modern insan yanilgi

“Modern” İnsan bir Yanılgı mıdır?

“Her çağın insanı kendini ‘modern’ diye tanımlar; bu durum insanlığın tarih boyunca kendini geçmişten üstün görme eğilimini yansıtır. Ancak Mark Twain’in İnsan Nedir? kitabında değindiği gibi, “İnsan, kendisini yaratan koşulların bir ürünüdür; neyse odur, ne olacaksa da o olacaktır.” Öyleyse, teknolojik sıçramalar ve kültürel devrimler modern insanı ‘daha iyi’ bir varlık mı yapar, yoksa Twain’in ima ettiği üzere, değişen yalnızca araçlar mıdır?”

Modern insan algısı sanılanın aksine yalnızca teknolojiyle değil, kültürel ve felsefi evrimle de şekillenir. Postmodernizmin egemen olduğu günümüzde kimlikler parçalanmakta, bireyler çoklu kimliklerle iç içe kimliksiz bir savrulmaya itilmekte. Antropolojik bir bakış açısıyla, avcı-toplayıcı toplumlardan yerleşik düzene geçişteki “modernleşme” eğilimi, insanın ilerleme arzusunun mitolojik kökenlerine dek dayanır. Sözgelimi Prometheus’un ateşi çalması, bu arzunun sembolik bir anlatımını sunar; insan, her daim sınırlarını zorlayarak “daha modern” olmaya çalışır. Ancak bu çaba, Batı merkezli bir modernite algısının ötesine geçtiğinde —söz gelimi Asya’daki Konfüçyüsçü düzen veya Afrika’daki topluluk odaklı sistemler dikkate alındığında— evrensel bir insan özelliği midir, yoksa kültürel bir yapı mıdır sorusu belirsizliğini korur. Hâliyle bu yorum modernitenin herkes için aynı anlama gelip gelmediğini düşündürür.

İşbu yazıda modernite yanılgısını toplumsal değişim ve dönüşümler ekseninde irdeleyeceğiz.

Postmodern Çağ ve Değişen Gerçeklik

postmodern bilimkurgu

Postmodernizm, modernizmin mutlak doğrularını reddeder, her şeyin göreceli olduğunu savunur. Artık hakikat, bireysel ve toplumsal inşalara dayanmaktadır; dolayısıyla tek bir gerçek yoktur, yalnızca yorumlar vardır. Bu durum evrensel anlam arayışını geçersiz kılar ve her bireyin kendi perspektifinden bir “gerçek” oluşturabileceğini öne sürer. Ancak aynı zamanda hakikatin tamamen öznel mi yoksa toplumsal etkilerden bağımsız mı olduğu sorusunu açıkta bırakır.

Bu meseleyi derinlemesine ele alan Jacques Derrida, “yapısöküm” teorisiyle anlamların sabit olmadığını, sürekli yeniden üretildiğini gösterir. Ona göre dil, anlamı kesinleştirmez; aksine, her kavram diğerleriyle ilişkisi içinde sürekli kayar. Hâliyle metinlerin ve fikirlerin tek bir “doğru” okumasını imkânsız kılar. Aynı şekilde Michel Foucault da “iktidar ve bilgi” ilişkisiyle gerçekliğin toplumsal güç dinamikleriyle örüldüğünü açıklar. Farzı misal, bir toplumda kimin sesi daha çok çıkarsa onun “gerçeği” baskın olur. Foucault buradan yola çıkarak hakikatin nötr olmadığını, iktidar tarafından üretildiğini ve bu üretimin tarihsel olarak değiştiğini vurgular. Yani bireyin özgürce gerçeklik yaratma iddiasını, içinde bulunduğu söylem ve güç yapılarıyla sınırlar. Fakat bu bir devrim midir, yoksa insanlığın kadim belirsizliklerinin yeni bir yüzü müdür? Gerçeklik, sahiden bizim elimizde midir yahut başkalarının bize sunduğu bir kurgudan mı ibarettir?

Söz konusu tartışmayı somut bir zemine taşımak için bilimkurgu yapıtlarını izlek edinirsek; Philip K. Dick’in Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi? romanındaki Voight-Kampff Testi, androidlerin insanlardan ayırt edilemezliğini kanıtlarken kimlik ve gerçeklik algısının flulaştığını gösterir. Westworld dizisi, yapay bilinçlerin insan duygularını taklit ettiği bir dünyayı tasvir eder. Ex Machina filmi, bilinç ve öznelliğin ne denli manipüle edilebileceğini sorgular. Yani çağlar ötesi anlatılarda da benzer motifler vardır.

