Teknoloji ilerledikçe, insanın anlamı ve varoluşu da yeniden tanımlanıyor. Yapay zekâ, biyoteknoloji ve dijital gözetim çağında, insanlığın sınırlarını zorlayan posthümanist fikirler her zamankinden daha güçlü bir şekilde tartışılıyor. Orwell’in distopik dünyalarından bugünün dijital dönüşümlerine uzanan bir yolculukta, insan olmanın ne anlama geldiği ve gelecekte nasıl bir hâl alacağına dair sorular zihnimizi meşgul ediyor. Peki, teknoloji bizi özgürleştiriyor mu, yoksa kontrol altına mı alıyor? İşte Peter Boxall, çevirisini yaptığımız “Bilim, Teknoloji ve Posthümanizm” başlıklı makalesinde bu sorunun yanıtını arıyor.
İnsanlık, tarih boyunca kendi sınırlarını zorlamak ve doğanın kontrolünü ele geçirmek için sayısız teknoloji geliştirdi. Her icat, insanın çevresiyle olan ilişkisini yeniden tanımlarken aynı zamanda onun temel varoluşunu da sorguladı. Peki, insanın sınırlarını genişleten bu teknolojik devrimler, aynı zamanda insanı bir tür olarak zayıflatmış olabilir mi sizce? Teknolojinin bize verdiği güç, bizi kim olduğumuzun ötesine taşırken aynı zamanda bize ne kaybettiriyor? Bunları hiç düşünüyor musunuz?
Bugün, makineler ve yapay zekâ her zamankinden daha hızlı gelişirken “insan” kavramı yeniden tartışmaya açılıyor. Teknoloji bizi “daha insan” mı yapıyor yoksa insanın ne anlama geldiğini mi siliyor? Orwell’in karanlık geleceğinde olduğu gibi, posthümanizm çağında bedenlerimiz ve zihinlerimiz kimin kontrolünde? Distopyan bir gelecek senaryosundan öte, posthümanizmin yükselişi, giderek dünyaya ve kendimize bakış açımızı kökten değiştiren bir felsefi dönüşümü temsil etmeye başladı.
İnsanlığın geleceğini anlamak için ne kadar hazırız?
Posthüman Mantığın Yükselişi ve Teknolojinin Dönüştürücü Gücü
Bertolt Brecht’in “Galileo’nun Yaşamı” eserinde, Galileo’nun teleskopu icat etmesi, insanın sınırlarını aşma potansiyeline sahip bir olay olarak tasvir edilir. Ancak bu keşif, sadece insanın evrendeki yerini yeniden düşünmesine yol açmakla kalmaz, aynı zamanda insanın evrenin merkezindeki konumunu kaybetmesine de neden olur. Galileo’nun teleskopu bir yandan gökyüzünü daha net görmemizi sağlarken, bir yandan da evrenin insan aklına göre düzenlenmediğini gösterir. Bu, teknoloji ve bilimin insan algısını genişletme gücünü simgelemesi bakımından önemlidir, ancak insanı kategori olarak zayıflatan bir araç hâline de getirir.
Teknolojinin genişletici ve daraltıcı çelişkisi, Hal Foster’ın “şeytani bir eklenti” tanımında kendini bulur. Teknoloji, bedenin bir uzantısı olarak insanın fiziksel kapasitesini artırmasına rağmen bireyin doğrudan kontrolünü de sınırlar. Foster, teknolojinin insan bedeninin bir uzantısı olduğunu, ancak bu uzantının bedeni kendi temel yapısından uzaklaştırarak ona yabancılaştırdığını öne sürer. Teknoloji, bu anlamda hem insanı güçlendiren hem de sınırlandıran bir unsurdur ve bu paradoks, modernitenin ve posthümanizmin temel çelişkilerinden biridir.
Freud’un “Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları”nda ifade ettiği gibi, teknoloji insanı tanrılara ve kuklalara benzer bir varlığa dönüştürme kapasitesine sahiptir. Ancak bu süreçte insan, doğanın bir parçası olmaktan uzaklaşır ve kendi uzantıları olan teknolojilere bağımlı hâle gelir. Freud’a göre, bu bağımlılık, insanın kendi öz doğasından uzaklaşmasına ve daha büyük bir kırılganlık ve yabancılaşma deneyimine yol açar. Teknoloji, insanın gücünü artırsa da bu güç aynı zamanda insanın zayıflığını ve eksikliğini de derinleştirir.
Orwell’in “1984”ünde Posthümanist Gözetim ve İktidarın Yükselişi
George Orwell’in “1984” adlı eseri, posthümanizm ve devlet gücünün birey üzerindeki etkilerini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Okyanusya’daki totaliter rejim, teknolojiyi kullanarak bireylerin düşüncelerini ve bedenlerini kontrol altına alır. Tele-ekranlar ve “Gerçeklik Bakanlığı” gibi araçlar, sadece bir gözetim mekanizması değil, aynı zamanda gerçekliği yeniden tanımlayan araçlardır. Bu durum, bireyin kendi bedeni ve zihni üzerindeki kontrolü kaybetmesine neden olur; Orwell’in tasvir ettiği dünya, insanların kendi bedenlerine yabancılaştığı ve araç hâline geldiği bir dünyadır.
Winston Smith’in devlete karşı mücadelesi, posthüman bir toplumda insanın özerkliğini yeniden kazanma çabasıdır. Ancak bu çaba, baştan başarısızlığa mahkûmdur çünkü devlet, teknolojik araçları kullanarak bireyin gerçeklik algısını sürekli manipüle eder. Winston’ın bedeninin ve zihninin kontrolünü yeniden kazanmaya çalışması, posthüman bir toplumda bireysel direnişin ne kadar zor olduğunu gösterir. Devletin teknolojik aygıtları, sadece bireyin davranışlarını değil, aynı zamanda düşüncelerini ve duygularını da kontrol eder.
Orwell’in distopyasında, bireyin bedeni ve zihni üzerindeki tüm kontrol devletin elindedir. Bu durum, bireyin özerkliği ve insanlığı için bir tehdit oluşturur. Orwell’in “1984”ü, posthümanizmle ilgili olarak teknolojinin insan doğasını nasıl dönüştürdüğünü ve bireyin varlığını nasıl tehdit ettiğini gözler önüne serer. Posthüman bir toplumda, insanın kendi kimliği üzerindeki kontrolü kaybetmesi kaçınılmazdır ve bu durum, bireyin hem fiziksel hem de zihinsel bütünlüğünü tehdit eder.
Yeni Dalga: Beckett ve Ballard’ın Posthümanist Vizyonu
1970’lerde ortaya çıkan yeni dalga, Samuel Beckett ve J.G. Ballard gibi yazarlarla birlikte, posthümanizmin insan üzerindeki etkilerini daha da derinleştirdi. Beckett’in “The Lost Ones” ve Ballard’ın “Vahşet Sergisi” eserleri, insanın içselliğinin ve özerkliğinin nasıl yok edildiğini, yeni bir posthüman varoluş biçiminin nasıl ortaya çıktığını gösterir. Beckett’in eserinde, mekanik hareketlerle dolu bir dünyada, insanlar içsel bir anlam arayışında kaybolurken, Ballard’ın eserinde posthüman bedenin erotik ve psiko-cinsel bir coğrafyada yeniden şekillendiğini görürüz.
Beckett’in eserindeki karakterler, insanın içsel benliğinin kaybolduğunu ve kendilerini mekanik bir varoluşa mahkûm ettiklerini fark eder. Bu durum, posthüman bir dünyada içsel benlik ve özerklik fikrinin nasıl ortadan kalktığını gözler önüne serer. Ballard ise posthüman bedenin bir gösteri toplumu içinde yeniden tanımlandığını ve insanın sınırlarının ötesine geçen yeni varoluş biçimlerinin keşfedildiğini gösterir. Ballard’ın karakterleri, insan bedeninin ve ruhunun nasıl teknolojik ve medyatik araçlarla dönüştüğünü ve yeni bir gerçekliğin ortaya çıktığını tasvir eder.
