Rüzgâr, kavruk bir iniltiyle kıvrıla kıvrıla ilerledi, ardından toprakta açılmış ince çatlakların arasına sızarak orada kayboldu. Vadi sessiz ve kıpırtısızdı; eskiden yemyeşil olduğu anlaşılan bu topraklar, şimdi sadece donuk bir boşluğu yansıtıyordu. Güneş tam tepedeydi; parlaklığı göz kamaştırıyor, sıcaklığı ise zaten bunaltıcı olan havayı daha da kötüleştiriyor, ortamı nefes alamaz hâle getiriyordu.
Çocuk dar bir patika boyunca ilerliyordu. Ayaklarının altında, çatlamış ve ufalanmış bir toprak katmanı vardı. Çizmelerinin ucu her adımda bir taş parçasına ya da kurumuş bir dal parçasına çarpıyor, ama çocuk, gözleri yerde, başı eğik bir hâlde yürüyordu. Sol elindeki ince deri torba her adımda hafifçe sallanıyordu. Rüzgârın kesildiği o anlarda, “Pas Ormanı”nın girişinden topladığı hurdaların çıkardığı ses, boş vadide yankılanıyordu.
Burada bir zamanlar ne vardı? Bunu artık kimse hatırlamıyordu. Artık sadece kuru toprağın üzerindeki çadır şehir ve gidilebilecek her yerden görülen büyük çöplük, yani pas ormanı vardı. Çocuk, etrafındaki boşluğun bir yankısı gibi hareket ediyordu. Bir an için başını kaldırdı; önünde kurumuş, çatlamış dallarıyla bir ağaç vardı. Gölgesi yoktu. Gökyüzüne doğru uzanmış, tek başına, bir iskelet gibi dikiliyordu.
Bir süre durdu çocuk, ağaca bakarak. Elini yavaşça torbasına götürdü, sonra duraksadı. Gözleri dalgın bir hâlde, kuru dalların birbirine karıştığı yere odaklanmıştı. Kimi dallar hâlâ oradaydı, kırılmamıştı, ama her an parçalanıp dağılacakmış gibi duruyorlardı.
Bir adım attı, sonra bir adım daha. Toprak, her seferinde ayaklarının altında ince ince ufalandı.
Toprak ölüydü. İçinde taşıdığı her şeyi yutmuş, unutturmuş, yok etmişti. Acaba burası hep böyle miydi? Ailesi, çadır şehirde yaşayan insanlar, buraya nasıl gelmişti? Neden kimse hatırlamıyordu?
Tüm bu düşünceler zihninde dönerken çocuk, ağaçların arasından geçerek ilerledi. Arada sırada rüzgâr dönüyor, kısa bir uğultuyla yok oluyordu. Çocuk her şeyin içinde tek hareket eden varlık gibiydi; ama onun da hareketleri, sanki varlığıyla bu sessizliği bozmaktan çekiniyormuş gibi sessiz ve zarifti.
Çöplüğe yaklaştığında rüzgâr, gaz maskesinin etrafında dolanıyor, boğuk bir uğultuyla çocuğun kulaklarına ulaşıyordu. Pas Ormanı’nın devasa yığını, uzaktan bakıldığında bir dağın silüetini andırıyordu. Metal parçaları, plastik yığınları ve kömürleşmiş makineler, çürüyen bir geçmişin kalıntılarıydı.
Çocuk, maskesinin filtre kısmına elini götürüp hafifçe sıktı. Hava filtrelerinden her nefes alışında, maskenin içindeki nem ve tozun karışımıyla genzinde bir yanma hissediyordu. Filtre artık eskiydi; paslanmış kenarları ve yıpranmış dokusuyla zar zor iş görüyordu. İçine çektiği hava, her zamanki gibi ağırdı; kokusu, rüzgârın taşıdığı zehirli gazlarla karışmış, içini çekilmez bir bulantıyla doldurmuştu. Nefes almak, bir çamur bataklığında yürümeye çalışmak gibiydi, her nefesin ardından yorgun hissediyordu.
Maskeyi sıkmasının ardındaki gerçek, yalnızca kirli havanın baskısını azaltma çabası değil, aynı zamanda bir refleks, bir alışkanlıktı. Bu hareketin, ona daha önce kaç kez yardımı dokunmuştu, hatırlamıyordu bile. Filtre sıkıldığında hava bir anlığına daha temiz, daha dayanılır gibi gelirdi. Belki de bu, sadece bir yanılsamaydı. Ama bu tür yanılsamalar bile bu dünyada hayatta kalmanın bir yoluydu. Ardından omzundaki torbayı daha sıkı kavrayarak çöplüğün engebeli yamaçlarından birine tırmanmaya başladı.