Peki ya geçmişe dönersek neler görürüz? Andy Warhol’un seri üretim eserleri ki, Pop Art’ın temelini oluşturur; gerçekliğin yerini taklitlerin aldığını yansıtır—mesela bir çorba kutusunu sanat eseri yapmak gibi— Aynı şekilde Thomas Pynchon’ın Yerçekiminin Gökkuşağı, anlamın çözülmezliğini vurgular. Teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, “gerçeklik” her zaman çoğul ve yoruma açıktır; yani neyin gerçek olduğuna karar vermek, kişinin iradesine veya inisiyatifine kalıyor gibi görünmektedir; ancak bu da bir nevi illüzyondur. Yönlendirerek yönetmeyi amaçlayan yanılsamalar içerir.

Sözünü ettiğimiz örneklerin ortak noktası da zaten yanılsamanın Jean Baudrillard’ın fikirleriyle buluşarak teorik çerçeveyi tamamlamasıdır. Baudrillard’ın “simülakrlar” teorisi ortaya çıkan tüm belirsizliği çözümlerken bir yandan da derinleştirir. Gerçekliğin yerini imgelerin alışını ve toplumların bu imgelerle şekillenişini işler. Ancak kitlelerin idrak etmesi için bir aracı bu doğrultuda hayli kıymetli bir adım atmıştır. The Matrix (1999), insanların bir simülasyonda yaşadığını, dış dünyadan koptuğunu gösterirken, yalnızca sağlam bir aksiyon gösterisi sunmakla kalmaz; Baudrillard’ın teorisini de kitlelerin ilgisini çekecek biçimde görselleştirir. Gerçi Baudrillard, Wachowski Kardeşler’in vizyonunu yeterli bulmayarak eserini anlamadıklarını düşünmüştür. Yine de ortaya koyduğu teorinin yaygınlaşması bakımından önemi yadsınamaz.

Günümüzde çabuk tüketilen TikTok videoları, Instagram’ın filtrelenmiş görüntüleri ya da yapay zekâ tarafından üretilen sanat eserleri, bireylerin kendi gerçekliklerini inşa ettiği simülakr sahneleri sunmaktadır. İnsanların yaşamlarını sanal platformlardaki personaları vesilesiyle aldıkları beğenilere göre anlamlandırmaları ve onay mekanizması olarak panoptikon misali birbirlerinin denetim mekanizması hâlini almaları yaşanan yıkımın göstergesi niteliğindedir. Guy Debord’un “gösteri toplumu” fikriyle birleştiğinde ise bu süreç, gerçeklik ve imge arasındaki sınırın tamamen kaybolduğunu düşündürür. Nitekim sosyal medyanın bireye kimlikler yaratma olanağı sunduğu sanrısı haddizatında var olan benliğinden uzaklaşarak şahsiyetini yitirmesine ve gösterinin nesnesinden ibaret kalmasına yol açar.

Yine postmodernizm, “gerçeklik nedir, kimlik nedir?” gibi insanlık tarihinin kadim sorularını yeniden üretir, bu sorulara kesin bir yanıt sunmaktan çok belirsizliği kucaklar ki, ironik biçimde modern insanın en belirgin özelliği oluverir. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ındaki “tutamaç” meselesine kadar dahi okuyabiliriz hâliyle. “Modern” diye tabir ettiğimiz bireyin köksüzleşerek yaşadığı savrulmanın tercih mi veya zorunluluk mu olduğu sorusuna kadar da götürürüz işi. Yabancılaşan sahiden de toplumundan kopan birey midir; yoksa toplum kendini kültürel mirasından koparacak adımları mı atmıştır?

Beyaz Gürültü romanında Don DeLillo, tüketim kültürü ve medyanın günlük hayatı nasıl simülasyona çevirdiğini çarpıcı biçimde anlatır; bir ailenin market alışverişinden TV haberlerine kadar her şeyin gerçeklikten çok bir gösteri gibi sunuluşunda değerlerin yitimine tanıklık ederiz. Yine Baudrillard’a kulak verirsek, duyarsızlığın böylesine sirayet edişini şu etkileyici tespitle vurgular:

“Birey, televizyondaki Sudan İç Savaşını herhangi bir tuvalet kağıdı reklamıyla aynı duyarsızlıkla izlemektedir. Televizyonu kapattıktan sonra, Sudan’da ki iç savaş devam etse bile, onun için bitmiştir.”

Hakeza sinemada David Lynch’in Mulholland Drive filmine bakarsak; rüyalar ve gerçeklik arasındaki sınırları bulanıklaştıran yönetmen, postmodern kimliğin parçalanmışlığını gözler önüne serer. Yani özetle, postmodern çağda bireyin kendi hikâyesini yazarken bile bir kurgunun içinde olabileceğini düşündürür; peki, bu kurgudan çıkabilir miyiz ya da çıkmak mümkün müdür?

Tüketim Toplumu ve İnsan Kimliği

Cesur Yeni Dunya 3

Yine Baudrillard’a dönersek; “tüketim toplumu” kavramıyla bireylerin kimliklerini nesneler üzerinden tanımladığını savunur. Günümüzde lüks markalar, pahalı arabalar, modaya uygun kıyafetler ve sosyal medya paylaşımları, kimliğin temel taşlarını oluşturur. Bu mesele tarih boyunca özne olan bireyin kapitalist toplumda nasıl tüketim nesnesine dönüştüğünü gösterir. Sanayi Devrimi’yle seri üretim başlamış, 20. yüzyılda reklamcılığın yükselişiyle kitlesel tüketime evrilmiştir; 21. yüzyılda ise dijital platformlar ve kişiselleştirilmiş algoritmalar, tüketimi bireysel bir deneyime dönüştürür. Reklamların tam da sevdiğimiz bir ürünü önermesi tesadüf değildir, verilerimizle tasarlanmış bir oyundur ve işin ilginç yanı, bu izni de bizzat biz veririz.

Söz konusu tarihsel evrim, bilimkurguda distopik eserlerde yansıma bulur. Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı, tüketim kültürünün bireyleri nasıl kontrol ettiğini detaylıca anlatır. Genetik mühendislik ve tüketimle şekillenen bu dünyada insanlar tinsel arayışlardan uzaklaşır, yalnızca yapay tatminlerle beslenir. Benzeri şekilde Ernest Cline’ın Ready Player One‘ı da sanal gerçeklik oyunları ve “metaverse” aracılığıyla dijital tüketim kültürünün kimlik üzerindeki etkisini gösterir. Günümüzün NFT’leri, sanal mülkler ve çevrimiçi statü sembolleri —misalen, bir dijital sanat eserine binlerce dolar öderiz—fiziksel dünyadan kopacağımız ve kimliğimizin yeniden yaratımın dijital nesnelerle sağlanacağı —muhtemelen yakın— bir çağı işaret eder. Hâliyle tarih boyunca alıştığımız birçok yargıyı yıkarak kimliğimizi elle tutulur ölçütlerden ya da deneyimlerden ziyade ekranda gördüklerimizle tanımladığımız günlerin gelişini işaret etmektedir. Nitekim sanal gerçekliğe ilişkin çalışmaların kamuoyuna bu denli yansıtılması kıskacın giderek daraldığını göstermekte.

Peki ya bu tüketim bazlı kitlesel dönüşümün psikolojik-psikanalitik yansıması nedir? Sigmund Freud’un “arzu” kavramı, tüketimin tatmin arayışını sarsıcı biçimde açıklar. Aynı şekilde Jacques Lacan’ın “ayna evresi” teorisi de bireylerin kimliklerini dışsal imgelerle nasıl oluşturduğuna dair emareler içermektedir. Bu açıdan bakıldığında çağımızın en “güncel” anlatılarından olan Black Mirror aynı zamanda en iyi örnek olacaktır. Dizinin Nosedive bölümü, sosyal medya puanlarının kimlik belirleyici sayıldığı bir dünyada gündelik yaşamın nasıl teşekkül edeceği fikrini işlemektedir. Yani, bir bireyin değerini aldığı “beğeni” sayısıyla ölçüldüğünü söyleyebiliriz. Söz konusu önerme tüketimin maddi ürünlerden öte, bireyin kendini başkalarına sunma biçimine dönüştüğünü kanıtlar. Zaten panoptikon teşbihinin temelinde de aynı maksat vardı. İnsanların “öteki”yle kurduğu ilişki bir noktada benliğinin hatta varlığının yegane dayanağı kılınır. Böyle düşünülünce tüketim toplumu, Baudrillard’ın simülakr teorisiyle de paralellik gösterir: Gerçek ihtiyaçlardan ziyade imgelerin yarattığı arzular baskın olur ve bu arzular, bizi biz yapan şeyin ne kadar gerçek olduğunu devamlı sorgulatır. Soru işe özetle şudur: Satın aldığımız şeyler mi bizi tanımlar, yoksa onları almak için hissettiğimiz — sözüm ona— ihtiyaçlar mı? Ayrıca satın alabiliyor olmamız tercihte bulunabildiğimizi gösterir mi?

Postmodernizme göre bireyin özneliğini yitirişi ne yazık ki beraberinde sorulan sorulara olumsuz yanıtları getirir. Halkla ilişkilerin babası olarak bilinen Edward Louis Bernays, dayısı Freud’un bilinçaltına dair çalışmalarından yola çıkarak tüketim toplumunda rızanın üretimi gibi tarihi bir kuramı ortaya çıkarmıştır. Bunu yapabilmesinin en önemli sebebi, kitlelerin aidiyet duymaya olan eğilimleri ve bunun neticesinde bireysel farkındalığı kolaylıkla göz ardı etmeleridir. Bernays’a göre, “İnsanlarda düşünceler yerine dürtüler, alışkanlıklar ve duygular vardır.” Bu duyguları, dürtüleri ve arzuların tatminine dayanan alışkanlıkları yönlendirebilenler toplumun nabzı tutanlardır. Ki zaten çoğunlukla kitleler kendilerini neyin motive ettiğini ya da kimin yönettiğini bilmez hatta umursamazlar. Günün sonunda elde ettikleri “araçlar” her şeyi fazlasıyla yettirir. John Lennon’ın bir sözü bu durumu çok iyi açıklar:

“Eğer herkes başka bir televizyon seti yerine barış isteseydi, o zaman barış olurdu.”

Gösteri Toplumu: İmge ve Gerçeklik

Tüketimin bir de gösterisi olmazsa olmaz elbet. Juvenal’in Yergiler’inde söylediği gibi:

“Vaktiyle oyunu hiçbir adama satmayan halk, çoktan görevlerinden el çekti; bir zamanlar orduyu, yüksek makamları, lejyonları — her şeyi tayin eden o kudretli irade, artık kendi köşesine çekilmiş, yalnızca iki şeye umut bağlamış: ekmek ve eğlence.”

Nihayetinde sosyal medyanın dayanak noktası, bireyin özneliğini yitirmesiyle oluşan anlam yitimini teşhirle örtme çabasıdır. Yaşamının her detayını, bedenini, düşüncelerini ve hatta düşünmekten kaçındıklarını sergilerken değersizlik hissini ortadan kaldıracağını umduğu bir çembere girer. Tıpkı hamster gibi durmadan koşar. Ve yine hamster çemberinde olduğu gibi durursa ivmeyi kaybedeceğinden savrulup gideceğini hisseder. Hâliyle kapıldıkça derinlerine çekildiği bir girdaba dönüşür.

Guy Debord’un “gösteri toplumu” teorisi bu bağlamda incelendiğinde, bireylerin doğrudan gerçeği değil, gerçeğin imgelerini deneyimlediğini savunur. Siyasetten sanata, toplumsal hayattan reklamlara kadar her şey bir temsil üzerinden şekillenir. Günümüzde bu imgeler, sosyal medya manipülasyonu, deepfake teknolojileri ve yapay zekâ destekli içeriklerle karmaşıklaşmaktadır. Yani, temelde yine Baudrillard’ın sözünü ettiğini simülakrlar meselesine geliriz. The Matrix bize farklı bir gerçeklik sunduğunda çoğu insanın kaçırdığı nokta, o gerçekliğin bir bilgisayarda bulunup bulunmadığıydı. Oysa Baudrillard’ın işaret etmeye çalıştığı husus, içinde bulunduğumuz gerçeği manipüle eden “veriyi” anlamaktı.

İzah etmek gerekirse; en büyük yansımaları siyasette çarpıcı örneklerle karşımıza çıkar. “Post-truth” (hakikat sonrası) çağı, gösteri toplumunun etkisini açıkça ortaya koymaktadır. 2016 ABD başkanlık seçimlerinde patlak veren Cambridge Analytica skandalı, bireylerin sosyal medya verileriyle nasıl manipüle edildiğini göstermiştir; bireylerin tercihlerinde yaygın kanının aksine gerçeklerin değil, duygusal imgelerin baskın çıktığını ve böylece korku uyandıran herhangi bir paylaşımın istatistiklerden daha etkili olacağını ispatlamıştır. Hakeza Brexit kampanyaları da bir başka örnektir. Korku dolu posterler (“Mülteciler geliyor!”) ve abartılı vaatlerle (“AB’den çıkarsak zengin oluruz”) kolaylıkla nesnel verilerin önüne geçerler.

Bunu kitlelere hitap eden tüm seçim ve etkinlikler için de söyleyebiliriz. Bir başka örnek, 11 Eylül 2001’de yaşanan İkiz Kuleler saldırısı öncesi Amerika halkının desteğini almak isteyen dönemin başkanı George Bush’un işlettiği sistematik propagandadır. Noam Chomsky’nin “Rızanın İmalatı” adlı eserinde incelediği bu mevzu Goebbels’i bir kez daha haklı çıkarmıştır. Nazi Propaganda Bakanı olan Goebbels’e göre medya araçları iktidarın denetimine alınmalı, hükümetin bir aparatı kılınmalı ve gerçeğin tahrifatı geriye gerçekten hiçbir iz kalmayana dek incelikle yürütülmelidir; zira “bir yalanı ne kadar çok söylersen, inananı o kadar artacaktır.”

Yaklaşık bir sene boyunca sahte haberler servis ettiren başkan Bush, devasa bir savaş iklimi yaratacak süreci kitlelerin algısıyla oynayarak başlatmış olur. Sonraki yıllarda hakkında açılan davalarda da tablonun ne kadar vahim olduğu, sürecin nasıl işlediği dehşet verici detaylarıyla görülür. 2000 yılında Amerikan halkının çok küçük bir kısmı Bush’un Orta Doğu politikalarına destek vermiyorken; yalnızca bir senede kitlesel eğilim tam tersine dönmüştür. Bununla birlikte deepfake ile başlayan sürecin nereye varacağı da başka bir soru işareti. Politikacıların, kanaat önderlerinin ya da kamuoyunda tesiri bulunan figürlerin adına sahte beyanda bulunulma riski her daim mevcut. Sözgelimi bir katliam çağrısı yapılması hâlinde önüne geçmek ne kadar mümkün? Hadi önüne geçildi diyelim; yaratması muhtemel infiali idare etmek ne derece olası? Pamuk ipliğine bağlı dengeleri böylesine riske sokan bir gücün yozlaşması riski, tüm yapıyı kolayca çökertmez mi? Daha da feci bir olasılık infiale meyilli kitleleri düşününce fark ediliyor. Ursula’nın deyişiyle, derin cehaletin aşılandığı kitlelerce mutluluk cehaletle bağdaştırılırsa; birkaç nesil sonrasına neyi miras bırakırlar? Cehaletini bilmeyene cahil olduğunu açıklayabilir misin? Bilgiyi içselleştiremeyenle kültürü muhafaza edebilir misin?

Siyaset sahnesinden günlük hayata geçiş yaptığımızda ise gösterinin etkisi daha belirgin görünür. Reality TV şovları sözde bireylerin hayatlarını sergilerken—ki buna bazı geçerli sebeplerle acunizasyon da diyorum— sözüm ona “modern insan”a kendini tamamlama yarışında koşturacağı bir alan sunar. Sunmak tabiri burada elbette kinayeli; zira dayattığı ne varsa, talep oluşturmayı önceden halletmiş, geriye yalnızca amiyane tabirle burnuna tutacağı havuç kalmıştır. Bu noktada rızayı imal edecek influencer’lar da tatil fotoğraflarıyla “mükemmel” bir gerçeklik ya da daha doğru deyişle balon yaşam yaratır. Kaydırdığımız görsellerin her biri algoritmaların “arz ettiği” hizmetlerin birer göstergesidir; onlarca seçeneğin arasında kalabilmek ve arzuladığını isteyebilmek ise şahane bir imkân sunulur. Yine sözüm ona özgürlük de zaten kendi istediğini istediğin şekilde yapabilmek değil midir? Sahi, Twitter’da rahatça küfür edebilmek ne büyük olanak, değil mi?

Yedi büyük günahın her birini doyasıya yaşamak da cabası üstelik. İnsanlık tarihine ışık tutan anlatıların zaman süzgecinden geçebilmelerinin ve dolayısıyla zamansız hâle gelebilmelerinin ölçütü çok basittir: Her çağın insanına hitap edebilmek. Homeros’tan Kubrick’e dek uzanan bir yolculuk hikâyesi olarak A Space Oddysey’i düşünün mesela. Sahnedekiler değişse de anlatının özü hep aynıdır. Yahut Sophokles’in Kral Oidipius’unu ele alalım: Baba filmini izleyen birinin bu asırlar önceden seslenen hikâyeye yabancı hissetmesi mümkün müdür? Yedi büyük günahı da aynı doğrultuda değerlendirmek gerekir. İnsanın özü bu sapaklardan birine sapmaya daima meyyaldir. Yalnızca hangisine sapacağı ve saptığı yolun kahramanı olarak nereye varacağı meçhuldür. Yani, burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: İnsan hatta doğrudan insanlık, anlattığı mesellerle tarih boyunca yazdığı hikâyesini sonraki nesillere aktarmayı ve böylece yolculuğun sürmesini amaçlamıştır. Oysa…

Günümüzde teknolojiyle gelişen imkânlar yalnızca içinde çürüdüğümüz balonu büyütmeye yarıyor: Yapay zekâyla bir resim yapıyor ve “Bu benim eserim” diyebiliyoruz. Hâlbuki eser kavramı tanımı gereği yaratıcısından izler taşımakla maruftur; ya da diğer bir deyişle, müellifi eserine kendinden bahşettiği izlerle onu biçimlendirir. Fakat algoritmaların denetiminde oluşturulan “Yankı Odaları” kıskacında bunları düşünmek bile olanaksızdır. Yankı odalarına kapatılan ya da kapanan insanlar, kendi seslerini duya duya ötekine o kadar yabancılaşırlar ki; aksini beyan hatta teklif dahi “nefret” için yeterli sayılır. Söz konusu bu kısır döngüde toplumlar gerçeklikten giderek uzaklaşır, bireyler gerçekliklerini ortak imgeler üzerinden inşa eder ve bir bakıma toplumların tasarımı hegemonyayı besleyecek biçimde yeniden düzenlenir durur.

Gerçekliği eserlerinde en özgün biçimde işleyen zihinlerden biri olan Jorge Luis Borges, Ficciones adlı öyküleri (Türkçe çevirisi bazı öykülerle Babil Kitaplığı gibi derlemelerde yer alır)’nde gerçeklik ve kurgu arasındaki sınırları yok eder. Bilhassa “Tlön, Uqbar, Orbis Tertius” öyküsünde bir hayal dünyasının gerçek dünyayı ele geçirişini konu edinir. Borges’in metinlerinin gerçeğe teması, yalnızca kurgusal dünyaların sınırlarını zorlamakla kalmaz, aynı zamanda okuyucunun kendi gerçeklik algısını sorgulamasına yol açar. Hayali evrenin adım adım gerçekliği işgal edişi alegorisiyle aslında insan bilincinin hakikatle olan kırılgan ilişkisini gözler önüne sermektedir.

Çinli Bilge Zhuangzi de ünlü Kelebek Rüyası öyküsünde bu meseleyi irdelemektedir:

“Zhuang Zhou kırlara uzanmış istirahat ederken uykuya dalar. Rüyasında kendini çiçekler arasında ordan oraya dilediği gibi uçarak gezen mutlu bir kelebek olarak görür. O artık kelebek olmuştur, Zhuang Zhou olduğunu bilmez bile. Birden bire uyanınca etiyle kemiğiyle Zhuang Zhou olduğunu anlar. Ama kafası karışır, kendisinin bir kelebek olduğunu gören Zhuang Zhou mu, yoksa rüyasında Zhuang Zhou olduğunu gören bir kelebek mi olduğunu bilemez.”

Yani bir bakıma Descartes’ın Kötücül Cin’i önermesini de anımsatır. Descartes’a göre, kötü niyetli bir cin bizi bir büyüyle sahte bir dünyada hapsetse, bunu nasıl anlayabiliriz ya da anlamamız mümkün olur mu?

Zhuangzi bu soruyu Şeylerin Dönüşümü (Transformation of Things) adını verdiği bir yöntemle yanıtlar. Şeylerin Dönüşümü, felsefede nesnelerin ya da varlıkların zamanla biçim, işlev veya anlam açısından değişimini ifade eder. Aristoteles’in bakış açısıyla, bir tohum potansiyel olarak bir ağaçtır; bu potansiyel zamanla gerçekleşir ve tohum ağaca dönüşür; yani, şeylerin içsel bir amaç doğrultusunda dönüşümünü açıklamaktadır. Benzeri şekilde Herakleitos her şeyin sürekli akışta olduğunu söylerken, Hegel diyalektikle şeylerin çelişkilerden yeni formlara evrildiğini savunur; Heidegger dönüşümü insan algısıyla, Baudrillard ise değindiğimiz üzere simülasyonlarla bağdaştırır.

Yine Zhuangzi’ye dönersek; “Hundun’un Kayboluşu” hikâyesinde şunu anlatır;

“Güney Denizi’nin hükümdarı Shu ve Kuzey Denizi’nin hükümdarı Hu, sık sık Merkezi Bölge’nin efendisi Hundun’un (Kaos) misafiri olur. Hundun, yüzü olmayan, amorf bir varlıktır ve onlara büyük bir misafirperverlikle davranır. Shu ve Hu, Hundun’un bu iyiliğine karşılık vermek ister. İnsanların yedi delikle (göz, kulak, burun, ağız) yaşadığını fark ederler ve Hundun’un da “eksik” olduğunu düşünürler. Ona bir yüz vermek için her gün bir delik açmaya karar verirler. Ancak yedi günün sonunda yedi delik tamamlanınca Hundun ölür.”

Zhuangzi’nin kurgular vesilesiyle izah etmeye çalıştığı husus gayet açıktır; şeylerin değişim ve dönüşümünün kaçınılmazlığına işaret ederken, aynı zamanda bu süreçte özün korunması gerektiğini savunur. Aksi takdirde özünü kaybeden varlık yok olmaya mahkûmdur. İnsanın onca çektiği acının ve varoluşuna dair sezinlediği tedirginliğin sebebi de zaten köksüzleşmenin yarattığı sancıdır. Derinlerinde hissettiği kopuşun endişesiyle bağlanmak ve yeniden köklenmek istemer. Amaçlar, idealler yaratır; ancak bunun yöntemleri bambaşka sorunları yaratmaya teşnedir.

Palyatif Toplum: Acıyı ve Zorluğu Erteleme

Nietzsche

Byung-Chul Han’ın “palyatif toplum” kavramı, modern toplumların acıdan, zorluktan ve stresten kaçma eğilimini tanımlamaktadır. Her şeyin kolaylaştığı bir dünya inşa edilir: Terapi uygulamaları (BetterHelp), meditasyon platformları (Calm), sanal gerçeklik escapism’i ve anında erişilebilen eğlenceler (Netflix’in binge-watching kültürü, Youtube shortsları) buna örnektir. Han’a göre bu palyatif mekanizmalar, neoliberalizmin pozitiflik baskısıyla bireyi sürekli performans göstermeye iterken acı ertelenmekle yok olmaz, yalnızca bastırılır ve bireyi daha derin bir yabancılaşmaya sürükler. Yüzleşmediğimiz sorunlar gitgide birikerek eninde sonunda psikolojik bir çöküş veya varoluşsal kriz olarak patlak verir. Kimileri için bu araçlar geçici bir rahatlama sağlasa da, Han’a göre bu durum kaçınılmaz yıkımı ötelemekten ibarettir ve sebebiyet verdiği yıkım öyle kolay toparlanacak cinsten değildir.

Oysa Nietzsche acı çekmeyi bir dönüşüm aracı olarak görmüştür; çünkü ona göre zorluklar ve acılar, bireyin zayıflıklarını ortaya çıkarır. Bunları aşma çabası ise insanı daha güçlü, daha yaratıcı bir varlığa dönüştürür. Böyle Söyledi Zerdüşt’te “İnsan, aşılması gereken bir şeydir” derken, insanın statik bir varlık olmadığını, bilakis kendi sınırlarını zorlayarak üstün bir ideale—üst insana—evrilmesi gereğini savunur. Acı bu süreçte bir katalizördür; bireyi konfor alanından çıkararak dayanıklılık kazandırır ve yaşamı anlamlı kılan bir mücadele sunar. Nietzsche için bu pasif bir kabullenme değil, aksine aktif bir yaratım sürecidir; üst insan, acıyı reddetmek yerine onu kucaklar ve kendini yeniden inşa eder.

Stoacılar, “kader sevgisi” (amor fati) ile acıyı bir yük değil, kabul edilmesi gereken bir gerçek olarak tanımlar. Yani, olana rıza göstermekle ya daha doğru bir deyişle kabullenmekle, olabileceğe hazırlıklı hâle gelinebilir. Seneca, Ahlak Mektupları’nda “Acı çekmekten korkma, onu anlamaktan kork!” der— çünkü acı, bize kendimizi öğretir; mesela bir başarısızlık, kayıp ya da düşüş sabrı ve dayanıklılığı öğretir. Zira insan deneyimlerini dönüştürerek dönüşümünü sürdüren bir canlıdır. Palyatif toplum ise bu yaklaşımların tersine acıyı yok sayarak, kendini inşa sürecini sekteye uğratır. Sözgelimi bir stres anında çözüm aramak yerine bir uygulama açmak daha kolaydır; sana anlık mutluluk veren bu kaçışın uzun vadede çöküşü hazırlaması ise trajiktir.

Bu noktada hedonizm ya da kinizm gibi kavramlar ortaya atılabilir. Bağlantılarını açarsak; hedonizm, hazzı yüceltir, “carpe diem” ile anı hazla yaşamayı—örneğin, bir müzikle gevşemeyi ya da bir tatilin keyfini çıkarmayı—önerir; ancak Nietzsche’nin acıyla dönüşümünden ve Stoacıların kabullenmesinden kaçışıyla acıyı bir tehdit algılar. Kinizm ise hazları ve toplumsal normları inkarla sade bir doğallıkta ısrar eder; palyatif toplumun yapaylığına tepki olsa da, Nietzsche’nin yaratıcı “üst insan” vizyonundan yoksundur. Palyatif toplum bağlamında hedonizm, bu kaçış eğiliminin bir yansımasıdır; terapi uygulamaları ya da TikTok gibi araçlar, anlık hazlarla acıyı örtmeyi vaat eder, ama Han’ın dediği gibi, bu bastırma birikime dönüşür ve patlayış kaçınılmaz olur. Kinizm ise bu topluma radikal bir alternatif sunsa da, modern bireyin dönüşüm arzusunu karşılamaz; çünkü palyatif toplumun konforundan sıyrılmak, kinik bir reddedişten çok acı ile aktif bir yüzleşme gerektirir.

Palyatif toplumun trajedisi, yalnızca acıyı bastırmasında değil, bu bastırmayla insanın kendi özünü yitirmesinde yatar. Nietzsche’nin üst insanı, acıyı bir ateş gibi görür; bu ateşle ya yanarsın ya da onda kendi iradeni döversin—ama palyatif toplum ateşi söndürmeye çalışır, böylece ne yanar ne de dövülür, sadece donuk bir hissizliğe razı olur. Stoacıların “amor fati”si de kaderin denizleri anımsatan her bir dalgasını ders sayarken, palyatif toplum dalgaları görmezden gelir, ta ki tsunami gelene dek. Günümüzde yapay zekâ terapistleri (Woebot) veya sanal gerçeklik oyunları, bireyleri gerçek dünyadaki çatışmalardan uzaklaştırır. Sözgelimi, ayrılık acısını bile deneyimlemek yerine rastgele bir video oyun dünyasına gömülmek yeğlenir. Ancak bu kaçış insan doğasının temel bir parçası olan acıyla yüzleşme yeteneğimizi köreltmez mi? Zaten Han’ın teorisi de modern insanın bu süreçte giderek kırılganlaştığı yönündedir.

Diğer yandan Albert Camus, Yabancı romanında kahraman Meursault aracılığıyla bize yeni bir yorum sunar. Meursault, hayatın acılarını ve anlamsızlığını kabul ederken modern birey misali ondan kaçmaz; bilakis, yalnızca üzerine inatla giderek asıl anlamın ortaya çıkarılabileceğini düşündürür. Bu tavır bir bakıma palyatif eğilime karşı duruştur. Yine bir başka varoluşçu olan da Sartre da benzeri seçimi eserlerinde sıklıkla işler. Bilhassa Varlık ve Hiçlik’te, insanın var olmaya mahkûm olduğunu ifade ederken tıpkı Heidegger’in “dünyaya fırlatılmış ceset” metaforunda olduğu gibi, seçimine dayanmayan yaşamının sadece tercihleriyle şekilleneceği önermesini savunur. Evet, bu dünyaya fırlatıldık ama buradaysak şayet ve özgür de olmak istiyorsak, bunun yolunun özgürlüğü hak etmekten geçtiğini söyler.

Italo Calvino, Görünmez Kentler’inde modern insanın şehirler ve hayaller aracılığıyla kendini yeniden inşa etme çabasını anlatır. Kitapta Marco Polo’nun Kubilay Han’a anlattığı kentler gerçek midir yoksa birer kurgu mu sorusu belirsizdir; hâliyle modern insanın kendi gerçekliğini yaratma arzusunu yansıtır. Varoluşçuların ve Calvino’nun işaret ettiği husus bu noktada benzeşir: Yaşam, anlamı bulmak değil, onu yaratmakla ilgilidir; ne tesadüftür ki, iradenin hükmü de kadere yön verebilme yetisiyle birdir. Nerede doğduğun kaderini, nerede öldüğün ise bu sebepten tercihlerini gösterir.

Son tahlilde Han’ın uyarısı oldukça nettir: Acıdan kaçarak özgürlüğünü sırtlanmaya cesaret edemeyenin elinde yalnızca boş bir ekran ve bitmeyen bir kaydırma kalır. Tekerrüre kapılan insan dönüşmeyi unutur; belki de en büyük yıkım ise bu unutuşun farkına bile varılmamasıyla vuku bulur.

Sonuç: Modern İnsan ve Teknolojik Evrim Üzerine

Sonuç olarak bütün bu söylediklerimizi değerlendirme vaktiyse; “modern insan” kavramı, teknolojik bir yenilikten çok, insanın kimliğini ve toplumsal yapısını şekillendiren karmaşık bir dönüşüm sürecini ifade eder. “Postmodernizmin çoklu gerçeklikleri, tüketim kültürünün kimlik etkisi ve palyatif toplumun acıya kaçışı, insan doğasının sabit olmadığını ama köklerinden kopamadığını gösterir. Ancak yine Mark Twain’a kulak verirsek, şu sonuca varır: “İnsan, neyse odur; çağlar değişir, ama o aynı kalır.”

Bu eksende evrimin geleceğe uzanan yönü daha geniş bir ufuk açar. Gelecekte modern insan, transhümanizmle (beyin-bilgisayar arayüzleri), genetik mühendislikle (CRISPR) veya uzay kolonizasyonuyla yeniden tanımlanabilir—mesela, bir gün Mars’ta koloni kuran insanlar “Dünyalı” kimliğinden kopabilir. Ya da bambaşka bir noktaya dikkat çekelim: Dijitalleşen dünyada fiziksel bedenle bağ koparsa “insan nedir?” sorusu bizi nasıl bir yanıta ulaştırır? Sözgelimi bir bireyin bilinci bir buluta yüklenirse, o kişi hâlen “insan” mıdır?

Sözün özü batı merkezli modernite eleştiriye açıktır. İnsanlığın binlerce yıllık yolculuğunun nihayeti biz değilsek şayet; modern insan tabiri hem bir yanılsama hem de insanlığın zamansız arayışlarının yansımasıdır: Sürekli evrilir, ama köklerinden kopamaz. Salvador Dali’nin “Zamanın Azmi” tablosunu düşünün; zamanın kendisi bile algıyla müteşekkil yanılgıyken, zamana tabi olanın yanılgıya sürüklenmesi kaçınılmaz değil midir?

Yazar: Emre Bozkuş

ben bir şarkıyım/atlas denizlerinden geldim/önümde dalgalar vardı/arkamda dalgalar/dalgalar bitince/ben de biterim

İlginizi Çekebilir

yapay zeka iyimser bilimkurgu

İyimser Bilimkurgu ve Aydınlık Bir Gelecek

Kâr amacı gütmeyen kuruluşlardan Future of Life Institute (Yaşamın Geleceği Enstitüsü), son on yıldır nükleer …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin