2011 yılında hayatımıza girerken Black Mirror’ın 2025’e ulaşacağını herhâlde pek az kişi tahmin edebilirdi. İngiltere’nin Channel 4 kanalında yayın hayatına başlayan dizi, daha sonra Netflix’e transfer oldu. Zaman zaman çeşitli eleştiriler alsa da, birçok bölümüyle etkileyici ve başarılı bir çizgi yakalamayı başardı. 5. ve 6. sezonlarda belirgin bir düşüş yaşayan Black Mirror, 7. sezonuyla güçlü bir geri dönüş yapıyor. Altı bölümden oluşan bu yeni sezonda, önceki sezonlardan tanıdığımız bir hikâyenin doğrudan devamı olan bir bölüm dikkat çekiyor, diğer beş bölüm ise farklı konuları işliyor. Ancak yaratıcısı Charlie Brooker, her birine Black Mirror evreninden küçük göndermeler ve anlamlı nüanslar serpiştirmeyi ihmal etmiyor.
Teknolojinin hızla dijitalleştiği bir çağda, insanın bu değişim karşısındaki yerini sorgulayan Black Mirror, pek çok bölümünde sert ve çarpıcı mesajlar vermesiyle biliniyor. İnsanlığın kendi yarattığı dijital dünyanın karşısında ne denli çaresiz kalabileceğini gözler önüne seren Brooker, distopik anlatımını her sezon biraz daha ileri taşıyor. Modern toplumun karanlık bir panoramasını sunan antoloji dizisi, aynı zamanda insan psikolojisine de derinlemesine eğiliyor. Teknolojinin sunduğu nimetlerden çok, onun beraberinde getirebileceği karanlık gelecek senaryolarına odaklanıyor; insan doğası, bireysel ve toplumsal ahlak, psikolojik ve sosyolojik çözümlemeler gibi pek çok unsuru felsefi bir dille işliyor.
Kısacası Black Mirror, dijital çağın ruhunu yansıtan ve düşündüren yapısıyla günümüzün kült dizileri arasındaki yerini korumaya devam ediyor. Şimdi gelin dizinin yedinci sezonuna şöyle bir göz atalım.
Common People

Mike ve Amanda çiftinin sıradan ama mutlu hayatına konuk oluyoruz. Rayında ve neşeli ilerleyen yaşamları, mucizevi bir tıbbi müdahaleyle birlikte bambaşka bir yöne sapıyor. Amanda’nın sağlık sorununu çözmeyi vadeden Rivermind adlı şirket, ilk etapta hiçbir ücret talep etmiyor. Ancak bu durum, akıllara hemen o meşhur sözü getiriyor: “Eğer bir ürün ücretsizse, ürün sizsinizdir.”
İlk başta masum görünen bu anlaşma, çiftin karşısına her ay artan bir ödeme planı çıkarıyor. Mike, sevdiği kadını kaybetme korkusuyla her şeye razı geliyor ve maddi yükün altından kalkabilmek için çeşitli işlere yöneliyor. Ancak Amanda’yı hayatta tutmak adına kabul ettiği bu teknoloji gitgide kendi kişisel cehennemine dönüşüyor. Yaşadıkları süreç öyle bir noktaya geliyor ki, ölüm bile bir kaçış gibi görünmeye başlıyor. Gerilim, karakterler üzerinden ustalıkla yükseliyor. Aşk, fedakârlık ve çaresizlik bir araya geliyor; teknoloji ise görünmez zincirleriyle bireyin hayatını sarmalıyor. Her sahne, izleyiciyi biraz daha sıkıştırıyor ve sorgulatıyor.
Günümüzün yaygın abonelik sistemlerini düşündüğümüzde, bu anlatının çok uzak bir geleceğe değil, neredeyse bugüne ait olduğunu görmek ürkütüyor. Zaten Black Mirror tam da bunu yapıyor: Mevcut gerçeklikten yola çıkıyor, çarpıcı bir gelecek senaryosu sunuyor ve hepimizi düşünmeye davet ediyor. Common People bölümünde dizinin önceki klasiklerine de göz kırpılıyor. Hated in the Nation, Fifteen Million Merits, Joan is Awful, The Waldo Moment ve San Junipero gibi bölümlere küçük ama dikkat çekici göndermeler yer alıyor. Ayrıca bu sezonun ikinci bölümü Bête Noire ve üçüncü bölümü Hotel Reverie de sahne aralarında belirip izleyiciye selam gönderiyor.
Bête Noire

