O gün Müjgan’la şehrin uzağında sessiz bir tepede boğazı izliyorduk. İlkbahar esintisi tenimize dokundukça serinliğin tatlı bir ürpertiyle içimize işlediğini hissediyorduk. Erguvan ağaçları mor renkli çiçeklerini rüzgârla savuruyor, denize karışan bu renk cümbüşü boğazın mavi tonlarıyla bir araya gelerek huzurlu bir manzara oluşturuyordu. Bu manzarada kaybolmuş, neredeyse zamanı unutmuştuk.
İşte o anlarda hayatın bütün telaşından uzaklaşmış gibiydik. Karşı yakada arabalar hızla geçip gidiyordu; şehrin temposu bu yakanın serin huzuruna tesir hatta sirayet dahi etmiyordu. Fakat dikkatle bakınca o telaşı daha net hissettik. Şoförlerin aceleci manevraları, uzaktan işitilen korna sesleri… Herkes bir yerlere yetişmeye çalışıyordu. Aralarındaki telaşı izlerken bile içimde bir gariplik belirdi. Bu koşuşturmanın anlamsızlığı, izleyici olarak kalmama rağmen içimi huzursuz ediyordu.
Müjgan bir süre sessiz kaldı, sadece denizi izledi; ben de onun göz alıcı güzelliğine bakakaldım. Neden sonra birden, güneş önceden fark etmediğimiz bir hızla ufka doğru kaymaya başladı. Bu ani kararma, sanki doğanın olağan düzenini bozmuş gibiydi. Gözlerimiz karanlığa alışamadan önce karşı kıyıdaki ışıklar, sonra Boğaz’ın üzerindeki gemiler bir bir karanlığa gömüldü. Sokak lambaları, şehir ışıkları, her şey… Dünyanın nefesini kesen karanlıkla bizi içine aldı. Zifiri karanlığın içinde yitip kaybolmuştuk.
Bir an panikleyen Müjgan, titreyen sesle, “Neler oluyor?” diye sordu, sesindeki telaş ve korku rahatlıkla sezilebiliyordu. Ancak cevap veremeden gökyüzünde tuhaf bir parıltı belirdi. Önce bir yıldız sandık, ancak bu yanılgımız hızla sona erdi. Parıltı gözle görülür biçimde büyüyor, devasa bir varlık hâline bürünüyordu; öylesine heybetli ve görkemliydi ki, sıradan bir gök cismi olamayacak kadar olağandışıydı. Yavaşça şekil değiştirerek atmosfere girdi; sanki gökyüzünü yırtarcasına yaklaşıyordu. Nefes almayı dahi unuttuk; o an, çevremizde görünmez bir elektromanyetik alanın varlığını fark ettik. Saçlarımız tel tel havaya kalkıyor, tenimizde ince bir ürperti dolaşıyordu. Panik içinde, ellerimizi birbirimize kenetledik, sımsıkı, sanki ayrılırsak sonsuz boşluğa düşecektik. Şehrin tüm sesleri kesilmiş, dünya tuhaf bir sessizliğe gömülmüştü; sanki her şey bir anda dilsizleşmiş hatta yok olmuştu. Kalan tek şey, içimizde hiç durmadan büyüyerek yankılanan derin korkuydu.
Meçhul yapı Boğaz’ın tam üzerinde durdu. Altından mavimsi bir ışık huzmesi yayıldı ve denizin yüzeyine dokunduğu an sular fokurdamaya başladı. Gözlerimizle gördüğümüz şeylerin anlamını kavrayamıyorduk. Suların içinde devasa bir mekanik yapı yükselmeye başladı. O kadar büyüktü ki boyutunu kavramak neredeyse imkânsızdı. Metalin soğuk gri parıltısı, etrafımızı saran karanlıktan fırlayıp gözlerimizi kamaştırdı.
Müjgan’ın eli titreyerek elimi daha sıkı kavradı. “Bu… bu nedir?” diye fısıldadı; sesi korkudan çatallanmıştı. Her zaman sakin ve metin olan Müjgan’ın bu hâli bile yaşadığımız şeyin ne kadar çarpıcı olduğunun bir işaretiydi. Fakat cevap veremiyor, sadece gökyüzünden gelen devasa yapıya kilitlenmiş vaziyette dehşet içinde bekliyordum. Müjgan da bunu fark edince susuverdi ansızın. Derken gökyüzünden gelen mekanik bir ses duyuldu:
“Saygıdeğer Dünya sakinleri, lütfen paniğe kapılmayın. Evrensel Bürokrasi Departmanı adına konuşuyoruz. Gezegeniniz, uzun süredir devam eden bir idari hata sonucunda var olmuştur. Bu hatayı düzeltmek için buradayız.”
O an tüm olan bitenin bir şaka olduğuna inanmak istedim. Evet, her şey bir rüya olmalı, diye geçirdim içimden; yine de gerçek, o kadim özelliğini zerre dahi yitirmemiş olacak ki, tokat misali yüzüme çarptı. Denizden olanca haşmetiyle yükselen mekanik yapı ve duyulan o soğuk ses… hepsi yanılamayacağım kadar gerçekti.
“Lütfen en yakın İşlem Merkezi’ne giderek var oluş belgelerinizi ibraz edin. Geçerli bir belge sunamayanlar var olmamış sayılacaktır.”
Müjgan’ın gözleri korkuyla büyüdü. “Bu nasıl mümkün olabilir? Var oluşumuz nasıl belgelerle kanıtlanabilir?” dediyse de bunun cevapsız kalacağını biliyordum. Bir yandan da sorduğu sorunun ardında varoluşsal bir anlam arıyordum. Neden varlığımız bir belgenin ispatına ihtiyaç duyuyor, diye sorguladım. Saçma değil mi, diye düşünürken Müjgan’ın ürpertiyle titreyen elinden korkusunun giderek arttığını anladım.
Sadece tepeden aşağı inmemiz gerekiyordu belli ki. Bir şeyler bulmak zorundaydık; bir açıklama, bir çıkış yolu… Müjgan’a dönerek, “Lütfen sakin ol,” diye telkinde bulundum. Güçbela gördüğüm gözlerinde korkunun izleri zor da olsa seçilebiliyordu. “Bana güveniyor musun?” diye sordum. Başını olumlu biçimde sallayınca, “O hâlde beni takip et, ne yapacağımızı anlamanın tek yolu buradan ayrılmak, tepeden inmek ve bir şekilde şehre ulaşmak.”
Elimi daha sıkı tuttu, yola koyulduk.
Ancak inmeye başladığımızda her şey daha da tuhaflaştı. Yürüdüğümüz yol, az önceki patika, aniden kaybolmuştu. Yolu kaybetmiş gibiydik, sanki dünya her adımda kendini değiştiriyordu. Saatlerce yürüdük ama bir türlü şehre ulaşamadık. Yolun her kıvrımında farklı bir manzara ortaya çıkıyordu. Bir an kendimizi çölde bulduk, diğer an gümrah bir ormanda. Zaman ve mekân birbirine karışmış gibiydi; sanki varlığımızın sınırları her adımda yeniden yazılıyordu. Müjgan içinde bulunduğumuz durumu sorgularken, “Sonsuz bir döngüde miyiz?” diye mırıldandı. O an kafamda bir kıvılcım çaktı aniden. Her şeyin sonsuz tekrar içinde olduğu bir döngüdeydik, evet; zamanın akışında bir sapma vardı.
Nihayet uzakta bir bina gördük: “Evrensel Bürokrasi Departmanı – Dünya Şubesi”. İçeri girdiğimizde beklediğimizden daha garip bir manzarayla karşılaştık. Sonsuz gibi görünen bir kuyruk vardı. İnsanlar, insana benzemeyen varlıklar… Herkes sırasını bekliyordu.
Sıranın sonuna geçtik, ancak her ilerlediğimizi düşündüğümüzde kendimizi yine aynı noktada buluyorduk. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorduk. Yanımızdaki yaşlı bir adam, “Ben buraya geleli tam 237 yıl oldu,” dedi sakin bir sesle. Ama merak etmeyin, zamanın akışı burada farklı işliyor.”
Nihayet sıra geldiğinde karşımıza çıkan memur bizi şaşırttı. Yüzünde göz yoktu; sadece düz bir deriyle kaplıydı, yüzünden hiçbir mimik, hiçbir insani ifade seçilemiyordu. “Var oluş belgeleriniz?” diye sordu mekanik ve duygusuz bir sesle.
“Biz… böyle bir belgenin gerekli olduğunu bilmiyorduk,” diye kekeledi Müjgan. Bana döndüğünde ben de çaresiz bir bakışla karşılık verdim.
Memur iç çekti ama bu iç çekiş insani bir hayal kırıklığı değildi. “Bu sık karşılaşılan bir durum,” dedi soğukkanlı bir ifadeyle. “Geçici bir var oluş belgesi verebilirim, ancak bunun için önce Form A38’i doldurmanız gerekiyor.”
Bize uzattığı form anlaşılmaz sembollerle doluydu. Hiçbir şey anlamıyorduk. “Bu sembolleri okuyamıyoruz,” dedim çaresizliğin dibini sıyırırcasına.
“O hâlde Dil Öğrenme Departmanı’na gitmelisiniz. 142. katta,” dedi bu kez memur.
Asansöre bindik, ancak tek bir düğme vardı: “?”. Bastık ve yukarı mı, aşağı mı gittiğimizi anlayamadığımız bir yolculuğa başladık. Zaman ve mekân sanki asansörle birlikte bükülüyordu. Asansör durduğunda kendimizi sonsuzluğa uzanan raflarla dolu dev bir kütüphanede bulduk.
Bir görevli yanımıza yaklaştı, ancak sadece geri geri yürüyerek konuşabiliyordu. “?istiyorsunuz öğrenmek dili Hangi,” diye sordu, yüzünde hiçbir ifade yoktu.
“Evrensel Bürokrasi Dili,” dedim, cümleyi tersinden söylemeye çalışarak.
Görevli başını iki yana salladı. “Bilenler konuşabilir doğuştan sadece. Öğrenilemez dil bu Maalesef.”
Bu cümleyi de kafamda düzene sokmaya çalışırken, Müjgan fısıldadı, “Biz bu dili asla öğrenemeyecek miyiz? Ya da tersinden mi konuşmak zorundayız?”
Görevli sanki soruyu duymamış gibi, tepkisiz bir yüz ifadesiyle geri geri yürümeye devam etti. Yavaşça gözden kayboldu ve bizi bu garip ortamda yalnız bıraktı. Bu sırada etrafımızdaki yerçekiminin tersine çalıştığını fark ettik. Ayaklarımız yerden kesilmişti ve yukarı doğru düşmeye başladık. Gözlerim yukarıya, yani artık aşağıya çevrilmişti; tavan sandığımız şey artık yer gibiydi ve üzerindeki kitaplar da yerçekimine karşı asılı duruyordu.
Biz yukarıya doğru süzülürken, Müjgan birden bağırdı: “Yukarı mı gidiyoruz, yoksa aşağı mı düşüyoruz? Hiçbir şeyin anlamı kalmadı!”
Her adımda değişen boyutlarımızla bir aşağı bir yukarı hareket ediyorduk. Bir an devasa bir hâl alırken, diğer an minicik kalıyorduk. Kollarımız sanki hiç var olmamış gibi kayboluyor, sonra yeniden belirmeye başlıyordu. Ellerimle kendime dokunduğumda, tenim katı değil, neredeyse sıvı gibiydi.
Müjgan gözlerini tavana – ya da zemine, hangisi olduğunu kestirmek zor – dikti ve düşünceli bir ses tonuyla, “Varoluşumuzun kendisi de böyle mi? Sürekli değişiyor, sürekli şekil değiştiriyor olabilir mi?” diye mırıldandı. Sorusu havada asılı kaldı; tıpkı bizim gibi.
Tam o sırada, tavanda asılı duran kitaplardan biri aniden serbest kaldı ve yukarı doğru, yani aşağıya doğru düşmeye başladı. Kitap hızla yanımıza ulaşırken, sayfaları havada rastgele açılıp kapanıyordu. Kitap üzerimize doğru süzülüp bizimle aynı hızda hareket etmeye başladığında, içindeki semboller garip bir şekilde parlamaya başladı. Müjgan, kitabı yakalamaya çalıştı ama elleri bir anlığına tamamen saydamlaştı, sonra tekrar belirdi. “Bu nasıl olabilir?” diye sordu, sesinde çaresizlik vardı.
Ben de bu sorunun cevabını bulmaya çalışırken görevlinin geri geri yürüyerek döndüğünü fark ettik. Yüzünde hâlâ en ufak bir ifade yoktu, ama bu sefer daha fazla yaklaşmamış, sadece ters bir cümle daha kurmuştu:
“ister bitmiş yol, başlamamış Hiç!” dedi.
Müjgan kaşlarını çattı, “Yine mi ters cümleler! Ne diyor bu?” diye öfkeyle söylendi.
O an bir şey fark ettim. Zihnimde görevlinin cümlesini düzeltirken fark ettiğim şey şuydu: Yol hiç başlamamışsa, nasıl bitmiş gibi hissedilebilirdi? Bize anlatılmak istenen, belki de yolculuğun kendisinin hiç başlamadığıydı. Sanki varoluş, sabit bir gerçek değil, bizim ona yüklediğimiz anlamlarla şekillenen bir süreçti. Belki de biz, hep olduğumuz yerdeydik; değişen sadece bakış açımız, perspektifimizdi. Bir anda kütüphane kayboldu ve kendimizi yine ilk memurun karşısında bulduk.
“Form B52’yi doldurmanız gerekiyor,” dedi, aynı monoton sesle. “Bu var oluş belgesi başvurusu için ön başvuru formudur.”
Formu incelediğimizde, sorular gittikçe daha saçma bir hâl alıyordu:
- Soru 17: “Doğmadan önceki son düşüncenizi yazınız.”
- Soru 23: “Var olmadığınız bir paralel evrendeki mesleğinizi belirtiniz.”
- Soru 42: “Şu anki hava durumunun, geçmişteki potansiyel var oluşunuza etkisini 500 kelime ile açıklayınız.”
Her soruyu cevaplamaya çalıştıkça, mürekkep kâğıttan akıp gidiyor, cevaplarımız buharlaşıyordu. Memur sabırsızca “Lütfen acele edin, form doldurmak için ayrılan süre 3 dakika 27 saniyedir,” diye uyardı. Her saniye geçmişte bırakmamız gereken bir varoluşun adımlarını atıyorduk, ama bu adımlar yerinde sayıyordu.
Süre dolduğunda memur formu aldı ve dikkatle inceledi. “Hmm,” dedi, “cevaplarınız çok mantıklı. Maalesef bu kabul edilemez. Lütfen Form C63’ü doldurun – ‘Mantıklı Cevaplar İçin Açıklama ve Özür Dileme Formu’”.
Müjgan gözlerini büyüterek, “Bu ne zaman bitecek?” diye sordu. Memur, gülümseme ile gülümsememe arasında sıkışmış bir tavırla, “Bitme kavramı Evrensel Bürokrasi Departmanı’nda mevcut değildir. Lütfen ‘Sonsuz Döngü Kabullenme Beyanı’nı imzalayın,” dedi.
Sonunda belgeyi imzalamayı başardığımızda geçici var oluş belgeleriyle ilk memura döndük. Ancak memur belgeleri inceledi ve başını iki yana salladı. “Bu belgeler geçersiz,” dedi. “Evrenin var oluş döngüsü yenilendi. Belgeleriniz eski formatta kaldı.”
O an Müjgan’la göz göze geldik. Çaresizlik içimizi ele geçirmişti. Kaçmaktan başka çaremiz yokmuşçasına koşmaya başladık; yine de sanki her yol aynı yere çıkıyordu. Sonsuz bir labirentte kaybolmuş gibiydik. Peşimizdeki memurlar, monoton sesleriyle, “Durun! Prosedür tamamlanmadı!” diye bağırıyordu. Her köşede aynı yüzlerin ve mekânların yinelediği sonsuz bir tekrara hapsolmuştuk.
Nihayet farklı bir kapıya vardığımızda tüm gücümle kapıya çarpıp kendimi dışarı attım. Gözlerimi açtığımda yine o tepede, erguvanların arasındaydım. Gökyüzü hâlâ karanlıktı, ama yıldızlar yeniden doğmuş gibiydi. Bahar esintileri tenimi okşadı, Müjgan o yüreğimi ezen bakışlarını yeniden attı.
O an Müjgan’ın bütün bu yaşananlardan habersiz olduğunu fark ettim ve cebimde bir kâğıdın hışırtısını hissettim. Çıkarıp baktım: “Var oluşunuz onaylanmıştır.” Kâğıdı Müjgan’a göstermek için uzattım ama kağıt elimde alev aldı. Külleri gökyüzüne doğru yükseldi ve en parlak yıldızın etrafında dönerek bir soru işareti oluşturdu. Soruların yanıtı öylece yitip yok olmuştu.