korku bilimkurgu muzik

Derin Uzaydan Derin Korkulara Müzikal Yankılar

Sinema salonunda gerilimli bir sahne izlerken ansızın yükselen tiz keman sesleri sizi yerinizden sıçratıyorsa bunun tesadüf olmadığını bilmelisiniz. Korku ve bilimkurgu, sinema tarihinde sık sık yan yana gelmiş, hatta iç içe geçmiş türlerdir. Mary Shelley’nin Frankenstein’ı, ilk bilimkurgu eserlerinden biri olmasının yanı sıra, gotik korkunun da mihenk taşlarından kabul edilir. Ama Frankenstein yalnız değildir. İnsanlığın bilinmeyene duyduğu korku bilimle birleştiğinde, ortaya çıkan hikâyeler yalnızca şeytani yaratıklarla değil, yapay zekâlar, uzaylı istilaları ve genetik felaketlerle de şekillenmiştir.

Bilimkurgunun korkuyla dansı, teknolojik ilerlemenin getirdiği etik sorularla doğrudan bağlantılıdır. The Fly (1986), bilimsel bir deneyin yanlış gitmesiyle insanlığını kaybeden bir adamın hikâyesini anlatırken, Ex Machina (2014), yapay zekânın insan zihni üzerindeki korkutucu etkisini işler. H.G. Wells’in Dr. Moreau’nun Adası’ndan tutun, Ridley Scott’ın Alien serisine kadar bilimkurgu, korku öğelerini kullanarak teknoloji ve insan doğası üzerine sarsıcı sorular sormuştur. Uzaylı istilaları, bilimkurgunun en korkutucu senaryolarından biridir. 1951 yapımı The Day the Earth Stood Still ile başlayan “insanlık, üstün bir türle karşılaşırsa ne olur?” teması, H.P. Lovecraft’ın kozmik korkularından ilham alır. Ancak burada korku sadece canavarlarla sınırlı değildir; 2001: Bir Uzay Destanı’ndaki HAL 9000 gibi duygusuz makineler ya da Black Mirror’ın distopik dünyaları, modern bilimkurgunun korku geleneğini nasıl sürdürdüğünü gösterir.

Bugün, The Matrix’ten Annihilation’a, Under the Skin’den Westworld’e kadar bilimkurgu ve korkunun birleştiği pek çok yapım, insanın teknolojik gelişim karşısındaki varoluşsal krizini sorgulamaya devam ediyor. Peki, bu filmler sadece konularıyla mı ürpertiyor? Hayır. Asıl etkiyi yaratan şey, müzik ve sesin anlatıya nasıl eşlik ettiği…

Anlatı ve Müzikal Kesişim

ripley

İki tür, genellikle birbirlerinden ayrı değerlendiriliyor olsa da, aslında anlatısal ve görsel olarak birçok ortak noktaya sahiptir. Korkunun tehdit algısı ile bilimkurgunun keşif ve yenilik merakı aynı madalyonun iki yüzü gibidir. Örneğin, Ridley Scott’un Alien (1979) filmi, bir bilimkurgu anlatısına sahip olmasına rağmen klasik bir canavar filmi gibi yapılandırılmıştır. Uzayın karanlık boşluğunda sıkışmış bir grup insanın insanüstü bir tehdide karşı verdiği mücadele, neredeyse Dracula veya Frankenstein hikâyelerine benzer bir formüle sahiptir. Bu anlatı, bir bilimkurgu teması içinde korkunun klostrofobik atmosferini yaratır. Benzer şekilde, The Thing (1982) de uzaylı bir varlığın paranoya ve beden korkusu üzerinden korku unsurlarını nasıl bilimkurgu ile iç içe geçirdiğinin bir örneğidir.

Aynı durum post-apokaliptik dünyalar için de geçerlidir. The Walking Dead, klasik bir zombi hikâyesi olarak görülse de aslında bilimkurguya ait kıyamet sonrası (post-apokaliptik) anlatı öğeleri taşır. Bu tür yapımlar, toplumun çöküşü, insan doğasının sınanması ve kaosun yükselişi gibi bilimkurgusal konuları işlerken korkunun hayatta kalma mücadelesi ve bilinmeyen tehditleriyle birleştirir. Müzikal olarak da bu iç içelik kaçınılmazdır. Müzik, bir sahnenin duygu dünyasını oluştururken bu türlere ait filmlerde ortak bir dil yaratır. Örneğin, John Williams’ın Close Encounters of The Third Kind (1977) için bestelediği tınılar, bilinmeyenin büyüsünü ve tehdit edici doğasını bir arada sunarken, Joseph Bishara’nın Ruhlar Bölgesi (2010) için yazdığı müzikler de aynı rahatsız edici atmosferi yaratır. İki film de temelde farklı türlere aittir, biri bilimkurgu, diğeri korku olsa da müzikal anlamda ortak bir dile sahiptir.

Tremolo yaylılar, yani tellere hızlıca titrek vuruşlarla çalınan müzikler, her iki türde de gerilim yaratmak için kullanılır. Tiz disonanslar, yani kulağa rahatsız edici gelen uyumsuz akorlar, genellikle korku sahnelerinde kullanılmasına rağmen bilimkurgu yapımlarında da “bilinmeyenle karşılaşma” hissini vermek için tercih edilir. Ani müzikal patlamalar, korku filmlerindeki “jumpscare” sahnelerinin bir parçasıyken, bilimkurgu filmlerinde beklenmedik bir olayın etkisini artırmak için kullanılır. Böylece hem anlatı hem de müzik açısından bu iki tür birbirinden beslenen ve sürekli dönüşen türler olarak sinema tarihinde varlığını sürdürmeye devam eder.

Yeninin Şoku

Bilimkurgu ve korku, bu bahsettiklerimizin dışında teknolojik yenilikleri sinemaya taşıyan türler olarak da öne çıkar. Bu türler sadece yeni hikâyeler anlatmaz; sinemanın görsel ve işitsel sınırlarını zorlayarak sürekli yenilenmesini sağlar. Bunun en iyi örneklerinden biri, 1933 yapımı King Kong’dur. Theodor Adorno ve Hanns Eisler, bu filmi analiz ederken, “geleneksel müziğin böyle sahnelere hiçbir zaman yetemediğini,” belirtmiştir. King Kong’un vahşiliği ve devasa boyutu, geleneksel orkestral müzikle anlatılmaya çalışılsa da, aslında modernist müziğin daha radikal ve deneysel teknikleriyle çok daha etkileyici hâle gelmiştir.

Bu noktada, modern müziğin korku ve bilimkurgu sinemasındaki rolü giderek daha önem kazanır. John Williams’ın Jaws (1975) için bestelediği ikonik köpekbalığı teması, iki notadan oluşan ama giderek yükselen bas motifleriyle Stravinsky’nin Rite of Spring (1913) adlı bestesindeki agresif ritimlere selam gönderir. Bu motif, kaçınılmaz bir tehlikenin yavaş yavaş yaklaşmasını hissettiren hem korku hem de bilimkurgu için geçerli bir müzik dilidir.

Hans Zimmer’in The Ring (2002) ve Wendy Carlos’un The Shining (1980) için yaptığı müziklerde duyduğumuz Dies Irae motifleri, bu türlerin ortak müzikal mirasını taşır. Dies Irae, Orta Çağ’dan kalma bir ölüm marşıdır ve hem bilimkurgu hem de korku sinemasında “yaklaşan kıyamet” hissini vermek için sıkça kullanılır. Jerry Goldsmith’in Planet of the Apes (1968) için yaptığı müzik, bilimkurgunun bilinmezlik temasını vurucu bir şekilde işler. Geleneksel orkestrasyonun dışına çıkarak elektronik sesler ve alışılmadık perküsyon teknikleriyle insanlığın geleceğine dair kaygıyı derinleştirir.

Şok, Hayret, Görüntü ve Etki

Bilimkurgu, izleyicide genellikle bir büyülenme, keşif ve hayranlık hissi uyandırırken, korku ise dehşet, tedirginlik ve panik yaratır. Ancak bu iki tür, sinematik deneyim açısından birbirinden tamamen ayrılmaz. Aksine, anlatılarında ve özellikle de müziklerinde sık sık iç içe geçerek izleyicinin algısını manipüle eden ortak stratejiler kullanır. Kimi zaman bilimkurgu, bilinmeze duyulan korkuyu beslerken; kimi zaman da korku, izleyiciyi bilinmeyene duyduğu hayranlıkla yüzleştirir.

Bu türün en ikonik örneklerinden biri, Stanley Kubrick’in 2001: Bir Uzay Destanı (1968) filmidir. Filmde, insanlığın evrimini ve kozmik boyuttaki yolculuğunu anlatan sahnelerde Richard Strauss’un Thus Spake Zarathustra (1896) adlı eseri kullanılmıştır. Bu müzik, insanlığın uzaydaki ilerleyişini ve bilinmeze doğru attığı büyük adımları epik, hatta ilahi bir şekilde yüceltir. Ancak aynı filmde, uzayın korkutucu ve bilinmez doğasını vurgulamak için György Ligeti’nin Atmosphères (1961) adlı atonal eseri tercih edilmiştir. Thus Spake Zarathustra, insanlığın yükselişini ve kozmik kaderini büyük, görkemli bir olay gibi sunarken, Atmosphères, bilinmezin yalnızlığını ve insanın evrende ne kadar küçük ve savunmasız olduğunu anlatır.

Benzer şekilde, James Cameron’un Avatar (2009) filmi de bilimkurgunun “hayranlık uyandıran” yapısını güçlü bir şekilde kullanır. James Horner’ın besteleri, dış dünyalara duyulan hayranlığı ve keşfetme arzusunu destekleyen melodik ve epik tonlara sahiptir. Ancak, eğer Avatar bir korku filmi olsaydı, aynı uzaylı ekosisteminin bilinmezliği korkutucu unsurlarla vurgulanabilirdi.

Korkunun Müzikal Stratejileri

Bilimkurgu genellikle bilinmeyeni, keşfedilecek büyüleyici bir alan olarak ele alırken, korku ise bilinenin içinde gizlenen dehşeti ortaya çıkarır. Bu durum, M. Night Shyamalan’ın The Sixth Sense (1999) filminde çarpıcı bir şekilde görülür. Filmde, bir ışık ampulüne odaklanan sahne, James Newton Howard’ın müziğiyle birleşerek tüyler ürpertici bir etki yaratır. Sıradan bir nesneye bile ürkütücü anlamlar yüklenebilir. Benzer bir şekilde, Tobe Hooper’ın Poltergeist (1982) filmi, banliyö yaşamının sıradanlığını korku atmosferine dönüştürerek kullanır. Filmin açılış sahnesinde, televizyon ekranının statik görüntüsü ilk bakışta sıradan bir olay gibi görünse de, kısa süre sonra paranormal bir tehdide dönüşür. Bilimkurgu olağanüstüyü olağan hâle getirirken, korku olağanı olağanüstü bir tehdide dönüştürerek izleyiciyi rahatsız eder.

Korku sinemasında müzik, sadece atmosfer yaratmakla kalmaz, izleyiciyi manipüle etmek ve yanıltmak için de kullanılır. Müzikal anlatımın güvenilirliği, korkunun en güçlü psikolojik silahlarından biridir. Steven Spielberg’in Jaws (1975) filmi, bu stratejinin en başarılı örneklerinden biridir. Filmde, ünlü köpekbalığı temasının (iki notalık rahatsız edici bas motifleri) sadece gerçek tehlike anlarında çalınması izleyiciye bilinçaltında bir sinyal gönderir: “Bu müziği duyuyorsan, köpekbalığı gerçekten yakında.” Ancak bir sahnede, sahte bir saldırı girişimi yaşanır ve bu ünlü müzik çalmaz. Yani izleyici, bu sahnede gerçekten bir tehlike olmadığına inanır. Bu, sinema tarihindeki en zekice müzikal stratejilerden biridir, çünkü korku filmlerinin müzikleri genellikle ne zaman korkmamız gerektiğini söyler. Ama burada, müzik “olmamasıyla” bile izleyicinin algısını oynar.

Benzer bir etki, John Carpenter’ın Halloween (1978) filminde görülür. Filmin minimalist piyano teması, Michael Myers’ın varlığını hissettiren ama tam olarak göstermeyen bir “sinyal” görevi görür. Ancak bazı sahnelerde müzik susar ve izleyicinin gerilim beklentisi daha da yükselir. Korku sinemasının bir diğer etkili müzikal stratejisi, masum veya huzur verici görünen melodilerin bir anda korkuya dönüşmesidir. Bunun klasik bir örneği, Pino Donaggio’nun Carrie (1976) filmi için yaptığı müziklerdir. Filmin son sahnesinde, Carrie’nin mezarına çiçek bırakmaya giden bir karakter, yumuşak bir flüt melodisi eşliğinde görülür. Flütün tatlı ve huzur verici tınıları, izleyicinin rahatlamasına neden olur. Ancak, bu sahne ansızın kâbusa dönüşür: Carrie’nin çürümüş eli mezardan çıkarak karakterin bileğini yakalar ve müzik bir anda çığlık atan yaylılar ve kaotik akorlarla patlar.

Bu teknik, korku sinemasında sıkça kullanılır. Rosemary’nin Bebeği (1968) filminde masum bir ninni, iblislerin bir çocuğun kaderini belirlediği rahatsız edici bir sahneye eşlik eder. The Omen (1976), geleneksel kilise müziğini şeytani bir ayin atmosferine dönüştürerek izleyicinin kutsal olanı bile sorgulamasına neden olur. Stanley Kubrick’in Cinnet (1980) filminde, Wendy Carlos’un müziği, klasik müziğin düzenli melodilerini bozarak gerçeklikle rüya (veya kâbus) arasındaki çizgiyi silikleştirir. Bu strateji, korkunun en derin psikolojik katmanlarına dokunur: Kendimizi güvende hissettiğimiz anda, bizi en savunmasız anımızda yakalar.

Popüler Müziğin Kullanımı ve Anlatıda Ses Tasarımları

Popüler müzik, sinemada güçlü bir araçtır ve hem korku hem de bilimkurgu filmlerinde farklı işlevler görür. Korku sineması, popüler müziği genellikle ironi ve rahatsızlık yaratma amacıyla kullanırken, bilimkurgu onu zaman yolculuğu, tarihsel bağlam yaratma ve teknolojik atmosferi vurgulama aracı olarak görür. Korku filmleri, popüler müziğin genellikle huzur verici, eğlenceli veya nostaljik çağrışımlarını tersine çevirerek rahatsız edici bir kontrast yaratır. Bu teknik, izleyiciyi duygusal olarak hazırlıksız yakalamak ve şiddetin, korkunun daha çarpıcı hissettirilmesini sağlamak için kullanılır. American Psycho (2000) filminde, Patrick Bateman en vahşi cinayetlerinden birini işlerken, Huey Lewis & The News’in “Hip to Be Square” şarkısı çalar. Şarkının neşeli ve sıradan bir Amerikan yaşam tarzını temsil eden yapısı, bir yandan Bateman’ın sosyopatik karakterine vurgu yaparken bir yandan da izleyicinin sahneye duyduğu dehşeti artırır.

The Silence of the Lambs (1991) filmindeyse Dr. Hannibal Lecter, J.S. Bach’ın Goldberg Variations eserini dinlerken korkunç bir cinayet işler. Bach’ın klasik müziğinin zarif yapısı, Lecter’ın entelektüel ama acımasız doğasını yansıtır. Müzik burada, hem karakter derinliği yaratır hem de sahnedeki vahşetin soğukkanlılığını daha da tedirgin edici hâle getirir. Dawn of the Dead (1978) filminde de  zombiler alışveriş merkezinde dolaşırken cheesy ve hafif tempolu “Muzak” tarzı müzikler çalar. Bu ironi, hem tüketim kültürüne yapılan bir eleştiri hem de sahnenin komik ama bir o kadar da rahatsız edici olmasını sağlayan bir detaydır.

Bilimkurgu ise popüler müziği genellikle geçmişle gelecek arasında bir köprü kurmak, zaman yolculuğu anlatılarını güçlendirmek veya karakterlerin kökenlerini vurgulamak için kullanır. Back to the Future (1985) serisinde Chuck Berry’nin “Johnny B. Goode” şarkısı, rock ‘n’ roll’un doğuşunu zaman yolculuğu üzerinden anlatan bir araç olarak kullanılır. Marty McFly, 1955’te düzenlenen lise balosunda sahneye çıkıp bu şarkıyı çalar ve henüz rock müziğin patlama yapmadığı bir dönemde, gelecekte bir fenomen olacak bu tarzı “yaratmış” olur. Bir diğer örnek olarak, Guardians of the Galaxy (2014-2017) film serisinin kahramanı Peter Quill, 80’ler müzikleriyle büyüdüğü için uzayda geçen macerasında “Come and Get Your Love” (Redbone) veya “Hooked on a Feeling” (Blue Swede) gibi şarkıları çalması, onun geçmişine duygusal bir bağ kurmasını sağlar. Film, nostalji hissini güçlendirmek için popüler müziği kullanarak izleyiciyle karakter arasında bir köprü kurar. Yine Star Trek: First Contact (1996) filminde, Steppenwolf’un “Magic Carpet Ride” şarkısı kullanılır. 1968’den kalma bu şarkı, gelecekte hâlâ bir kültürel bağ taşıdığını gösterirken müziğin zaman içindeki evrimine dair bir yorum sunar.

Korku ve bilimkurgu sineması, popüler müziği sadece eğlencelik bir unsur olarak kullanmaz; bazen şok edici bir kontrast, bazen nostaljik bir bağ, bazen de tarihsel veya kültürel bir bağlam yaratmak için müzikten yararlanır. Bu türler sadece müzikle değil, ses efektleriyle de izleyicinin algısını yönlendirir. Korku sinemasında ses, rahatsız edici, tehdit edici veya bilinmezliği vurgulayıcı bir unsur olarak kullanılır. Alien (1979) filminde H. R. Giger’in tasarladığı yaratığın grotesk fiziği, ses tasarımında da kendini gösterir. Xenomorph’un tıslayan, hırıltılı sesi, yaratığın hem organik hem de ölümcül olduğunu hissettirir. The Ring (2002) filminde de Samara’nın ruhunun varlığını hissettirmek için rahatsız edici, boğuk ve metalik ses efektleri kullanılır. İzleyici, onun dünyadan kopuk, tekinsiz bir varlık olduğunu görmeden önce duyar.

Bilimkurgu filmleri genellikle mekân, teknoloji ve geleceği gerçekçi kılmak için özel ses tasarımlarına yer verir. Star Wars (1977) filminde uzay gemilerinin motor sesleri, ışın kılıçlarının uğultusu, tamamen kurgusal olsa da fiziksel açıdan inandırıcı bir etki yaratmak için tasarlanmıştır. Blade Runner (1982) filminde de Vangelis’in elektronik müziği ile şehir seslerinin birleşimi, siberpunk estetiğini güçlendiren bir atmosfer oluşturur. Bilimkurgu teknolojiyi, korku ise bilinmeyeni ses yoluyla vurgular.

Sesin En Korkutucu Formu: İnsan Sesi

Korku sinemasında en rahatsız edici seslerden biri de insan sesidir. Normalde tanıdık ve güven verici olan insan sesi, deforme edildiğinde veya bağlam dışı kullanıldığında son derece korkutucu olabilir. Örneğin The Exorcist (1973) filminde şeytan tarafından ele geçirilmiş Regan’ın sesi, bir erkek seslendirme sanatçısı tarafından dublajlanmıştır. Çocuk bedeninden gelen boğuk, derin erkek sesi, beden ve ruh arasındaki çarpıcı uyumsuzluğu ortaya çıkararak izleyiciyi tedirgin eder. Invasion of the Body Snatchers (1978) filminin final sahnesinde, ana karakterin aniden çığlık atarak başka bir insanı işaret etmesi, kimlik kaybının ve bireyselliğin yok oluşunun en çarpıcı anlatımlarından biridir. Star Wars serisinin ikonik karakteri olan Darth Vader ise ikonikleşmesini karakterin derin, metalik sesinin, hem onun yarı-makine yarı-insan doğasını hem de gücünü vurgulamasına da borçludur. Sesin yankılı ve soğuk olması, onun duygusuz, totaliter bir figür olduğunu pekiştirir.

Ses, hem korku hem de bilimkurgu için sadece bir yan unsur değil, doğrudan anlatının bir parçasıdır. Kimi zaman bilinmeyeni şekillendirir, kimi zaman da tanıdık olanı yabancılaştırarak en büyük korkuları tetikler.

Korku ve bilimkurgu, insan doğasının en temel korkularını ve meraklarını besleyen iki türdür. Birinde bilinmeyenin karşısında duyulan hayranlık, diğerinde ise bilinmeyenin yarattığı dehşet ön plandadır. Fakat her iki tür de müziği, sesi ve sinema tarihindeki devrimleri paylaşarak birbirlerinden ayrılmaz hâle gelmiştir. Bir sonraki bilimkurgu ya da korku filmi izleme seansınızda, bir an durup müziğe kulak vermeyi unutmayın. Belki de sizi en çok korkutan şey, aslında duyduğunuz notalardır.

Kaynak:

Yazar: Ceren Demirkılınç

Ürün tasarımcısı. 10 yıldır yapay zekânın bilişsel gelişimi üzerine çalışmalar yapıyor. Teknoloji alanında çalışmayı, bilimsel gelişmeler üzerine düşünüp yazmayı seviyor. Robot hakları aktivisti. Çeşitli yerlerde öyküleri, kitap eleştirileri yayımlandı. Yaşamını kedileri ile seyahat ederek sürdürüyor.

İlginizi Çekebilir

hasan sarac soylesi

Hasan Saraç ile Bilimkurgu ve Yazarlık Üzerine

Türkiye’nin ilk ve tek bilimkurgu kütüphanesi olma özelliğini taşıyan Özgen Berkol Doğan Bilimkurgu Kütüphanesi‘nin Perşembe …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin