karşı konulmaz bir hisse kapılıyordum.
İlk suçlarım, bazı kamu mallarına zarar vermek gibi ufak tefek şeylerdi. Fark edilince yetmiş günlük rehabilitasyona maruz bırakıldım ve bir daha böyle bir şeye kalkışmayacağıma dair söz vermek zorunda kaldım. Bizim şehrimizde kamuya verilen sözler tutulmazsa cezası kabukta uyutulmak oluyordu. Aslında bunun tam olarak kime, nasıl bir ceza verdiğini anlayamıyordum. Çünkü sadece uyumak bir ceza gibi hissedilmiyordu. Bu, zaten izole hayatlarımızda önemsiz bir ayrıntı gibiydi. Bir söylentiye göre, kabuğa girenlerin düşünme sistemleri bozuluyor ve bir daha normal hayata karışamıyorlardı. İdareciler bunu elbette reddediyordu.
Dürüst olmak gerekirse, şehrimizde kural olarak nitelendirilebilecek çok fazla şey de yoktu. Sınırsıza yakın bir özgürlüğe sahiptik ama yapacak bir şey bulmak gerçekten zordu. İşlerimizin neredeyse tamamı robotlar tarafından görülüyordu. Bize sadece kendimize iyi bakmak, robotların önerilerine kulak asmak ve kendimizi eğlendirmek kalıyordu.
Maalesef kendimizi eğlendirmek ya da sıkılmadan durabilmek işimizin en zor kısmıydı. Biyolojik ailelerden gelmiyorduk. Kan bağı, grup aidiyeti ya da dayanışma gibi kabiliyetlerimiz yoktu. Tek başımıza hayatlar kuruyor, hislerimizi yok sayıyor ve birbirimizle konuşurken neyi nasıl gizleyeceğimiz konusunda gittikçe ustalaşıyorduk. Burada büyümek, kendi başınalığa alışmak anlamına geliyordu. Bense ısrarla büyümeyi reddediyor, insanlarla yüksek sesle konuşmak, onları sınırlarına itmek ve bir kavga üzerinden de olsa onlarla içten, duygu yüklü bir iletişim kurmak istiyordum. İnsan taklidi yapan robotların yazılımları bu konuda beni tatmin etmiyor, ancak insanlarla yaptığım her temasta da onları korkutup kendimden uzaklaştırmayı becerebiliyordum.
Çok sıkılıyordum. Bu da beni sorular sormaya ve şehrin düzenini merak etmeye itiyordu. Zaten en büyük suçumu da bize sonsuz olduğu söylenen kaynaklarımızın peşine düştüğümde işlemiştim. Elbette belirli bir yaşa kadar ‘sonsuz kaynaklar’ bilgisinin doğruluğuna ben de inandım. Ancak yaşım ilerleyip soyut düşünme becerisi kazandığımda, sonsuzu hayal etmenin dahi imkânsızlığı beni ‘gerçek’ cevabı aramaya yöneltti. Bu yönelme sırasında, bir kaynağın sonsuzluğunun ancak döngüsellikle mümkün olacağını düşündüm. Tükettiğimiz şeyler yeniden üretime katılmalıydı. Böylece aynı şeyleri tekrar tekrar üretmek mümkün olabilirdi. Yine de bu sitemde kayıp olması kaçınılmazdı. Dolayısıyla yeni kaynak alanları bulmak şarttı. O hâlde idareciler buna neden ‘sonsuz’ deyip duruyordu? Bir alternatif olarak, şehrin yıldan yıla küçülmesi düşünülebilirdi. Şehir biyolojik varlıklardan arındıkça, inorganik robotların yaşamı sonsuza yakın bir döngüsellikle kurulabilirdi. Bilmiyordum. Ama sonsuz kaynak denilen şeyi bulabilirsem, bunu öğrenebileceğimi umuyordum.
İşte bu sorunun peşine düştüğüm günlerden birinde kendimi şehrin güney kapısına doğru yürürken buldum. Çünkü üretim santrallerimizin en büyüklerinin bu kapının dışında olduğunu duymuştum. Oraya gidip bu üretimin nasıl gerçekleştiğini görmek istiyordum. Yol boyunca sistem gözlüğüme sürekli uyarı mesajları geliyordu. Ama ben durmak istemiyordum. Bu mesajların içimde yarattığı korku hissini de sevmiştim. Kendimi gerçekten canlı hissediyordum.
Yürümeye devam ettim. Bir noktadan sonra uyarılar kesildi. Şehrin kapısına bu kadar yaklaşmışken etrafta beni durduracak hiçbir robotun olmaması şaşırtıcıydı. Sessiz, ışıksız bir ortamdaydım. Kapıya doğru giderken ne olduğum konusunda şüpheye düştüm. Ben bir insan mıydım yoksa bir robot mu? Sıradan bir vatandaş mı, bir idareci mi? Yoksa birinin hatırladığı bir anı mıydım? Bir video kaydı, bir ipek böceği yoksa bir enerji santrali miydim? Kapıya yaklaştıkça bu akıl karışıklığım artıyor ve beni ‘şu anda yaptığım şeyi yapmıyor’ olduğuma ikna eden sezgim güçleniyordu.
Kapıya temas ettiğimde zannettiğim gibi sert, kesilmez, dayanıklı bir materyalle değil, kat kat iplerden oluşan bir yapıyla karşılaştım. Açmak için onu itmem değil, yırtmam gerekiyordu. Parmağımın ucuyla örgüde küçük bir delik oluşturduğumda, çocukluk yıllarımda bana bakım veren robotun sesini duydum. “Sonsuz döngü aktifleştirildi,” gibi bir şey söylüyordu. Deliğe olanca gücümü uyguluyor, ellerimin hareketiyle onu büyütüyordum.
Bunun bu kadar kolay olması beni şaşırtmıştı. Öte yandan, zihnimden geçen bir başka ses –ki sanrı olması muhtemeldi- şaşırmamam gerektiğini, bunu pekâlâ yapabilecek güçte bir yaratık olduğumu ifade ediyordu.
Açtığım deliğin bedenim için uygun büyüklükte olduğunu fark edince oradan geçmeye karar verdim. İçinden geçtiğim örgü, ipekten yapılmış gibiydi. Aslında daha önce hiç ipek görmemiştim. Ama beynimdeki ses, bunun ipek olduğunu söylüyordu. Diğer tarafına ulaştığımda on aydır tutulduğum kabuktan çıktığımı gördüm. Bir daha geri dönmeyeceğime emin olduğum bu kabuktan ayrılırken şehrin uyku saatindeymiş gibi aydınlatıldığını fark ettim. Etrafta kimseler yoktu. Yol sessizdi. Ben çıplaktım ve şehrin batı kapısına doğru yola koyulmuştum.