Adımları, demir levhaların ve paslanmış boruların üzerinde yankılanırken, uzaktan bir çarpma sesi duyuldu. Belki çöplüğün başka bir yerinde bir şey çökmüştü ya da bir makina, kendi ağırlığına daha fazla dayanamayarak parçalanmıştı. Bu tip sesler, burada artık kimseyi korkutmazdı. Çöplüğün derinliklerinden yükselen çatırtılar, düşen metal parçalarının yankıları ya da gazların ani patlamaları, bu toprakların alışılmış melodisiydi. Dolayısıyla seslerin ardında ne olduğunu kimse sorgulamazdı; çöplük kendi kendine yaşar, kendi kurallarıyla hareket ederdi. Çocuk sadece bir an durup sesin geldiği yöne baktı, sonra yoluna devam etti.
Pas Ormanı’nın merkezine, en yüksek yığına vardığında elleriyle hurda yığınlarını aralamaya başladı. Çevresindeki gaz, yer yer buhar gibi yükseliyor, gözlerinin önünde bulanık bir perde oluşturuyordu. Eski metal bir kutuya benzeyen bir şey eline geçtiğinde durdu. Kutunun yüzeyi, üzerinde hiçbir yazı olmayan düz bir metalle kaplıydı, yalnız köşelerde ışık hüzmesini andıran ufak işlemeler vardı. Daha önce bu kadar iyi durumda bir şeye rastlamamıştı.
Çocuk, hafifçe kapağı kaldırmayı denedi ama açılmadı.
“Nedir bu?” diye kendi kendine mırıldandı maskenin ardında, sesi boğuk ve yankılı bir şekilde maskenin içinde kayboldu. Ellerindeki soğuk metal kutuyu dikkatlice çevirdi. Yüzeyi o kadar kusursuzdu ki, çöplüğün yapısına tamamen aykırıydı. Çocuğun parmak uçları, metalin pürüzsüz yüzeyinde hafifçe dolaştı. Ağırlığı, sıradan bir hurda parçasının ötesinde bir yoğunluk taşıyordu. Çocuk bir an durdu, kutunun içinde bir şey olduğunu düşündü, ama ne olabileceğini tahmin edemedi.
Kapağı kaldırmayı denedi, ama kutu hiçbir şekilde açılmıyordu. Çevresinde ne bir menteşe ne de bir kilit mekanizması görebiliyordu. Yine de elindeki bu şey, sıradan bir obje değildi. Kutuyu ters çevirirken, metalin yüzeyinde fark edilmeyecek kadar ince bir ışıltı belirdi; sanki derinlerden bir sıcaklık yayıyormuş gibiydi.
Gözlerini kıstı, bir an için nefes almayı unuttu. Ardından çevresine göz gezdirdi, çöplüğün üzerindeki sisin daha yoğunlaştığını fark etti. Bu kadar sessiz bir çöplüğe alışkındı, ama şimdi bir şey değişmiş gibi hissediyordu.
“Bu ne olabilir ki?” diye yeniden mırıldandı. Sesinin titreşiminde bir huzursuzluk vardı. Cevap beklemiyordu. Belki kutunun taşıdığı anlam, basit bir hurda avının çok ötesindeydi. Ancak bu düşünceler, aklının köşelerinde beliren bir sis gibi dağınık ve belirsizdi. Çöplüğün içindeki ağır havayı soluyarak, maskenin ardından gelen boğuk nefesi hissetti. Şimdi değil, diye düşündü. Şimdi bunun ne olduğuna kafa yoracak zamanı yoktu.
Tüm bu düşüncelerden silkindi. Gökyüzüne baktı; gri bulutlar, güneşin son ışıklarını yutmaya hazırlanıyordu. Zamanın ne kadar geçtiğini bile bilmiyordu. Ama bildiği bir şey vardı: Çok uzun süre burada kalamazdı.
Artık eve dönmesi gerekti. Torbasını sıkıca omzuna yerleştirip çöplüğün kenarındaki dar patikaya yöneldi. Çizmelerinin altında ezilen hurdaların çıkardığı boğuk ses, maskenin ardından duyduğu tek şeydi. Her adımında, torbasında taşıdığı kutunun ağırlığını hissediyor, ama onu bir süreliğine zihninin derinliklerine itmeye çalışıyordu.
Hızla terk etti çöplüğü; gece, ona sıkıntı yaratabilecek tehlikelerin kol gezdiği bir zamandı. Çölün derinliklerinde sessizlik çöktüğünde, tehlikeli bir ışığın varlığı hissedilirdi—ne bir sesle ne de bir hareketle, yalnızca çıplak ve sarsıcı bir tehdit gibi. Yerel halk ona “Kuma Dans Eden Işık” anlamında gelen Kumisura diyordu. Onu görenler, önce bir hayalin içinde olduklarını sanır, ama birkaç nefes sonra korkunun ete kemiğe bürünmüş soğuk gerçekliğiyle karşılaşırlardı. Kumisura, çöl efsanelerinin hayaleti, karanlığın kendisiydi.
Devasa bir denizanasını andıran ince, zarif ve yarı saydam bedeni, çölün kavruk kumlarının üzerinde süzülür, yer çekimine meydan okurcasına bir zarafetle hareket ederdi. Uzun ve sık dokunaçları, gece rüzgarının yönüne göre hafifçe titrerken uçlarından yayılan fosfor mavisi ışık, görenleri büyüleyen aldatıcı bir huzur yaratırdı. Ama bu ışık, yalnızca bir tuzaktı, huzurun ötesinde sessiz bir ölüm saklanıyordu.
Kumisura’nın ışığı, gecenin karanlığında bir ay parıltısı gibi görünürdü. Dokunaçlarından bazıları, yere kadar uzanarak kumları narin ama hızlıca hareket ettirirdi. Bu hareket, ani dalgalanmalar yaratır ve ışığı, hareket eden kum taneleriyle birleşerek çölün yüzeyinde bir illüzyon oluştururdu. Böylece asla göründüğü yerde değildi. Işığı, çevresine karmaşık bir yansıma ağı örer, havada ve kumların üzerinde parçalanarak avını yanıltırdı. Yaklaştığını sanan her canlı, bir adım daha uzaklaşıyormuş gibi hissederdi. Ama bu hareket, yalnızca avı kendi merkezine çekmek için hazırlanmış bir yanıltmacadan ibaretti. Yansımalar her yönden saldırır, avın gözünü kör eden bir oyuna dönüşürdü.
Kumisura’nın avlanışı, çölün kendi yasalarına uygun bir sessizlik taşırdı. Dokunaçları, gecenin sakinliğinde avını kuşatır ve nefes alacak hiçbir boşluk bırakmadan sıkardı. Çırpınışlar faydasızdı; yaşam, dokunduğu her şeyden usulca çekilir, bir damla suyun kavruk kumlarda kaybolması gibi yok olurdu. Geriye, hiçbir hatıra taşımayan kuru kemik kalıntılarından başka bir şey kalmazdı. Çölün yalnızlığını paylaşan herkes, Kumisura’nın adını anmaktan çekinir, çünkü ismin kendisinin bile onu çağırabileceğine inanırlardı.
Çocuk, maskesinin ardında hızlanmış nefesini yatıştırmaya çalışarak çöplüğün kenarındaki dar patikaya doğru adımlarını hızlandırdı. Kumisura’nın varlığını hissetmek bile, karanlık çölde yitip gitmeye yeterdi. Allahtan o gece, korkulan başına gelmedi…
Çadırlarının önüne vardığında nefesi hâlâ düzensizdi. Çöplüğün soğuk ve ağır havası maskenin ardında sıkışmış gibiydi, ama en azından Kumisura’yla karşılaşmamıştı. Torbasını yere bırakırken omuzlarındaki yük biraz hafifler gibi oldu. Çadırın içinde annesi, yorgun yüzünde ince bir tebessümle ona baktı. Baba ise köşede oturmuş, eski bir plastik parçasını yakarak sönmek üzere olan ateşi harlamaya çalışıyordu.
“Bugün bir şey bulabildin mi?” diye sordu baba, gözlerini ateşten ayırmadan.
Çocuk, torbasını yere bırakıp içindekileri karıştırdı. “Bir iki hurda parçası… bir de bu kutuyu.” Kutuyu çıkarırken elleri hâlâ onun taşıdığı ağırlığın sıradan bir şey olmadığını hissediyordu.
Baba, kutuya şöyle bir bakıp omuz silkerek tekrar ateşle ilgilenmeye döndü. “Hurdaya bile yaramaz gibi duruyor. Yarın götürür, elden çıkarırsın.”
Ama çocuk, kutunun sıradan bir hurda olmadığını biliyordu. Bilmekten çok, derin bir içgüdüyle hissediyordu. Babasının umursamazlığına cevap vermeden, kutuyu dikkatlice torbaya geri yerleştirdi.
Gece çöktüğünde, herkesin uykuya dalmasını bekledi. Çadırın köşesine çekildi ve torbasından kutuyu dikkatlice çıkardı. Metalin soğuk yüzeyini elleriyle kavradı, pürüzsüz dokusu neredeyse doğal olmayan bir şekilde mükemmeldi. Çocuğun içindeki merak, korkuyu bastırıyor, ona bu kutunun sadece bir nesne olmadığını, bir hikâye taşıdığını fısıldıyordu.
Kapağı kaldırmayı denedi. Ancak kutu inatçıydı; ilk birkaç denemesinde hiç kıpırdamadı. Ellerini biraz gevşetti, nefesini düzenlemeye çalıştı. Metal, sanki bir tür sınav yapıyormuş gibi, çocuğun sabrını test ediyordu. Yeniden denedi; bu kez daha fazla bastırdı, parmaklarını ince aralıklarına yerleştirerek kutunun kilitli bir yerini bulmaya çalıştı.
Sonunda, kapağın kenarından bir hareket hissedildi. Kutu hafifçe kaydı ve aralıktan ince, zayıf bir ışık huzmesi dışarı sızdı. Çocuk, şaşkınlıkla geri çekildi ama bu ışık, korkutucu değil, neredeyse davetkardı. Ellerini tekrar kutunun üzerine koydu ve kapağı biraz daha açtı.
Kutu yavaşça açıldığında, içinden yayılan ışık huzmesi çadırın loşluğunu aydınlattı. Çocuk bir süre yalnızca bu ışığa baktı; gözleri şaşkınlık ve merakla doluydu. Işık, düz bir çizgi hâlinde yükseliyor, sonra hafifçe dalgalanarak etrafa yayılıyordu. Bu bir alev değildi, ama yaşayan bir şeymiş gibi kıpırdıyor, soluk alıyormuş gibi davranıyordu. Çocuk, gözlerini kırpmadan bu ışığın hareketlerini izledi. İçinden, bu görüntüyü bozmanın bir tür saygısızlık olabileceği hissi geçti.
Ellerini biraz geri çekti. Kutunun içinden yükselen şeyin ne olduğunu hâlâ anlayamıyordu, ama sıradan bir obje olmadığını artık kesinlikle biliyordu. Işığın içindeki şekiller dalgalandı, ardından netleşmeye başladı. İnce, zarif hatlardan oluşan bir desen çocuğun önünde belirdi; karmaşık ama aynı zamanda düzenli bir yapıya sahipti. Bir süre sonra bu desen bir forma dönüştü—bir figür gibi görünüyordu, ama tanıdık olmayan bir şeydi bu. Bedeni, üzerini saran yumuşak ve titreşimli bir ışık tabakasıyla çevriliydi. Işık, bir nefes alıp veriyormuş gibi dalgalanıyor, figürün etrafına halkalar hâlinde yayılarak havada belli belirsiz titreşimler bırakıyordu. Bu ışık katmanı, sürekli hareket eden bir enerji akışı gibi canlı bir varlık hissi uyandırıyordu. Yüzü tamamen boştu; göz, ağız ya da burun gibi hiçbir özellik taşımıyordu.
Başın olduğu yerde ise ince ışık çizgilerinden oluşan bir küre parlıyordu
Çocuk biraz daha yaklaştı, ama hâlâ dokunmaya cesaret edemiyordu. Figür, bir süre hareketsiz kaldıktan sonra aniden hareket etti. Belirsiz hatları, yavaş yavaş daha insansı bir şekle bürünmeye başladı. Çocuk, kalbinin atışını hızla hissetti; maskesinin altında aldığı her nefes daha derin ve daha düzensiz oluyordu.
Figür, netleşmeye başladıkça bir ses duyuldu. Derin, sakin, ama hiçbir dile benzemeyen bir tonlamaya sahipti. Çocuk, sesin anlamını çıkaramadı. Lakin ses tehditkâr değil, daha çok açıklama yapıyormuş gibiydi. Figür, konuşmayı sürdürürken bir eliyle havada bir şey işaret
eder gibi yapıyor, diğer eliyle ışığın içinde başka desenler çiziyordu. Çocuk, bunun bir tür mesaj olduğunu anlamaya başladı, ama ne anlatılmaya çalışıldığını çözmek onun için imkânsızdı.
Figür, bir süre bu hareketleri sürdürdü. Sonra bir an durakladı ve çocuğa doğru döndü. Hiçbir yüz hattı olmamasına rağmen, çocuk figürün ona baktığını hissetti. Bu, açıklanamayan bir histi; bir varlıkla değil, bir düşünceyle karşı karşıya olduğu hissi.
Işık, yavaşça solmaya başladı. Figür, görünmez bir perdeye çekiliyormuş gibi küçülüp kayboldu. Çadırın içi tekrar karanlığa gömülürken, kutunun içindeki ışık huzmesi tamamen sönmüş, geriye sadece çocuğun ellerindeki soğuk metal kutu kalmıştı.
Çocuk bir süre hareket edemedi. Hâlâ gördüklerini anlamaya çalışıyordu. Kutu kapandığında hiçbir şey söylemedi, ama zihninde bir şey değişmişti. Bu bir mesajdı, ama kime ve neden? Ve en önemlisi, şimdi ne yapacaktı?
Çocuk, kutuyu kucağında tutarak sessizce oturdu. Gördükleri hakkında ne düşüneceğini bilemiyordu. Figürün ne söylediğini anlamamıştı, ama bunun sıradan bir şey olmadığını hissetmek için çok düşünmesine gerek yoktu. O an zihni karışık olsa da, bir şey netti: Bu kutunun ne olduğunu öğrenmesi gerekiyordu.
Bir süre hareketsiz kaldı, çadırın içindeki karanlığa bakarak düşündü. Babasına ya da annesine anlatmak istemedi; onları endişelendirmek ya da kutuyu basit bir hurda gibi görüp elden çıkarmalarını istemiyordu. Belki sabah olduğunda, çöplüğün daha önce keşfetmediği bir köşesine gidip orada başka ipuçları arayabilirdi. Ya da kutuyu bulduğu yerdeki kalan parçaları inceleyip kutunun nasıl çalıştığını çözmeye çalışabilirdi.
Ne yapacağını tam olarak bilemese de, kutuyu yanında tutmaya karar verdi. Onu torbasına dikkatlice yerleştirip uyumaya çalıştı. Sabah, belki de daha net bir plan yapabilirdi. Ama şimdilik, bu sırrı kendine saklayarak beklemesi gerektiğini biliyordu. Gördükleri, şimdilik zihninde dolanacak bir bilmeceden fazlası olamazdı.
Sabah olduğunda, çadırın içine sızan solgun güneş ışığı, geceki karanlığın yerini aldı. Çocuk, sırtındaki torbayla sessizce dışarı çıktı. Ailesi hâlâ uyuyordu; bu, onun için iyi bir fırsattı. Kutuyu kimseye açıklamak zorunda kalmadan daha fazla şey öğrenmesi gerekiyordu.
Çöplüğe doğru hızlı adımlarla yürüdü. Gaz maskesini. Dünkü buluşunun ardından, çöplüğün farklı bir yüzü varmış gibi hissediyordu. Etrafta dikkatlice dolaşmaya başladı, kutunun benzeri bir şey bulabilir miyim diye bakıyordu. Belki bu kutunun hikâyesini tamamlayacak başka bir parça ya da iz bırakılmış olabilirdi.
Bir süre sonra, eski bir makinenin yarı gömülü kalıntılarına rastladı. Metal panelleri paslanmış, bağlantıları kopmuştu ama bazı işaretler hâlâ görülebiliyordu. Kutunun yüzeyindeki desenlerle aynı tarzda oyulmuş işaretlerdi bunlar, hüzmeyi andırıyordu. Çocuk, kalıntıların çevresini dikkatlice incelemeye başladı. Makinenin üzerindeki açıklığın içini kurcaladığında, bir yere tam oturan bir boşluk fark etti. Kutunun boyutuyla tam uyumlu gibi görünüyordu.
Kalbi hızla atmaya başladı. Torbasından kutuyu çıkardı ve tereddütle açıklığa yerleştirdi. Kutu, sanki yerine aitmiş gibi kolayca oturdu ve ardından bir tık sesi duyuldu. Makine hafif bir titreşimle harekete geçti. Çocuk geri çekildi ve gözlerini, makinenin yeniden canlanmasını izlemek için sabitledi.
Bir süre sessizlik hâkim oldu, ardından hafif bir uğultu duyuldu. Makine, etrafına ince bir ışık yayıyor, aynı zamanda çocuk için hâlâ belirsiz kalan şekiller ve desenler oluşturuyordu. Bu sefer bir hologram değil, makinenin çevresindeki havaya yansıyan bir harita gibiydi. Çocuk, bu görüntülerin anlamını çözmeye çalıştı. Harita, çölün bir bölümünü gösteriyor gibiydi, ama buraya hiç benzemeyen bir yer işaretlenmişti.
Çocuk, haritada işaretlenen noktaya dikkatlice baktı. Parlayan bir ışık, haritanın üzerinde küçük bir noktanın etrafında titreşiyordu. Çölün kuru ve çatlamış yüzeyine alışkın gözleri, bu görüntünün gösterdiği manzarayı yabancı buldu. İşaretlenen yer, kumun ve çoraklığın ortasında, sanki başka bir dünyaya aitmiş gibi görünüyordu. Küçük bir yeşillik parçası mıydı bu? Yoksa suyun olduğu bir yer mi? Çocuk, haritayı anlamlandırmaya çalışırken zihni sorularla doldu.
Makine, titreşimleri yavaşça azalan bir uğultuyla çalışmaya devam ediyordu. Birden bir ses duyuldu; bu sefer makinenin içindendi. Makine titreşimini sürdürürken ses daha da netleşti. Tonu, bir insan sesinden ziyade, bir kaydın soğuk ve nötr ifadesini taşıyordu. Mesaj, uzun bir tarihin özetini aktarmak için hazırlanmış gibiydi:
“Bu mesajı alan kişi, insanlık tarihinin en derin utancına ve bu gezegen üzerindeki sorumluluğuna tanıklık etmektedir. Bizler, Dünya’dan doğan ve galaksinin dört bir yanına yayılan Clarion Konfederasyonu’nun son temsilcileriyiz. Dünya’nın ölümünden sonra, varlığımızı sürdürebileceğimiz yeni bir yuva arayışına çıktık. Bu gezegen, yalnızca hayatta kalmak için değil, türümüzün geçmişteki hatalarını düzeltmek için seçildi.
Burası bir fırsattı, bir dönüşüm sahnesiydi. Yeniden Doğuş Projesi, yok olmuş bir ekosistemi hayata döndürmeyi ve insan doğasının açgözlülük yerine bilgelikle büyüyebileceğini göstermeyi hedefliyordu. Toprak yeniden yeşerecek, atmosfer tekrar nefes alınabilir hâle gelecekti; türümüz bu kez doğayla uyum içinde yaşayacaktı. Fakat bu hedeflere ulaşmayı başaramadık.
Ses kısa bir duraksama yaptı, ardından daha ağır bir tonla devam etti:
Bu gezegen, umutlarımızın ve hatalarımızın kesişim noktasıydı. İnsanlık, Dünya’yı tüketip yaşanamaz hâle getirdikten sonra burada yeni bir başlangıç yapmayı hedefledi. Ancak bu topraklar, düşündüğümüz kadar cömert değildi. Atmosferi, gezegenin gençlik döneminde yaşanabilir kılacak kadar yoğun ve dengeliydi, ancak karbon bazlı yaşam döngülerini destekleyecek kadar zengin bir biyosfere sahip değildi.
İlk yerleşimlerden sonra, gezegenin zayıf ekosistemine adapte olmaktansa onu dönüştürmeye çalıştık. Gezegenin toprak yapısı, organik madde açısından fakir ve yüksek tuz içerikliydi. Bu durum, hem tarım için hem de doğal bitki örtüsünün canlanması için büyük bir engel oluşturdu. İklim döngüleri, Dünya’dakinden çok daha hassastı; toprağın her bozulan
tabakası, atmosferdeki toz oranını artırıyor, bu da yüzey sıcaklıklarında ciddi dalgalanmalara yol açıyordu.
Su kaynakları ise başka bir felaketin başlangıcı oldu. Yeraltı rezervleri, sınırlı ve jeolojik olarak izoleydi; buna rağmen, kontrolsüz kullanımımız bu kaynakları hızla tüketti. Yeraltı su seviyeleri düştükçe, yüzeydeki çölleşme hızlandı. Rüzgâr erozyonları, kuraklaşan toprakları taşırken atmosferde bir toz perdesi yarattı ve güneş ışınlarının gezegene ulaşmasını daha da zorlaştırdı.
Gezegenin kendi doğal döngülerine uygun hareket etmek yerine, Dünya’dan getirdiğimiz teknolojilerle bu döngülere hükmetmeye çalıştık. Hava akımlarını değiştirmek için yaptığımız atmosferik mühendislik, gezegenin hâlihazırda kırılgan olan jet akımlarını bozdu. Sonuç, kuraklıkların ve fırtınaların birbirini izlediği bir döngü oldu. Toprak, beklediğimiz gibi yenilenmedi ve büyük nüfusu besleyecek kadar ekin üretemedik. Her müdahalemizle daha da verimsiz hâle gelen toprak, koloniler arası anlaşmazlıkların da merkezi oldu. Su kaynakları ise yalnızca tükenmekle kalmadı, aynı zamanda yanlış mühendislik projeleri ve koloniler arasındaki kontrol savaşları nedeniyle zehirlendi.
Bizden geriye, yarım kalmış projeler, enkaza dönüşmüş hayaller ve bu mesaj kaldı. Yeniden Doğuş, artık bir umut değil; insanlığın doğanın sınırlarını anlamadan giriştiği bu çabanın acı bir uyarısıdır.
Ses, kısa bir süre sustu, ardından daha net ve kesin bir tonda devam etti:
Clarion Konfederasyonu, burayı terk etmek zorunda kaldığında geride yalnızca birkaç acil durum sistemi bıraktı. Bu sistemler, eğer bir gün buradaki yaşam yeniden filizlenir ya da hâlâ nefes alabilen birileri var olursa, onlara gerçeği göstermek ve bu topraklarda bir geleceğin mümkün olup olmadığını değerlendirme sorumluluğunu devretmek amacıyla tasarlandı. Bu mesajı dinliyorsanız, sistem belirli bir tetiklenme koşulunun gerçekleştiğini algıladı. Bu koşul, sizin varlığınız olabilir.”
Bu mesajı alan kişi ya da kişiler, insanlığın son mirasçıları olabilirsiniz. Belki siz, Clarion Konfederasyonu’nun buradan ayrılırken geride bırakmak zorunda kaldığı bir grup insansınız. Belki de bizim tarihimizden bihaber, başka bir nesil, bir toplum ya da yeniden filizlenen bir yaşam biçimisiniz.
Eğer bu mesaj size ulaştıysa, bu, burada kalanların kaderine tanıklık ettiğiniz anlamına gelir. Konfederasyon, gezegenin çöküşünün geri döndürülemez hâle geldiğini anladığında, son kaynaklarını başka bir gezegene taşınmak için kullandı. Ancak bu tahliye, tüm insanlığı kapsamıyordu. Bazıları, teknik sorunlar, stratejik kararlar ya da açıkça unutulmuş olmaları nedeniyle geride bırakıldı.
Konfederasyonun, bu gezegen için geliştirdiği kapsamlı planlar vardı. Ancak bu planlar, büyük bir çöküş dönemine giren koloniler arasında yaşanan çatışmalar nedeniyle uygulanamadı. Su kaynaklarının yeniden kullanımı için gerekli olan temizleme cihazları, koloniler arasında paylaşılamadı ve sonunda sabotajlarla kullanılamaz hâle getirildi.
Jeotermal enerji kaynaklarının dengeli bir şekilde işletilmesi için kurulan altyapı, farklı gruplar tarafından kontrol edilmeye çalışıldı ve sonuç olarak sistemler aşırı yüklenerek bozuldu.
Atmosferik mühendislik için tasarlanan teknoloji, koloniler arasındaki çatışmalar sırasında hem kaynak yetersizliği hem de yanlış kullanım nedeniyle başarısız oldu.
Bu gezegen, yalnızca doğal felaketlerin değil, insanlık içindeki anlaşmazlıkların da kurbanı oldu. Eğer bu mesaj size ulaştıysa, hâlâ bir şansınız var demektir. Ancak bu kez doğanın kurallarına karşı çıkmak yerine, onunla uyum içinde bir yol bulmalısınız.
Bu cihazın kilidini açarsanız, size geçmişin derslerini ve bu gezegeni yeniden yaşanabilir hâle getirmek için bırakılmış olan planları gösterecektir. Ancak bu planlar, yalnızca iş birliği, sabır ve doğanın sınırlarına duyulan saygıyla hayata geçirilebilir. İnsanlık, kendi içindeki savaşı bitirmeden, bu gezegenle barış yapamaz.”
Çocuk, hologram kaybolduktan sonra uzun bir süre hareketsiz kaldı. Kutuyu makineden dikkatlice çıkardı ve elinde tuttu. Soğuk metal yüzeyi, az önce duyduğu büyük ve ağır sözlere rağmen donuk ve sessizdi. İçinde sakladığı sırların değil, sıradan bir eşyanın gereksiz ağırlığıyla var gibiydi. Gözlerini kutunun üzerindeki yansımaya dikti. Yorgun yüzü, metalin solgun parıltısında silik ve belirsiz bir gölge gibi belirdi.
Derin bir nefes aldı, ardından başını sallayarak alçak bir sesle mırıldandı: “Saçmalık…” Sesi, kelimelerle birlikte ağır bir yorgunluk taşıyordu. ““Düşe kalka yaşıyoruz zaten, bu oyuncakla mı her şey değişecek?”
Cümlesinin sonunu getirirken kutuyu torbasına yerleştirdi, sanki hem önemsiz hem de başına bela olabilecek bir şeymiş gibi bakıyordu. Gözlerini kısa bir an kısıp etrafına baktı, ardından omuzlarını düşürerek yüzünü başka yöne çevirdi. Daha fazla karmaşa istemediği her hâlinden belliydi. Torbayı omzuna astı ve çadırına doğru yürümeye başladı. Ufka doğru bakarken çöplüğün üzerinde ağır bir sis gibi asılı duran pus dikkatini çekti.
Zehirli gazların soluk bulutları, rüzgârsız bir havada yerle bütünleşmişti. Başını biraz kaldırarak uzaklara baktı; orada hiçbir şey yoktu. Sadece uçsuz bucaksız bir boşluk, kurak ve ölü. Her adımında çatlamış toprak, ayaklarının altında ufalanıyor, ince toz bulutları havalanıp ardından tekrar yere çöküyordu. Çocuk bir an durdu. Ayak izlerine baktı.
Çatlakların üzerinde belirginleşen bu izlerin, birkaç dakika içinde rüzgarla silineceğini biliyordu.
Kendi kendine mırıldandı: “Kimse geçmişi umursamaz. Yaşamak zorundayız. İşte o kadar.” Adımlarını yeniden hızlandırdı, çadırına doğru ilerlerken torbası sırtında hafifçe sallandı.
Ancak kutunun ağırlığı, yalnızca fiziksel değildi. Clarion’un kelimeleri, zihninin bir köşesinde
yankılanıyordu. Duyduğu her cümlenin içinde bir gerçek yatıyordu; sert, rahatsız edici ama reddedilmesi kolay bir gerçek. Bu gerçek, çocuk için ne ifade ediyordu? Çocuk bunu düşünmek istemedi. Hayatta kalmak, düşünmekten daha önemliydi.
Çocuk yürürken, istemsizce bir kez daha başını kaldırdı. Gri gökyüzünün zehirli pusuyla örtülü olduğunu bildiği hâlde, uzaklarda bir ışık hüzmesi gördü. Gökyüzünün karanlığını yaran bu ince ışık, sanki başka bir yerden, başka bir dünyadan bir mesaj gibi yukarıdan aşağıya süzülüyordu. Clarion…
Işık hüzmesi, sadece birkaç saniye sürdü, ardından sanki hiç olmamış gibi yok oldu. Çocuk, gözlerini kısmış, bir şeyler ararcasına gökyüzüne baktı. Gerçek miydi? Yoksa sadece zihninin ona yüklediği bir anlam mıydı? Bu dünyada gerçek ve hayal arasındaki çizgi çoktan silinmişti. Kendini, gördüğüne inanmakla onu unutmak arasında gidip gelirken buldu. Belki bir işaretti, belki sadece yorgun bir zihnin oynadığı bir oyundu. Ne olursa olsun, o ışık artık yoktu.
Derin bir nefes aldı ve gözlerini tekrar yere çevirdi. Ufuk çizgisi yavaşça pusun içinde kaybolurken, çöplüğün sessizliğinde yankılanan çocuğun adımları büyük hikâyelerin unutulmuş yankılarına karışıyordu. Belki de bu hikâyenin en acımasız gerçeği buydu: İnsanlık doğruyu bilirdi, ama bilmekle yapmak arasındaki labirentte hep kaybolurdu. Ateşle oynayan ama yanmayı umursamayan bir çocuğun elleri gibi… İnsanlık büyük sözler bırakabilirdi, ama o sözler, yaşamak için yapılan küçük ihanetlerin gölgesinde kaybolmaya mahkûmdu.
Çocuk, geçmişin yükünü sırtında taşıyordu, ama o yükü anlamak istemiyordu. Çünkü anlamak için durup bakmak gerekiyordu—ve bu dünyada durmak, ölmek demekti. Belki de bu yüzden, çocuk yalnızca yürümeye devam etti.