Jérémie Périn’in ilk uzun metraj animasyonu Mars Express, bilimkurgu ile animasyonun mükemmel bir harmanı. Yalnızca görsel bir şölen sunmakla kalmıyor, aynı zamanda insan ve makine arasındaki ilişkiyi, teknolojiyle dönüşen toplumu ve bireysel çatışmaları da derinlemesine ele alıyor. Mars Express için geleceğin karmaşık dünyasında geçen bir dedektiflik hikâyesi diyebiliriz. Ancak yapım, zengin temaları ve çarpıcı görselliği eşliğinde Mars’ta geçen bir suç hikâyesi üzerinden insanlık, yapay zekâ ve teknolojinin geleceği gibi düşündürücü meseleleri masaya yatırıyor.
Anlatının odağında özel dedektif Aline Ruby ve bilinci bir android bedene yüklenmiş olan ortağı Carlos Rivera var. Elbette Rivera’nın bu durumu, karakterler arası dinamiklere ilginç bir boyut da katıyor. İkili, Mars’ta kaybolan bir öğrenciyi ararken kendilerini çok daha büyük bir komplonun içinde buluyor. Film, bir dedektiflik hikâyesi gibi ilerlemesine rağmen yüklendiği siberpunk estetiğiyle Blade Runner ve Ghost in the Shell gibi yapımların tadını yakalamayı başarıyor. Bir yandan aksiyon sahneleriyle temposunu yüksek tutuyor, bir yandan da arada durup karakterlerin duygusal yolculuğuna eğiliyor. Ve bunları da hikâyenin doğal akışı içinde sırıtmadan yapıyor.
Ruby ile Rivera arasındaki ilişki hem duygusal hem de işlevsel. Rivera’nın ölüp bir yapay bedende yeniden hayat bulması, insan ve makine arasındaki etik sınırları muğlaklaştıran önemli bir unsur ve bu sayede ikili adetâ bir “arabulucu” görevi üstleniyor. Film noir’den ilham alan bu karakter dinamikleri, insanların yapay zekâya karşı ahlaki sorumlulukları olup olmadığını sorgulamamıza da zemin hazırlıyor. Zaten bu sorgulamalardan gücünü alan hikâye, karamsar ve distopik bir tona da sahip. Özellikle androidlerin toplumdan dışlanmışlığını ele alan sahneler güçlü sosyolojik mesajlarla bezeli.
Mars ise filmde sadece bir mekân değil, aynı zamanda bir metafor. Teknolojik yeniliklerin, organik dönüşümlerin merkezi gibi ve insanlığın sınırlarını, uyum kapasitesini temsil ediyor. Zaten kentsel yapısı, hikâyenin hem atmosferini hem de temasını destekleyen bir “karakter” gibi önümüze seriliyor. Kolonyal mimari üzerine kurulan karanlık ve neon ışıklı şehir manzaralarıyla başarılı bir dünya inşası örneği. Filmin atmosferini zenginleştiren bir diğer önemli unsur da müzik. Elektronik müziği geleneksel bilimkurgu tınıları ile buluşturan Fred Avril ve Philippe Monthaye’nin çalışmaları gerçekten dikkat çekici.
Yapay zekâ ile insanlar arasındaki sınır yalnızca teknik bir mesele midir, yoksa değerlerimizi ve korkularımızı yeniden şekillendiren bir dönüşüm müdür? Gücünü bu sorudan alan yapım, dramatik kurgusu eşliğinde izleyiciyi zihinsel ve duygusal olarak içine çekmeyi başarıyor. Karakterlerin derinliği, özellikle Rivera’nın geçmişi ve ailesiyle olan ilişkisi, filmin en güçlü yanlarından. Rivera, geçmişteki ölümüne rağmen bilincini koruyan bir android olarak filmin hem duygusal hem de felsefi odak noktası. Öte yandan filmdeki şiddet sahneleri ve toplum eleştirisi, Paul Verhoeven’in satirik tarzını akla getiriyor. Yönetmen Périn’in dersine iyi çalıştığı kesin.
Animasyon teknikleri ise geleneksel ve modern yaklaşımların bir birleşimi olarak değerlendirilebilir. Özellikle animasyonun görsel imkânları, hikâyenin vuruculuğuna hizmet edecek şekilde kullanılıyor. Tercih edilen renk paleti ve detaylı arka planlar, hikâyenin karanlık ve melankolik tonunu aktarması bakımından oldukça başarılı. Sonuç olarak Mars Express, izleyenlere sadece bir hikâye anlatmıyor; aynı zamanda insan olmanın anlamı üzerine düşünme penceresi de aralıyor. Temposundaki bazı dengesizliklere ve yer yer karmaşıklaşan anlatısına rağmen derinlikli temaları ve görsel zenginliğiyle kesinlikle izlenmeye değer. Belki çığır açan bir yapım değil, ancak türün meraklılarını tatmin edeceği aşikâr.