“Günah keçisi”, “Can düşmanı” gibi anlamlara gelen Bête Noire, belki de Black Mirror’ın şimdiye dek anlattığı teknolojiler arasında en ileri düzeye sahip sistemle karşımıza çıkıyor. Charlie Brooker bu kez hikâyesini kuantum bilgisayarlarla örüyor. Daha önceki bazı bölümlerde de bu teknolojiye göz atıyoruz, ancak Bête Noire’da karşımıza çıkan kuantum bilgisayar, gerçekliği bile değiştirebilecek kadar güçlü.
Bir gıda şirketinde çalışan Maria’nın sıradan ofis rutinini izlerken bir anda geçmişten gelen bir yüz beliriyor: Eski okul arkadaşı Verity. Verity ile yolları yeniden kesişen Maria, hemen bir huzursuzluk hissediyor. Ondan gelen bir tuhaflık var; fakat bu rahatsız edici duyguyu çevresindekilere açıklayamıyor. Anlatmaya çalıştığında da anlam veremediği tepkilerle karşılaşıyor. Okul yıllarında hiç iyi anlaşamayan ikilinin yıllar sonra karşı karşıya gelmesi, elbette birçok gizli meselenin su yüzüne çıkmasına da neden oluyor. Yoksa Verity, yıllar önce üzerine atılan bir iftiranın hesabını sormaya mı geliyor?
Temelinde bir “güç zehirlenmesi” öyküsü anlatan bölüm, insanın içindeki ilkel güdüleri ustalıkla ortaya koyuyor. Gücü ele geçiren bireyin nasıl yozlaştığını, bu gücün kişiyi nasıl dönüştürdüğünü gözler önüne seriyor. Verity’nin sınırsız güce sahip olmasına rağmen hâlâ geçmişte yaşadığı bir haksızlığı unutamaması, insan doğasının ne kadar kırılgan olduğunu çarpıcı biçimde hatırlatıyor. Mandela etkisi ve paralel evren temaları da bölüme dokunuyor. Tüm bu unsurlar, kusursuz bir biçimde birbirine bağlanıyor ve ortaya şimdiye kadarki en gelişmiş Black Mirror teknolojilerinden biri çıkıyor. Verity ile Maria arasındaki gerilim giderek tırmanıyor ve bölüm finalinde zekice bir çözümle doruğa ulaşıyor. Gücün el değiştirmesi ise bölüme damgasını vuran büyük sürpriz olarak öne çıkıyor.
Bête Noire, sadece yeni bir hikâye anlatmakla kalmıyor; geçmişe de selam gönderiyor. Bandersnatch, Shut Up and Dance, USS Callister ve Beyond the Sea gibi klasik bölümlerin yanı sıra bu sezonun öne çıkan yapımları Common People, Plaything ve USS Callister: Into Infinity de bölüm boyunca çeşitli anlarda göz kırpıyor.
Hotel Reverie

Geleceğin teknolojisi, eski retro filmleri yeniden yaratıyor ve bizi alternatif bir gerçekliğe davet ediyor. 1942 yapımı Hotel Reverie adlı klasik filmin içindeki bir karakter, modern çağın ünlü Hollywood yıldızlarından Brandy Friday tarafından canlandırılıyor. İlginç olan şu ki, bu karakter aslında orijinal filmde bir erkek. Ancak bu detayın artık pek de önemi kalmıyor; çünkü filmdeki diğer tüm karakterler yapay zekâyla oluşturulmuş, kendi gerçekliklerine sahip dijital kopyalar şeklinde karşımıza çıkıyor. Onların gördüğü dünya, zihinlerine kodlanandan ibaret.
Ancak işler beklenmedik şekilde değişiyor. Brandy, dış dünyayla olan tüm bağlantısını bir anda kaybediyor ve kendini 1942 yılının siyah-beyaz film evreninde sıkışmış hâlde buluyor. Bu dijital dünyadan çıkışının tek yolu ise filmin senaryosuna birebir sadık kalarak rolünü oynamaya devam etmekten geçiyor. Dijital bir sistemin içine hapsolma fikrini Black Mirror daha önce White Christmas ve USS Callister gibi bölümlerde de işliyor. Ancak Hotel Reverie, bu temayı nostaljik bir film atmosferiyle birleştirerek farklı bir ton yakalıyor. Hafif San Junipero esintileri taşıyan bu bölüm, dramatik bir kapanış yapıyor—ama final sahnesi biterken bile daha etkileyici sonların mümkün olabileceğini hissediyoruz.
Bölüm, sadece yeni bir hikâye anlatmakla kalmıyor, dizinin DNA’sına işlenmiş diğer yapımlarla da bağ kuruyor. Loch Henry, Demon 79, White Bear ve The National Anthem bölümlerine yapılan küçük ama dikkat çekici göndermeler, izleyiciye evrenin bütünlüğünü yeniden hatırlatıyor.
Plaything

Plaything, Black Mirror evreninin daha önce film formatında karşımıza çıkan tek bölümü niteliğindeki Bandersnatch’ten tanıdığımız karakterleri yeniden sahneye çıkarıyor. Colin Ritman ve Mohan Thakur, bu kez farklı bir öykünün içinde. Hikâye, sosyal anksiyeteye sahip oyun yazarı Cameron Walker’ın yaşlı hâliyle açılıyor ve ardından bizi 1990’ların atmosferine ışınlıyor. Genç Walker, oyun geliştiricisi Ritman’la tanışıyor ve onun tasarladığı sıra dışı bir oyundan haberdar oluyor. Walker, bu oyunla beklenmedik bir bağ kuruyor. Yıllar geçiyor ve 2034 yılına geldiğimizde, Walker basit bir hırsızlık nedeniyle gözaltına alınıyor. Ancak olay burada bitmiyor: Gelişmiş teknolojiler sayesinde Walker’ın aslında bir cinayetle bağlantılı olduğu da ortaya çıkıyor. Bir yandan onun gençliğine tanık olurken, diğer yandan da bir katile nasıl dönüştüğünü takip ediyoruz.
Başrolde İngiliz aktör Peter Capaldi’nin yer aldığı Plaything, oyun bağımlılığının ve karanlık teknolojinin nelere yol açabileceğini çarpıcı bir dille aktarıyor. “Kavimler” adı verilen minik oyun karakterlerinin aslında bir mesaj taşıdığını ve bu mesajı tüm insanlığa ulaştırmak için Cameron Walker’ın seçildiğini öğreniyoruz. Bu anlatı, Walker üzerinden bir “kurtarıcı” figürü yaratıyor ve İsa Mesih göndermeleriyle dikkat çekiyor.
Bölüm, geçmişe saygı duruşunu da sürdürüyor. The Waldo Moment, USS Callister ve Striking Vipers gibi önceki sezonlardan tanıdığımız bölümlere çeşitli sahnelerde selam gönderiyor. Böylece hem yeni bir anlatı kuruluyor hem de Black Mirror evreninin sürekliliği güçleniyor.
Eulogy

Eulogy bölümünün merkezinde, eski fotoğrafların içine girilebilen bir teknoloji yer alıyor. Bu yenilik dışında başka bir fütüristik unsur sunulmuyor ama zaten bölümün gücü teknolojiden değil, duygudan geliyor. Paul Giamatti’nin başrolde yer aldığı Eulogy, duygusal etkisiyle Black Mirror tarihinin en dokunaklı bölümleri arasındaki yerini alıyor. Geçmişe dönme, hatıraların içine adım atma fikri, izleyiciyi yer yer Eternal Sunshine of the Spotless Mind ve Mr. Nobody gibi filmleri anımsatan bir duygusal yolculuğa çıkarıyor. Hikâye, temelde bir “geçmişle yüzleşme” anlatısı. Sert bir final sunmasa da iz bırakmayı başarıyor. Bu etkiyi yaratan şey ise aşkın gücü: Yarım kalmış bir sevda, zamanla bulanmış anılar ve geç gelmiş bir yüzleşme.
Phillip, eski fotoğrafların yakaladığı anlara yeniden dönmeyi mümkün kılan bir teknolojiyle tanışıyor. Amaç ise zihninin derinliklerinde taşıdığı paslı hatıraları yeniden canlandırmak. Ancak bu kişisel keşif yolculuğunun merkezinde tek bir kişi var: Yıllar önce âşık olduğu kadın. Ve asıl soru burada ortaya çıkıyor: Hatırlamak bir çözüm mü? Yoksa zamanın unutturduğu gerçekler, yaş kaç olursa olsun yine de bilinmeye değer mi? Bölüm, geçmişi tüm çıplaklığıyla karşımıza çıkarırken pişmanlıkları, eksik kalmış duyguları ve kalbin karanlıktaki köşelerini titizlikle aydınlatıyor.
Teknoloji burada sadece bir araç, asıl odak ise insan… Hafızanın kırık parçalarında dolanırken, Eulogy izleyiciyi kendi iç hesaplaşmalarına da davet ediyor.
USS Callister: Into Infinity

4. sezonun ikonik açılış bölümü USS Callister’ın doğrudan devamı olan USS Callister: Into Infinity, Black Mirror tarihinde bir ilke imza atıyor. Her bölümü farklı bir hikâye anlatan antoloji yapısında bu tarz bir devam bölümü izlemek oldukça ilginç bir deneyim sunuyor. Bu tercih, dizinin geleceği hakkında da bir ipucu veriyor olabilir: Belki de Charlie Brooker, her yeni sezonda eski bölümlerden birine bir devam öyküsü eklemeyi planlıyor. Hikâyeye tam bıraktığımız yerden dönüyoruz: Bir video oyununun içinde, bir uzay gemisinde… Robert Daly tarafından klonlanarak Infinity adlı oyuna sokulan ekip, Daly’nin ölümünün ardından sonsuz bir dijital evrende sıkışıp kalıyor. Kaptan Nanette Cole’un liderliğindeki ekip, oyunun içindeki milyonlarca karaktere karşı hayatta kalma mücadelesi veriyor, sonsuz bir döngünün içinde zamanla yarışıyor.
Dış dünyada ise gerçek Nanette’in, Walton’la birlikte oyundaki “nicksiz” yani isimsiz karakterleri bulma sürecini izliyoruz. Bu karakterler, gerçekte ölmüş ama dijitalde klonları hâlâ yaşayan kişiler. Ve o klonlar, gerçek oyuncuların oyun içi kaynaklarını çalarak hayatta kalmaya çalışıyor. Bölüm boyunca Robert Daly’e ait dijital klonun, bir odada sonsuzluğa mahkûm edilerek Infinity oyununu geliştirmeyi sürdürdüğünü görüyoruz. Bu detay, hem etik hem felsefi birçok soruyu beraberinde getiriyor. Nanette ile Daly arasındaki sahneler ise açık bir şekilde The Matrix’e selam gönderiyor. Güç temsili, tahakküm, özgür irade gibi temalar, bölümün derinliklerinde kendine sağlam bir yer buluyor.
Aynı zamanda bölüm, sanal gerçeklik, siber uzay, yapay bilinç ve klon etikası gibi Black Mirror’ın alametifarikası hâline gelen konulara da yeniden değiniyor. Ve elbette Brooker, evrenin devamlılığını yine ustaca sürdürüyor. Striking Vipers, Rachel, Jack and Ashley Too, Demon 79, The Waldo Moment, San Junipero, White Bear ve Metalhead gibi unutulmaz bölümlere göz kırpan detaylar, dikkatli izleyiciler için büyük keyif yaratıyor.
Son Söz

Son sezonlarda biraz ivme kaybeden Black Mirror, iki yıllık aranın ardından gelen 7. sezonuyla yeniden yükselişe geçiyor ve özlemi fazlasıyla dindiriyor. Her ne kadar dizinin en güçlü sezonu olmasa da, hafızalara kazınacak etkileyici bölümleri peş peşe izliyoruz. Charlie Brooker, modern bilimkurgunun zirvesinde yer alan bu başyapıtla izleyicisini bir kez daha hayran bırakıyor.
Bilimkurguya olan hâkimiyetini her satırda hissettiren Brooker’ın daha nice kült anlatıyı önümüze sermeye devam edeceği ise su götürmez bir gerçek. Uzun lafın kısası Black Mirror, hâlâ izlememiş olanlar için büyük bir kayıp, takipçileri içinse hâlâ çağının çok ötesinde…