Yeni dalga, posthümanizmin insan üzerindeki etkilerini daha derinlemesine inceleyerek insan varoluşunun sınırlarının nasıl genişletildiğini ve dönüştürüldüğünü gösterir. Beckett ve Ballard’ın eserleri, posthümanist düşüncenin sadece spekülatif bir tema olmadığını, aynı zamanda insan deneyiminin merkezine yerleştiğini ortaya koyar. Bu eserler, insanın teknolojiyle olan ilişkisini, bu ilişkinin insan benliği ve özerkliği üzerindeki etkilerini sorgular ve yeni bir varoluş biçiminin keşfini mümkün kılar.
Yirmi Birinci Yüzyılda Posthüman Estetiğin Gelişimi
Yirmi birinci yüzyılın başlarında, posthüman estetiğin üçüncü bir dalgası ortaya çıkmıştır. Ali Smith, David Mitchell, Zadie Smith ve Tom McCarthy gibi yazarlar, posthümanizmin yeni bir perspektifini sunarak teknolojik varoluş biçimlerinin maddi dünyayla nasıl ilişki kurabileceğini araştırır. Bu yazarlar, insanın çevresiyle olan ilişkisini yeniden düşünerek insan ve posthüman etkileşimlerin yalnızca spekülatif değil, aynı zamanda maddi ve çevresel gerçekliklerle de uyumlu olabileceğini savunur.
Yeni dalga, çevresel felaketlerin gezegenimiz için en büyük tehdit olduğu bir dönemde, insanın çevresiyle olan ilişkisini daha derinlemesine anlamamızı gerektirir. Smith ve McCarthy gibi yazarlar, insanın kendi temsillerinden daha fazlasını gerektiren yeni bir varoluş biçimini araştırır. Bu yeni posthüman materyalizm, insanın yalnızca sanal değil, aynı zamanda maddi ve çevresel gerçekliklerle de uyum içinde olmasını talep eder. Söz konusu yaklaşım, teknolojinin insan üzerindeki etkilerini yeniden değerlendirir ve insanın teknolojiyle nasıl bir arada var olabileceğine dair yeni bir çerçeve sunar.
Bu yeni estetik dalga, sadece insanın teknolojik araçlarla olan ilişkisini değil, aynı zamanda bu ilişkinin çevreyle olan bağlantılarını da göz önünde bulundurur. McCarthy’nin “Remainder” adlı romanı, insanın dünyayla olan ilişkilerinde arta kalan maddeyi nasıl hesaba katabileceğimizi ve bu yeni posthüman materyalizmin nasıl ifade edilebileceğini araştırır. Roman, insanın temsillerinden daha fazlasını gerektiren bir gerçeklik arayışında, maddi dünyanın hâlâ var olduğunu ve bu dünyanın insanın varoluş biçimlerini şekillendirmede önemli bir rol oynadığını gösterir.
İnsan ve Madde Arasında Yeni Bir Uyum Arayışı
Tom McCarthy’nin “Remainder” adlı romanı, çağdaş posthümanizmin bir ifadesi olarak insan ve madde arasındaki yeni uyumun nasıl mümkün olabileceğini araştırır. McCarthy’nin kahramanı, teknoloji tarafından vurulduktan sonra dünyayla olan bağını kaybeder ve bu bağı yeniden kurmaya çalışır. Roman, insanın dünyayla olan ilişkilerini tanımlayan dinamikleri ve bu ilişkilerin nasıl yeniden yapılandırılabileceğini keşfeder. McCarthy’nin karakteri, hatırlama ve yeniden canlandırma yoluyla dünyayla olan kayıp bağlarını tekrar inşa etmeye çalışırken, madde ve benlik arasında yeni bir uyum arayışına girer. Ancak bu süreç, onun için sürekli bir tekrarlama ve bir nevroz kaynağı hâline gelir; çünkü her yeniden canlandırma denemesi, dünyaya dair temsil edilemeyen, dilde ve imajda yakalanamayan “artan madde” tarafından bozulur.
Roman, insanın kendi temsil biçimlerinin yetersizliğini dramatize ederken, aynı zamanda yeni bir yazı ve varoluş biçimi arayışını da betimler. McCarthy, bu yeni posthüman materyalizmin nasıl bir estetik form alabileceğini sorgular, Kleist’in “marionet tiyatrosu” metaforuyla insanın maddeyle olan ilişkisini yeniden yorumlar. Romanın kahramanı, dünya ile kendi zihni arasında bir denge kurmaya çalışır, Kleist’in kuklalarının ve protezlerin başardığı uyuma benzer bir deneyim yaşar: “Vücudum, etrafındaki atmosferde zarifçe, yavaşça, suda dans eden bir dansçı gibi akıcı ve zahmetsizce kaydı” ifadesiyle insanın maddi dünya ile uyum içinde var olma potansiyeline dair bir umut sunar.
Ancak “Remainder” bu uyumun erişilebilir olup olmadığını sorgularken, çağdaş posthümanizmin bize sunduğu bir diğer önemli soruyu da gündeme getirir: İnsan ve teknoloji arasındaki bu ilişki, çevresel felaketler ve toplumsal dönüşümlerle dolu bir dünyada nasıl sürdürülebilir? McCarthy’nin anlatısı hem insan hem de posthüman varoluş biçimlerinin sınırlarını ve potansiyellerini keşfeder, öte yandan da yeni bir uyumun nasıl mümkün olabileceğine dair derinlemesine bir sorgulamayı içerir. Roman, maddi dünyanın gerçekliği ile teknolojik uzantılarımız arasında nasıl yeni bir denge ve uyum kurabileceğimize dair bir düşünce alanı açar.
Teknolojiyle şekillenen bu yeni dünyada, posthümanizm sadece felsefi bir kavram değil, aynı zamanda günlük hayatımızda giderek daha fazla karşılaştığımız bir gerçekliktir. İnsanlık bir yandan kendi yarattığı teknolojiler aracılığıyla sınırlarını genişletirken, diğer yandan da bu sınırların içinde kendi doğasını ve varoluşunu yeniden tanımlamak zorunda kalıyor. Orwell’in “1984”ünde olduğu gibi, geleceğin belirsizlikleri arasında, bedenlerimiz ve zihinlerimiz kimin kontrolünde olacak? Bu yeni dünya düzeninde, insanın özerkliği ve özgürlüğü ne kadar korunabilecek?
Belki de sorulması gereken en önemli soru şudur: İnsanın, teknolojiyle arasındaki bu karmaşık ilişkiyi yeniden düzenleyebilmesi mümkün mü? Beckett ve Ballard’ın eserlerinde ortaya çıkan posthümanist vizyon, insanın varoluş biçimlerini yeniden düşünmeye davet ediyor, McCarthy gibi çağdaş yazarlar ise teknolojinin insan doğası üzerindeki etkilerini derinlemesine sorguluyor. Bu yazının ele aldığı gibi, geleceğin dünyasında insanın yerini ve anlamını yeniden keşfetmek, belki de insanlığın en büyük meydan okuması olacak. Bizim bu meydan okumaya nasıl yanıt vereceğimiz ise geleceğimizi belirleyecek en önemli faktörlerden biri olacak.
Kaynak:
- Peter Boxall, “Science, Technology, and the Posthuman” in The Cambridge Companion to British Fiction: 1980–Present, Cambridge University Press, 2019.
Mükemmel bir yazı olmuş emeğinize sağlık.