david-lynch-kapak

Başka Diyardan Gelen Adam: David Lynch’in Ardından

Sinemanın asi ve deli çocuğu büyümeden veda etti dünyaya. Ardından söylenen birçok şeyin içinde belki de en anlamlısı, Twin Peaks gibi bir efsaneyi beraber ürettikleri yol arkadaşı Mark Frost’un sözleriydi.

“Dostum ve kardeşim, yaklaşık kırk yıllık suç ortağım, eşsiz bir sanatçı ve olağanüstü bir kişilik… Yasını tutun ve anın onu, ama kutlamayı da unutmayın. Çünkü onun gibisini bir daha göremeyeceğiz. ‘Başka diyardan gelen adam’ evine döndü.”

“Başka diyardan gelen adam”, ikilinin birlikte yarattıkları Twin Peaks dizisindeki gizemli bir karakterdi. Gerçekten de David Lynch dünyaya başka bir diyardan gelmiş gibiydi. Hayata bakışı ve gördüklerini kendi zihninin değirmeninden geçirip beyaz perdeye aktarışındaki farktı onu bu kadar özel yapan.

Yönetmen, ressam, müzisyen, aktör, fotoğrafçı ve tasarımcı David Keith Lynch, 20 Ocak 1946’da Missoula, Montana’da doğdu. Babasının işinden dolayı çocukluğu farklı yerlerde geçti. Pek parlak bir öğrenci değildi ama okulda popülerdi ve resimde yetenekliydi. Birkaç farklı okul denedikten sonra Pennsylvania Güzel Sanatlar Akademisi’nde karar kılarak resim eğitimi aldı. Burada okurken, 1967’de ilk kısa filmi olan Six Men Getting Sick (Six Times)’ı çekti. Ardından 1968’de dört dakikalık kısa filmi The Alphabet geldi. Bu, Lynch’in gelecekteki eserlerinin sinyallerini veren bir projeydi. Karısının yeğeninin bir gece uykusunda alfabeyi sayıkladığını görmüş ve senaryoyu bunun üzerine kurmuştu.

Filmde aynı zamanda sınıf arkadaşı olan karısı Peggy, rol gereği kanlar içinde ölmeden önce nöbet geçirerek alfabeyi sayıyordu. Lynch, arka fonda da o zaman henüz birkaç aylık olan kızları Jennifer’ın ağlama seslerini kullanmıştı. Bunun ardından tam da önceki yıl kurulan Amerikan Film Enstitüsü’ne filmin kopyalarını ve yeni kısa filminin senaryosunu yollayarak ödenek istedi. Enstitü Lynch’e finans sağlamayı kararlaştırdı ve ihmal edilmiş bir çocuğun kendisiyle ilgilenmesi için tohumdan bir büyükanne yetiştirdiği The Grandmother böyle doğdu (ya da böyle filiz verdi). Bu tuhaf filmle eleştirmenlerin dikkatini çekerek onların gözünde yeni tuhaflıklar için umut vadetmeye başladı.

“Çocukken dünya bana büsbütün, her şeyiyle fantastik gelirdi. Ama tabii ki sıradan korkularım vardı; okula gitmek gibi. O zamanlar bana göre okul, gençlere karşı işlenen bir suç gibiydi. Özgürlüğün tohumlarını yok etti. Öğretmenler bilgiye ulaşmaya ya da olumlu davranışlara teşvik etmedi.”

Başka denemeler ve vazgeçişlerden sonra, o ilk büyük hamlesini 1972’de yapacaktı. “Tek bir eleştirmenin bile anlatmak istediği şeyi anlamadığını” söylediği kült filmi Eraserhead’i çekmeye o tarihte başladı. Tek bir eleştirmen bile yönetmenin amacını anlamamıştır ama Charles Bukowski’ye sorduklarında bunun favori filmi olduğunu söylemiştir. Aslında film ne kadar anlaşılmaz olsa da birçok yazar, yönetmen ve müzisyeni bir şekilde etkilemiştir. Bütçe sorunlarından dolayı Lynch, Eraserhead’i çekerken ara vermek ve başka projelerle ilgilenmek durumunda kalmıştır. Çekimler nihayet 1976’da tamamlanmış, 1977’de ise film gösterime girmiştir. Gösterime girmeden önce Lynch’in Cannes’a yollamak istediği film, eleştirmenler “beğenenler ve saçma sapan bulanlar” olarak ikiye bölündüğünden festivale alınmamıştır.

İçinde distopik unsurlar, kan, vahşet, kara mizah, erotik imgeler, gerçeküstücülük, ne ararsak bulunan ve siyah-beyaz oluşunun da gücünü arttırdığı sinematografisiyle hafızalara kazınan filmi, izleyince bile anlaması mesele olduğu için özetlemek de kolay değil elbet. Kısaca anlatmaya çalışırsak film, muhtemelen kıyamet sonrası, kasvetli, endüstriyel bir dünyada, Henry Spencer adındaki matbaacının başına gelen ve onu deliliğe sürükleyen absürt olaylar bütünüdür. Normal tek bir sahnesi bile olmayan Eraserhead’in en esaslı anormalliği Henry’nin tek başına bakmaya çalıştığı mutant bebeğidir. Unutulmaz performansıyla başroldeki Jack Nance’in de Lynch’le hukuku bitmeyecek, Mavi Kadife’den İkiz Tepeler’e geçip, oradan Kayıp Otoban’a kadar uzanacaktır. Eraserhead aslında birçok yönüyle bilimkurgu sayılsa da, Lynch filmini daha çok body horror olarak sınıflandırmayı tercih etmiştir.

Yeraltı sinemasında kendine güzel bir yer edinen Eraserhead’den sonra, 1980’de bir diğer efsane olan The Elephant Man geldi. John Hurt, Anthony Hopkins, Anne Bancroft gibi ünlü oyuncularla çalıştığı film, Lynch’e hem ün hem de ticari başarı getirdi. Elephant Man’in başarısından sonra George Lucas, Lynch’e Star Wars serisinin üçüncü filmi olan Return of the Jedi için teklif götürdü. Ancak Lynch serinin yani Lucas’ın tarzıyla kendininkinin uyuşmayacağını düşündüğü için kabul etmedi. Derken bir diğer bilimkurgu yapımı için ışık yandı ve büyük beklentiler doğuran Dune uyarlaması için kollar sıvandı. Ancak işler Lynch’in ve yapım şirketinin istediği gibi gitmedi.

Bir kitap serisini tek filme sığdırması imkânsız olduğu gibi senaryo ekibiyle sorunlar yaşandı ve işin çoğu yönetmenin başına kaldı. Sadece yazım aşamasına değil, setlerin inşasına kadar birçok yere Lynch yetişti. Sahnelerin önemli bir kısmı filmden çıkarıldı, bu da filmin dengesini bozdu. Lynch, romanın gerçeküstü tonunu yakalasa da, Herbert’ın anlatısını resmetmek elbette zordu. Bütçe kısıtlamaları, stüdyo müdahaleleri derken kendisi de ortaya çıkan sonuçtan memnun olmadı ve filmin üzerinde son kurgu imkânı bulunmadığını, kendi vizyonundan tavizler vermek zorunda kaldığını söyleyerek çekim sürecinin zorluğunu ifade etti. Eleştirmenler tarafından pek beğenilmeyen film gişede de kâr elde edemedi. Stüdyo daha sonra filmin uzun versiyonunu hazırlayıp yayımladı ama Lynch buna razı gelmeyerek adını bu versiyondaki senarist listesinden sildirdi.

Lynch’in Dune uyarlaması gerek kitabı okumamış, filme salt bilimkurgu olarak bakan izleyici, gerekse de kitabın hayranları tarafından eleştirildi. Saçma, eksik ve anlaşılmaz gelen yanlarını görmezden gelemeyiz, ancak filmin ve dolayısıyla yönetmenin hakkını da yiyemeyiz. Dune’u 70’lerin ortalarında sinemaya uyarlamaya niyetlenen Alejandro Jodorowsky’nin hiçbir zaman çekilmeyen filmi için olumlu fanteziler üretilirken, aslında filmi o fantezideki gibi çekmenin mümkün olmadığı görmezden geliniyor. Kendisinden filmi azami 2 saatlik bir sürede tutması istenirken, Jodorowski düzgün şekilde uyarlayabilmek için 10 ila 14 saatlik bir sürenin ancak kâfi geleceğini söyledi. Bu konuda taviz vermediği için de film çekilemedi. Buradan aslında Lynch’in nasıl büyük bir işe giriştiğini daha iyi anlayabiliriz. Her şeyden öte Dune destanının -hele de kimi bölümlerinin- perdeye uyarlanmasının nasıl zor, hatta imkânsız olduğunu göz önüne almak gerek.

Lynch, filmin kaderi üzerinde yeteri kadar söz sahibi olabilseydi, büyük ihtimalle pek fazla kusur bulamayacağımız bir Dune izlemiş olacaktık. Aslında sadece Director’s cut versiyonu bile yüreklere su serpebilirdi. Ancak ilkin stüdyo buna yanaşmadı. Ardından Lynch ilgisini tamamen kaybetti. 2000’lere gelindiğinde Universal fikrini değiştirdi ve nice sonra da Lynch buna sıcak bakmaya ikna oldu. Ama somut bir adım atılmadı ve üzerinden 40 yıl geçtikten sonra yönetmeninin ömrü buna vefa etmedi. Filmin toplamda 177 dakikalık olan ham hâlinin kullanılmayan kısımlarının 2008’deki Universal yangınında yok olmuş olabileceğine dair söylentiler de dolaşmakta. Her şey bir yana, filmin olumlu tarafları bilinçli olarak göz ardı ediliyor. Her şeyden önce görselliğe kusur bulmak olanaksız, kostümler, bizzat Lynch’in de elinden geçen set tasarımları, ince ince işlenmiş detaylar, efektler ve hele de rock grubu Toto, Brian Eno, Roger Eno ve Daniel Lanois tarafından bestelenmiş müzikleri muazzam.

Bu kadar yerden yere vurulan filmi açık yüreklilikle beğendiğini söyleyen en önemli kişi ise “küçük bir ayrıntı(!)” olarak bizatihi efsanenin yazarı Frank Herbert’tır. “Hikâye işte burada,” diyecektir Herbert, “onlar hikâyeyi kotardılar ki bir yazarın endişesi de budur. Perdenin kendine has bir dili vardır. Eğer hünerli ellerdeyse, görsel metaforların seçiminde hassasiyet gösterilirse, hikâye perdede gösterir kendini.”  Yazar, Kasım 1985’te yayımlanan, Jim Burns gibi usta bir sanatçının resimlediği öykü derlemesi “Eye”ın “To Road to Dune” bölümünde, filmin serüvenine, yapım sürecindeki kendi rolüne ve yapıma dair görüşlerine yer veriyor. Frank Herbert’ın da dediği gibi “En iyi eleştirmen zamandır”.

Dune’un ardından yönetmen Blue Velvet/ Mavi Kadife gibi yeni bir kült filme imza attı ve duraklamaya giren kariyeri tam gaz yükselişe geçti. İşte tam da bu sıralarda yapımcı Mark Frost’la tanıştı ve unutulmaz televizyon efsanesi Twin Peaks bu ikilinin ellerinden doğdu. Lynch’in çalışmayı sevdiği oyunculardan -Dune filminin Paul Atreides’i-  Kyle MacLachlan burada da başrolü başarıyla sırtladı. 1990’da yine bir roman uyarlaması olan Wild at Heart filmiyle Cannes’da Altın Palmiye ödülünü kazandı. 1989 ve 1991 arasında beş kişisel resim sergisi açtı. Michael Jackson’ın Dangerous turnesinin fragmanı dâhil birçok reklama imza attı. Twin Peaks’in bestecisi Angelo Badalamenti ile beraber konserler verdi.

1997’de senaryosunu Wild at Heart’ın yazarı Barry Gifford’la beraber kaleme aldıkları Lost Highway / Kayıp Otoban’ı çekti. 2001’e gelindiğinde bir diğer kült filmi olan Mulholland Drive dünya çapında ses ve yönetmene ikinci Altın Palmiye’yi getirdi. Mulholland Drive, 2016’da 36 ülkeden 177 eleştirmenin katıldığı BBC anketinde 21. yüzyılın en iyi filmi seçildi. David Lynch oyuncu olarak da birçok yapımda boy gösterdi. Bunların en önemlisi kuşkusuz kendi yönettiği Twin Peaks’teki Ajan Gordon Cole karakteridir. 2011’de İngiliz müzik grubu Duran Duran’ın bir konserini yönetti ve Duran Duran: Unstaged adlı konser filmini çekti.

“Fikirler balık gibidir. Sizi heyecanlandıran bir fikir bulursanız, dikkatinizi ona verin, diğer balıklar da ona doğru yüzecektir. Bir yem gibi. Ona takılıp kalırlar ve siz de daha fazla fikir edinirsiniz. Ve size sadece onları çekmek kalır.”*

Ekrandaki iki başarılı sezonun ardından bir de sinema filmi yapılan Twin Peaks, televizyon tarihinde örneği görülmemiş şekilde senaryosuna sadık kalarak 25 yıl sonra ekranlara geri döndü. Dizide geçen “25 yıl sonra görüşürüz” repliği gerçeğe dönüştü ve 2014’te Lynch ve Frost aynı anda, gelecek yılın sürprizini yine başka bir replikle duyurdu. 2015’te 9 bölüm olarak planlanan dizi toplamda 18 bölüm olarak çekilip yayımlandı. David Lynch, Ağustos 2024’te kendisine 2020’de amfizem teşhisi konduğunu açıkladı. Artık evden çıkamadığını ve muhtemelen gelecekteki hiçbir projeyi şahsen yönetemeyeceğini söyledi. On yıllardır, yavaş yavaş, onu bu noktaya getiren suçluyu biliyor ama ondan vazgeçemiyordu. 8 yaşından son üç yılına kadar içtiği sigarayı, verdiği onca zarara rağmen geç olmadan bırakmamıştı. 2024’ün Kasım’ında yürüyebilmek için oksijen desteğine ihtiyaç duyduğunu açıklamıştı.

“Her sigara tiryakisinin aklının bir köşesinde bunun sağlıklı olduğu zannı vardır, bu yüzden kelimenin tam anlamıyla ateşle oynuyorsunuz. Sizi yakabilir. Ben de şansımı denedim ve yandım.”

16 Ocak 2025’te, 79. doğum gününden 5 gün önce ailesi yönetmenin vefatını şu satırlarla duyurdu:

“Artık aramızda olmadığı için dünyada koca bir boşluk var. Ancak, onun da dediği gibi, ‘Siz simidin kendisine bakın; ortasındaki boşluğa değil’.”*

“Neyin ne anlama geldiğini, ne olup bittiğini kendim bilmem gerekiyor. Bazen aklıma gelen fikirlerin anlamını çözemiyorum. O zaman düşünüp anlamaya çalışıyorum, böylece kendime verecek bir cevabım oluyor. Ancak izleyiciler kendi çözümlerini kendileri bulmalı. Bunu asla açıklamıyorum. Çünkü iş yalnızca kelimelerden ibaret değil. Söylemek etkisini azaltır, olayı küçültür.”

Lynch’in anlatımı en çok rüyalardan ve bilinçaltından beslenir. Filmlerinde sürrealizmi ustalıkla kullanır. Bir bulmacanın parçaları gibi belli bir motifi tekrarlar. Bu hayal alemine endüstriyel bir tabloyu, fabrika bacalarını, makineleri, çok sevdiği ateşi ve dumanı da katar. Filmlerinde yer vermeyi sevdiği şeyleri, temayla ne kadar alakasız olsa da hiç yerini yadırgamayacak şekilde kurgunun içine yedirir. Bilimkurgu olarak değerlendirilebilecek iki filmi olmasına rağmen aslında bilimkurguya duyduğu ilgiyi yapımlarına sıklıkla yansıtır. Bu da genellikle alternatif evren ve gerçeklikler, bölünmüş zaman çizelgeleri şeklinde kendini gösterir. Fantastik öğeleri bolca kullanırken, duygu ve kavramları karakterlerinde vücuda getirip sembolize eder. Lynch geniş kitlelere hitap etmenin ve gişe başarısının peşinde değildir. Bu engeller olmadığı için özgür ve özgün kalmayı kolaylıkla başarabilmiştir.

“Asıl önemli olanlar uyanıkken gördüğüm rüyalardır. Bir sandalyede sessizce otururken, zihnimi serbest bırakmışken geliverenlerdir. Uyuduğunuzda rüyanızı kontrol edemezsiniz. Ben kendi eserim ya da keşfim olan hayal alemine dalmayı severim; kendi seçimim olan dünyaya. Bunu başkalarının da bizzat tecrübe etmesini sağlayamazsınız, ancak, işte sinemanın gücü tam da buradadır.”

O güçle bizi kendi hayal alemine taşıyıp rüyalarını paylaştığın için sonsuz teşekkürler.

  • *Catching the Big Fish: Meditation, Consciousness, and Creativity, David Lynch.

Yazar: Münevver Uzun

Onu siz delirttiniz!

İlginizi Çekebilir

frank-herbert-roportaj-3

Kayıp Röportaj #3: Frank Herbert’tan Fütüristik Düşünceler

Daha önce hiç gün yüzüne çıkmayan bu sohbet, ilk olarak 1984 yılı ortalarında, tam da Dune filminin …

Bir yorum

  1. Yönetmenin düşünce dünyasını anlamaya giriş niteliğinde, özlü bir yazı olmuş; teşekkürler.

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin