Kuşkusuz günümüze kadar olan süreçte Mars gezegeninin sinemada popüler olmasının en büyük kaynağı H.G. Wells’in 1898 tarihli “The War Of The Worlds” isimli kitabıdır. Kötü Marslı istilasını konu alan kitap, sinemaya birçok kez konuk oldu. En iyi uyarlaması şimdilik Steven Spielberg imzalı olan 2005 çıkışlı yapımdır. Kitabı daha da popüler hale getiren olay ise, Orson Welles adlı genç bir tiyatrocunun muzırlığı olmuştur. Orson Welles, 30 Ekim 1938 tarihinde bu kitabı bir haber bülteni şeklinde radyodan aktarınca, Amerikalı pek çok radyo dinleyicisi, Marslılar’ın gerçekten de dünyaya saldırdıklarını sanmış ve ülkede panik yaşanmıştır. Ama top atılmıştı bir kere. Kötü uzaylı istilacıları konu alan filmlerin beyazperdeye konuk olması fazla uzun bir zaman almayacaktı. H.G Wells’in romanının ilk popüler örneği, 1953 yapımı romanla aynı ismi taşıyan eserdir. İstilacıların Marslı olarak tanıtıldığı film, dönemi açısından teknik anlamda başarılı sayılıp, b-tipi filmlerin iyi bir örneği kabul edilir.
Mars, gizemli geçmişi, kızıl rengi ve büyüklüğüyle Dünya’ya en yakın ikinci gezegendir. Başlarda teori olarak kaldıysa da, artık geçmişte Mars yüzeyinde bir okyanusun olduğu gerçeği ispatlandı. Manyetik alanının Dünya kadar güçlü olamaması sebebiyle Güneş fırtınaları atmosferi ve okyanusu zaman içerisinde kuruttu. Şu anda çok ince olan atmosferi, bu fırtınalar sebebiyle halen de incelmeye devam ediyor. Gezegene dair en kapsamlı medyatik olay ise, 1979’da NASA’nın Viking 1 uydusundan gelen görüntülerle birlikte ortaya çıktı. Görüntülerde insan yüzünü andıran bir oluşum ve onun etrafında da piramit benzeri yapılar görünmekteydi. NASA daha sonra bunun bir çeşit ışık-gölge oyunu sonucu ortaya çıktığını açıkladıysa da, halen Mars’ta insan yüzü şeklinde bir yapı olduğuna inanların sayısı çoktur. Öte yandan, Ridley Scott’un başarılı uyarlaması The Martian daha gösterime girmemişken, NASA’nın gezegende su bulunduğuna yönelik açıklaması kimilerince manidar bile karşılandı. Neticesinde The Martian, şu ana dek çekilen en başarılı Mars filmlerinden biri olarak tarihe geçti. Benzer bir reklam kampanyasını CIA yeniden ekranlara gelen The X-Files için yaptı. Geçmişte yaşanan bazı “UFO dosyalarını” halkla paylaşarak, bu olayları en iyi Mulder ve Scully’in çözebileceğine dair esprili bir açıklamaya imza attı. Bu son iki örnek, reklamcılığın günümüzde geldiği boyutu gözler önüne serer nitelikte.
Elbette “The War Of The Worls” sinemaya konu olan yegâne Mars filmi değil. Romandan uyarlanan filmlerde Mars gezegenini göremeyiz. Mars gezegeni konusunda verilmiş ilk ciddi örnek Paul Verhoeven’in Total Recall klasiğidir. Philip K. Dick’in “We Can Remeber It For You Wholesale” adlı kısa hikayesinden uyarlanan yapım, Dünya çapında büyük bir ticari başarı elde etti. Yaşadıklarının bir yalan ve eşi dahil herkesin ona karşı rol yaptığını keşfeden Douglas Quaid (Arnold Schwarzenegger), gerçek kimliğini bulmak için Mars’a gider. Yapımda Mars bir dekordan ibaret olmayıp, hikayede lokomotif görevi görür. Eski anılarının silinip yerine yenilerinin eklenmiş olduğunu fark eden Quaid, kendisini aksiyon dolu bir maceranın içinde bulur. Total Recall, insanları sanal olarak tatillere gönderen bir yazılım şirketidir. Rüyalarında sürekli Mars’ı gören Quaid, bir yanıt bulma umuduyla şirkete başvurur. Fakat bilincine yapılan yükleme sırasında bir hata oluşur ve çevresindeki herkes ona düşman kesilir. Philip K. Dick’in en sevdiği konulardan olan “karakterin kimlik arayışı” üzerine yapılmış en başarılı yapımlardan biridir. Paul Verhoeven felsefi anlamda derin bir iş ortaya çıkarmasa da yönetmenlik anlamında çok başarılı ve aksiyon-bilimkurgu türünde iyi eser üretmeyi bilmiştir.
Mars gezegeninde geçmese de çılgın yönetmen Tim Burton’un Mars Attacks! (1996) da önemli bir yere sahip. Gene kötü Marslıların Dünyayı istilasını konu yapan yapım, aynı zamanda 50’li yılların b-filmlerine karşı da bir saygı duruş niteliği taşıyor. Maalesef hak ettiği ilgiyi halen görememiş filmin erdemi, bu saygı duruşunda yatıyor. Sinema sanatının gelişmesi elbette iyi eserlerle olacaktır, fakat b-filmlerini de görmezden gelemeyiz. Sonuçta b-filmleri de belli bir sevgiyle ortaya çıkmış eserler. B-film sinemasının üstadı Roger Corman, The Little Shop Of Horrors (1960), La Chute De La Maison (1960) ve The Terror (1963) gibi düşük bütçeli filmlerle, korku türünde ortalama bir senaryo ve yönetmenlik sergilediği eserler verdi. Eserlerin çekiciliği, yukarıda bahsettiğim sevgiyle ortaya çıkmış olmalarında gizli. İmkânların kısıtlı olduğunu bilen Corman, kendini fazla ciddiye almayan ama izleyeni de eğlendirebilen eserler ortaya çıkarıyordu. Özellikle yapımcı olarak birçok b-tipi bilimkurgu filmine yapımcılık yapmıştır. Ülkemiz sinemasından örnek verirsek, Çetin İnanç’ın 1982 tarihli Dünyayı Kurtaran Adam’ı bir b-filminin de ötesinde çok kötü bir eserdir. John Carpenter’ın Dark Star’ı (1974) sınırlarının ve ne olduğunun farkında olan iyi bir b-tipi filmdir. Mars Attacks!’ın gişede başarısız olmasının nedeni, aslında b-film kültürünün eksikliğinden kaynaklanıyordu. Burton’un filmi izleme açısından hayli eğlenceli, beyin-iskelet suratlı uzaylıların Dünya’yı istila ediş biçimleri hayli yaratıcıydı.
2000’li yıllarda Mars filmlerinde bir patlama yaşandığını görüyoruz. Yeni milenyuma girmemizle beraber Kızıl Gezegen’le ilgili ilk eseri, suç filmlerinin usta ismi Brian De Palma, Mission To Mars ile veriyor. İlk bilimkurgu denemesi olan bu eseri, maalesef yönetmenin kariyerinin en zayıf halkasını oluşturuyor. Gezegene yapılacak bir kurtarma görevini konu alan film, kötü yönetimi, senaryosu ve müzik kullanımıyla hemen unutuldu. Konusu aslında hayli ilgi çekiciydi. Daha önce gezegene bilimsel araştırmalar için giden ekip, bir süre sonra yüzeyde başka varlıklara ait bir sinyal keşfeder. İnsanlığın kökeninin Kızıl Gezegen’de yattığı öngörüsünde bulunan film, orijinal konu bakımından başarılı. Fakat kurtarma görevinde ekibin başına gelen bin bir türlü aksilik, kendisini ekip için feda eden lider karakteri ve bekâr ve her seferinde kaybedecek bir şeyi olmayan karakterlerin hep seçilmiş kişi olup, onlara ikinci birer şans verilmesi daha önce sık olarak karşılaştığımız klişeler. Filmin en büyük çıkış noktası, NASA’nın fotoğraflarında görünen insan yüzüne benzer dev oluşum. Filmin Brian De Palma’nın elinden çıktığının en büyük kanıtı ise, kutlama sahnesiyle açılan planının kesintisiz olarak çekilmesi.
Hollywood çift sever. Endüstrinin daha önce çıkardığı işlerde aynı yıl benzer konulu iki filmin çıkmış olduğuna rastlıyoruz. “Biri tutmazsa diğeri tutar” düşüncesinin ürünü bu eserler, genelde pek başarılı olamadılar. Dünya’ya çarpacak olan bir meteor tehdinin konu alan ve aynı yıl çekilmiş Armageddon (1998) ve Deep Impact (1998) güzel iki örnek. Aynı şekilde Red Planet (2000), Mission To Mars’a aynı yıl karşı çıkmış ikinci bir rakipti. Red Planet’in de kaderi diğer filmle aynı oldu ve gişede iki seksen yattı. Gezegen yüzeyinde yaşanabilir ortam yaratmaya çalışan bilim insanları, bazı bitkileri ekmeyi başarmıştır. Bu canlı bitkileri kontrol ve analiz etme amacıyla Mars’a giden ekibin başına gene klişe aksilikler gelecek, ekip içi çatışmalar yaşanacak ve yapay zekâya sahip kötü karakterli bir robot da onlara musallat olacaktır.
The Martian’a kadar arada birkaç kötü film daha geldi. John Carpenter’ın gezegende geçen hayalet öyküsü Ghost Of Mars (2001), Mars’taki Avatar olmaya çalışan John Carter (2012) ve iyi bir film olabilecek potansiyeline rağmen (ilk yarı başarılı sayılır) ikinci yarıda adeta bir zombi filmine dönen The Last days On Mars (2013)… En nihayetinde karizması sinema sektörü içinde sarsılmış olan Kızıl Gezegen’in hakkını Ridley Scott tekrar teslim etti. Prometheus (2012) ile bizleri bir miktar hayal kırıklığına uğratan usta, son zamanlardaki en büyük geri dönüşünü The Martian ile gerçekleştirdi. Andy Weir’in geniş kitlelerce ilgi gören romanının hakları kısa sürede satın alınıp filme çevrildi. Ridley Scott yapım için yerinde bir tercih. Görsel anlamdaki becerisi, her biri tablo gibi duran çerçeveleriyle, vasat bir senaryodan bile belli kalitede iş çıkarabilen bir yönetmen. Son eseri bir roman uyarlaması olsa da izlerken her şeyiyle bir Ridley Scott filmi olduğunu belli ediyor.
The Martian’nın en büyük başarısı fazla risk almamış olan basit senaryosu. Tek yapılan, aynısı Dünya’da gerçekleşebilecek bir olayın Mars’a taşınması. Ve bu basitlik yapımda işe yarıyor. Gezegeni araştırmak için gelen ekip eve dönüş aşamasında kalkış için mekiğe giderken fırtınaya yakalanırlar. Aralarından biri kaybolur ve onu orada bırakmak zorunda kalırlar. Tek sorun arkadaşlarının hayatta olup olmadığını bilememeleridir. Bu basit konuyu daha önce gördük, ama yabancı bir gezegende tek başına hayata tutunma teması esere özgünlük katıyor. Her şeyin bilimsel bir düzlemde ilerlemesi, başkarakterin bilim insanı olması ve hayatta kalmak için yaptıklarının ikna ediciliği yapımın olumlu özellikleri. Senaryonun risk almayan bir diğer özelliği sistem eleştirisi ve derin felsefi mevzulara girmemesi. İlgilendiği yalnızca insan psikolojisinin yalnızlıkla ve kötü yaşam koşullarıyla nasıl başa çıkacağı. Öldü haberi verilip sonra yaşadığı öğrenilen bilim insanı için NASA’nın paniğe kapılması ve bu sıra dışı olayda kendini aklamaya yönelik girişimi belki bir istisna sayılabilir. Ama söz konusu aklama çabası filmin merkezinde yer almayıp küçük bir yan unsur olarak kalıyor. Başarılı müzik çalışması ve içerdiği kimi komik anlarla da izleyenleri güldürmeyi başarıyor.
Sinema sektöründe her 10 yıllık periyotlarda aynı türden filmler çıkabiliyor. 80’ler slasher, 90’lar felaket, 2000’ler yeniden çevrimlerle hatırlanacak. İyi örnekler çok az çıksa da, dünya sinemasında her daim bilimkurgu üzerine eserler verilmekte. Ancak Mars konusunda sektör işin iyice suyunu çıkardı denilebilir. The Martian, Kızıl Gezegen’imiz için güzel bir jübile oldu. İleride daha kaç film geleceğini zamanla göreceğiz.