Wonderful Days kapak

Kore Sinemasından Az Bilinen Bir Hazine: Wonderful Days

Anime ve manga dendiğinde akla ilk gelen ülke şüphesiz Japonya’dır. 20. yüzyılın ortalarından itibaren bu alanlarda olağanüstü bir üretim sürecine giren Japonya, yalnızca Asya’yı değil, tüm dünyayı etkileyen dev bir kültür endüstrisi inşa etti. Osamu Tezuka’nın temellerini attığı modern anime anlayışı, 1980’ler ve 90’larda Miyazaki, Otomo, Takahata gibi ustaların katkısıyla evrensel bir anlatı diline ulaştı. Bugün Akira, Ghost in the Shell, Neon Genesis Evangelion ve Spirited Away gibi eserler yalnızca animasyon değil, sinema tarihinin de mihenk taşları arasında yer alır.

Bu kültürel baskınlık, Japonya dışındaki birçok ülkenin kendi animasyon kimliğini oluşturma çabalarını da beraberinde getirdi. Özellikle 1990’lardan sonra kültürel ihracat stratejileri geliştiren Güney Kore, müzikte, sinemada ve dizilerde dünya çapında ses getirmeyi başardı. Örneğin 2019 yapımı Parasite filmi en iyi yabancı filmin yanında en iyi senaryo, yönetmen ve film dallarında da ödülü kucakladı. Güney Kore, animasyon alanında da Japonya’nın yarattığı bu dev endüstriye karşı kendine özgü bir yer edinmek istedi. Ne var ki animasyon filmlerinde başarılı olmaları sinemadaki kadar kolay gerçekleşmedi. Hâlâ almaları gereken daha çok yol var. Yine de animasyon alanında dünya çapında yayılmak için çok büyük çaba gösteriyorlar. Bu çabanın en çarpıcı örneklerinden biri ise 2003 yılında vizyona giren Wonderful Days filmi.

Yönetmenliğini Kim Moon-saeng’in üstlendiği Wonderful Days, yalnızca Güney Kore animasyonu açısından değil, dünya animasyon sineması için de dikkat çeken bir deneydi. Animasyonun senaryo, sanat ve çizim ekibi sonradan Pixar bünyesinde çalışmaya başladı ve burada uyguladıkları tekniği Pixar’a da taşıdı. Teknik açıdan Wonderful Days zamanının çok ötesinde bir yapım olarak değerlendirilebilir. 2D karakter animasyonlarının, CGI teknolojisinin ve gerçek dünya görüntülerinin olağanüstü bir kompozisyonla birleştirildiği film, sinematografik estetiğiyle de dönemin eleştirmenleri ve izleyicileri tarafından büyük övgü aldı. Yapım süreci beş yılı aşkın sürdü ve yaklaşık 10 milyon dolarlık bir bütçeyle tamamlandı. Bu da onu Güney Kore’nin o döneme kadarki en pahalı animasyon filmi yaptı.

2142 yılında geçen film, ekolojik yıkım sonrası hayatta kalan bir grup insanın yüksek teknolojili ve kapalı bir şehir olan Ecoban’da yaşarken, dışarıda kalanlarınsa doğal yollarla varlığını sürdürmeye çalıştığı bir dünyayı anlatıyor. Bu distopik gelecekte doğa büyük ölçüde yok olmuş, yeryüzü kirlenip yaşanmaz hâle gelmiş, hayatta kalan insanlar ikiye ayrılmış durumda: Elit sınıfın yaşadığı yüksek teknolojili yapay şehir Ecoban ve dış dünyada kalan, emek gücüyle yaşam mücadelesi veren Marrian topluluğu. Bu çerçevede film, doğa ile teknoloji, elitler ile dışlananlar, geçmiş ile gelecek arasında güçlü bir gerilim kuruyor.

Ecoban, enerjisini karbon kirliliğinden üreten kapalı, otoriter bir sistem. Bu sistemin sürdürülebilirliği, dışarıda yaşayan işçi sınıfının sürekli olarak karbon atığı üretmesine bağlı. Yani seçkinlerin yaşadığı bu steril kent, emekçilerin sömürülmesi üzerine inşa edilmiş. Bu yapısıyla Ecoban, yalnızca çevreyle değil, sınıflar arası adaletle de ilgili güçlü bir alegori. Hikâyenin merkezinde üç ana karakter var:

  • Shua, dışarıda doğmuş, doğayla iç içe büyümüş bir isyancı.
  • Jay, Ecoban’da görev yapan ve sistemin adaletsizliklerinden rahatsız olan bir güvenlik subayı.
  • Cade, Ecoban’ın içinden gelen ama gücü elinde tutmak için her şeyi yapabilecek acımasız bir yönetici.

Shua ve Jay’in geçmişten gelen tanışıklıkları var. Jay, Ecoban sistemine dâhil olmasına rağmen bu düzene yabancılaşmış, özellikle Shua ile yeniden karşılaştıktan sonra ciddi bir iç hesaplaşma yaşamaya başlamış. Shua ise çocukken Jay’i Ecoban’dan kaçırmaya çalışmış ancak başarısız olmuş, Jay’i ardında bırakmak zorunda kalmış, sonrasında dış dünyada doğayla iç içe bir şekilde Marrian topluluğu bünyesinde büyümüş. Film boyunca, Shua’nın Ecoban sistemine karşı başlattığı direnişi ve bu sırada Jay’in yaşadığı ahlaki dönüşümü izliyoruz. Ecoban’ın doğaya ve insana karşı yürüttüğü sistematik sömürüye karşı direniş şekillenirken, film adım adım kaçınılmaz bir çatışmaya doğru ilerliyorr. Özellikle final sekansı, büyük bir sembolik yıkımı temsil ediyor: doğayı yok eden, insani değerleri dışlayan bu yapay uygarlık kendi yarattığı yıkımın altında kalıyor.

Bu dramatik anlatı yalnızca aksiyon ve estetik bir görsel şölen sunmuyor; aynı zamanda sınıf eşitsizliği, çevresel adalet ve insani değerlerin teknolojik sistemler karşısındaki savunmasızlığı gibi temaları da güçlü bir biçimde işliyor. Filmde dikkat çeken bir başka boyut da doğa ile insan arasındaki bağın yeniden kurulması. Shua karakteri, doğaya yakın büyümüş bir figür olarak yalnızca düzen karşıtı değil, aynı zamanda doğanın sesi, vicdanı gibi. Film boyunca doğa görüntülerinin yavaş ve huzurlu bir anlatımla sunulması, Ecoban’ın ise mekanik, karanlık ve baskıcı bir atmosferle resmedilmesi bilinçli bir tezat oluşturuyor. Bu görsel karşıtlık, filmin ana fikrine görsel bir yorum niteliğinde.

Wonderful Days’in görsel ve tematik dünyası, birçok kült yapımın izlerini taşıyor. En çok karşılaştırıldığı eser şüphesiz Blade Runner. Her iki filmde de çevresel yıkım sonrası doğa – insan ilişkisi, sınıf farkları ve kimlik sorgulamaları öne çıkıyor. Film ayrıca Metropolis, Akira, Nausicaä of the Valley of the Wind gibi eserlerden de beslenildiği görülüyor. Bunun yanında film, yalnızca Batı veya Japon etkisiyle şekillenmiş değil. Hikâye yapısında ve görsel anlatımında Kore kültürüne ait birçok unsur yer alıyor. En dikkat çekici örneklerden biri, filmin başındaki geleneksel festival sahnesi. Bu sahnede geleneksel Kore kıyafetleri giymiş insanlar, ejderha figürleri ve geçit törenleri aracılığıyla geleneksel Kore estetiği modern bir bilimkurgu evrenine entegre ediliyor. Bu, geleceğin Kore’sinin kendi özünden kopmadan da var olabileceğini gösteren güçlü bir sinematografik ifade biçimi.

Yayımlandığı dönemde Wonderful Days, Güney Kore’de ve uluslararası alanda beklenen gişe başarısını tam olarak yakalayamamış olsa da zamanla “kült film” statüsü kazandı. Eser, görselliğiyle o dönemin sinema teknolojisi açısından çığır açıcıydı. Hatta yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi bu görselliği sinemaya kazandıran ekip, sonradan kendini Pixar bünyesinde buldu. Ele aldığı sınıf ayrımı, ekolojik felaket, sistem eleştirisi gibi temalar zamanla daha da güncel hâle geldi. Filmin sadık bir hayran kitlesi oluştu ve bu kitle filmi sosyal medyayla, festivallerle ve film forumlarında yaptıkları reklamlarla dünyaya tanıttı. Akademik alanda ve sinema okullarında da post-siberpunk ve ekolojik distopya örnekleri arasında sıkça referans gösterilmeye başlandı. Özellikle doğa ile uyumlu yaşamın, geleneksel kültürle teknolojinin bir arada var olabileceği fikri, Wonderful Days’i türdeşlerinden ayıran en önemli özelliklerden biri.

Bu filmden sonra da Güney Kore animasyon sektörü, farklı türlerde ve temalarda yapımlarla uluslararası arenada kendine yer açmaya devam etti. Japonya’nın anime geleneğine benzer şekilde kendi anlatı dünyasını ve estetiğini kurmaya çalışan Güney Kore, türlü yapımlarla bu çabayı sürdürdü. Söz konusu yapımların ortak özelliği, animasyonu yalnızca çocuklara yönelik bir eğlence aracı olarak değil, derinlikli ve karanlık temaları işleyebilecek güçlü bir anlatı aracı olarak değerlendirmeleri. Kısacası Wonderful Days, bir animasyon filminden ibaret değil; aynı zamanda Güney Kore’nin kültürel, teknolojik ve sanatsal potansiyelini bir araya getiren bir dönüm noktası. Japonya’nın uzun yıllara dayanan anime geleneğine karşılık, Kore kendi yolunu bu filmle açtı ve izleyen yıllarda bu çizgiyi sürdürmeyi başardı…

Yazar: Halil Alpaslan Hamevioğlu

İçsel yolculuğuna 1980'de Polatlı'da başladı. 80'ler ve 90'ların göbeğinde yetişti. O devrin her bireyi gibi bilimkurguyu video kasetlerden tanıdı. Sonra özel kanallar geldi. Hayal dünyası iyice genişledi. Eh, gerçek yaşamında da dünyanın içinden geçtiği dönüşümü gördü. Sovyetler'in bitişini, Berlin Duvarı'nın yıkılışını, popüler kültürün tüm dünyayı etkisi altına alışını... Bir gün okulu bitti ve hem gördüklerini hem de yaşadıklarını yeni nesillere aktarmak istedi. Öğretim görevlisi oldu. Gazi Üniversitesi’nde başlayan, Başkent Üniversitesi’nde devam eden öğreticiliğinde ülke sınırlarını aştı ve kendini Amsterdam Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde buldu. Yazmayı hep sevdi. Âşık olduğu bilimkurgu ile yazma hobisini ise burada birleştirdi.

İlginizi Çekebilir

dans tiyatro bale bilimkurgu

Bilimkurgu ve Sahne Sanatlarının Buluşması

Bilimkurgu denildiğinde akla genellikle sinema, edebiyat veya video oyunları gelir. Ancak bilimkurgu, sanatın çok daha …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin