Isaac Asimov bilimkurguyu, “Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin insanlık üzerindeki etkisiyle ilgilenen bir yazı türü,” diye tanımlar. Bilim ile bilimkurgu arasındaki güçlü ilişkiyi ortaya koyan bu tanım, aynı zamanda türün günümüzdeki artan önemine dair de fikir verir niteliktedir. Bilimkurguyu önemsiyoruz, çünkü bize bir yandan içinde yaşadığımız çağın ruhunu bahşederken, bir yandan da önümüzde uzanan geleceğin ana hatlarını sunuyor. Ancak bilimkurguya bakış açısı her zaman bu olgunlukta değildi. Filizlendiği ilk yıllarda yazın aristokrasisinin hışmına uğramış ve “ucuz kurgu” diye yaftalanmıştı. Dolayısıyla bugünkü önemine ulaşabilmesi için önünde uzun ve zorlu bir yol vardı.
Çeşitli dönemlerden geçti, onlarca alt türe bölündü; bazen yıldızlara uzandı, bazen sert duvarlara tosladı, ama asla pes etmedi. Derken öyle bir an geldi ki, insanlık kendini geçmişte yazılmış bilimkurgu romanlarının içinde buluverdi. Bilimkurgunun öngörüleri, günümüzün kaçınılmaz gerçeklerine dönüşmüştü artık. Kim bilir, belki de bilimkurguya “kaçış edebiyatı” diye burun kıvıranların ta kendisiydi aslında kaçanlar. Geleceğin getireceklerinden, insanlığı bekleyen yarınlardan kaçmışlardı…
Bu yazıda bilimkurgu edebiyatının yüz yılı aşkın tarihinde kısa bir yolculuğa çıkacağız. Dehlizlere dalacak, kâh tuhaf kâh komik olaylara ayna tutacak, bilgi kırıntılarının peşine takılacağız. Eğer hazırsanız koltuğunuza kurulun ve kemerinizi sıkıca bağlayın; gemi kalkıyor…
Bilimkurgu Ne Kadar Tehlikeli Olabilir ki?
Bir bilimkurgu yazarının en büyük hayalidir isabetli öngörülerde bulunmak. Tarih nezdinde haklı çıkmayı kim istemez ki zaten? Ne var ki Amerikalı yazar Cleve Cartmill için işler biraz farklı gelişti. 2. Dünya Savaşı’nın en kızgın günlerini yaşayan gezegenimiz diken üstündeydi. Başına geleceklerden bihaber Cleve Cartmill ise Soğuk Savaş’ın kapıda olduğu 1944 yılında daktilosunun başına oturdu ve Ölüm Hattı (Deadline) isimli öyküsünü yazmaya girişti. Öykünün bir yerinde kurgu gereği atom bombasının yapılışını detaylıca anlatması gerekiyordu. Tabii hayal gücüne sığınmaktan başka şansı yoktu. Çünkü o sırada herkesten gizlenen Manhattan Projesi henüz nihayete ermemişti.
Öyküsünü yazan Cartmill, yayımlanması umuduyla dönemin en ünlü bilimkurgu dergilerinden biri olan Astounding Science Fiction‘a postaladı. Öykü beğenildi ve derginin Mart/1944 sayısında görücüye çıktı. Ne olduysa bundan sonra oldu. Öyküyü fark eden ve atom bombasının üretimine dair bu denli teknik bilginin hayal edilemeyeceğini düşünen FBI derhal olaya el koydu. Çok geçmeden öykünün yazarı Cleve Cartmill, derginin editörü John W. Campell ve hazırlayıcısı Paul Orbun casus oldukları gerekçesiyle tutuklandı. Tabii sonrasında nükleer çalışmalardan haberdar olmadıkları anlaşıldı, ama yaşadıkları korku onlara ziyadesiyle yetti. Velhasılıkelam, “Bilimkurgu ne kadar tehlikeli olabilir ki?” demeden önce bir kez daha düşünseniz iyi edersiniz!
Arthur C. Clarke’ın Düşlerinde Yaşamak
2008 yılında hayata veda ettiğinde arkasında onlarca unutulmaz eser bırakan Arthur C. Clarke, kuşkusuz gelmiş geçmiş en önemli bilimkurgu yazarlarından biri. İleri görüşlülüğünü ve güçlü öngörü yeteneğini şiirsel anlatımıyla birleştiren yazar, bilimkurgu edebiyatına yön vermeyi ve kendinden sonra gelenlere esin kaynağı olmayı başardı. Ancak onun bu yeteneği sadece bilimkurguyu değil, bilimin kendisini de derinden etkiledi. Örneğin çoğu kimse bugün kullanmakta olduğumuz GSM ve TV uydularını onun düşlerine borçlu olduğumuzu bilmez.
Yazar, radyo yayınlarının 10-20 millik mesafelerle sınırlı olduğu 1945 yılında öyle bir makale kaleme aldı ki, deyim yerindeyse küresel iletişimde çığır açtı. “Dünya Dışı Röleler” (Extra-Terrestrial Relays) adını taşıyan söz konusu makalesinde yörüngeye yerleştirilecek uydulardan ve bunun birtakım teknik hesaplamalarından bahsediyordu. İşin ilginç yanı ise günümüzün jeosenkronik iletişim uydularıyla ilgili kehanet gibi görüşlerini ve hesaplarını içeren bu güzelim makale karşılığında kendisine sadece 5 Sterlin telif bedeli ödenmesiydi. Düşlerinin milyar dolarlık bir sektöre dönüştüğünü düşününce insanın yüzünde ekşi bir gülümseme peyda oluveriyor. Neyse ki uyduyla haberleşme düşüncesini geliştirdiği için Franklin Enstitüsü’nden altın madalya ve UNESCO’dan da Kalinga Ödülü verilerek hakkı teslim edildi de hepimiz rahatladık.
Ey Trip Sen Nelere Kadirsin!
“Edebiyat” ve “bilimkurgu” sözcükleri yan yana geldiğinde çoğu kişinin aklında beliren ilk isimdir Isaac Asimov. Bilimkurgu edebiyatına onun kitaplarını okuyarak bulaşanlarımızın sayısı yenilir yutulur cinsten değildir. Üstelik sadece bilimkurgu da yazmıyordu. Her şey yazıyordu. Buna köşe yazıları, incelemeler, makaleler ve hatta erotik şiirler de dâhildi. Daktilosunun tuşlarına çılgınca vuran çok yönlü ve üretken bir isimdi o. Yine böyle bir anda oturup uzun uzadıya bir Star Trek (Uzay Yolu) eleştirisi kaleme aldı. Çünkü dizideki bazı bilimsel hatalar ve tutarsızlıklar canını sıkmıştı. Sonuçta birilerinin bunları dile getirmesi gerekiyordu, değil mi? Ama dillere destan öngörü yeteneğiyle kalbimizi çalan o koca Asimov bir şeyi hesaba katmayı unutmuştu: Koyu bir Star Trek hayranı olan eşi Janet Asimov‘u!
Kocasının en sevdiği diziyi eleştirmesine içerleyen yenge hanım, eniştemizin tepesine çökmekte gecikmedi tabii. “Sen Star Trek’i nasıl eleştirirsin!” çemkirmesini takiben, sonraki günler Asimov için eş tribinin bin bir çeşidini tatmakla geçti. Çekilir dert değildi. Ama Asimov bu. Derhal bir eylem planı geliştirdi ve daktilosunun başına tekrar oturup Star Trek için şöyle en okkalısından bir methiye yazısı düzdü. Yenge hanımın siniri biraz olsun dinmiş görünüyordu. Sonrasında Asimov ile Star Trek’in yolları birçok kez kesişti. Hatta Star Trek’in yaratıcısı Gene Roddenbery ile ahbap bile oldu. Eğer ilk Star Trek filminin künyesine bakarsanız, Asimov’un bilim danışmanlığı yaptığını da görebilirsiniz. Ey trip, sen nelere kadirsin!
İhbar Var!
Bir yanda Philip K. Dick, diğer yanda Stanislaw Lem. Bilimkurgunun bu iki büyük ustasını aynı yazıda bir araya getiren şeyse maalesef edebiyat değil, FBI’a gönderilen bir ihbar mektubu. “Bilimkurgunun Aristokratı” diye anılan ve yazdığı birbirinden derinlikli yapıtlarıyla türe saygınlık kazandıran Stanislaw Lem’i en çok Solaris ile tanıyıp severiz. Andrey Tarkovski’nin sinemaya da uyarladığı bu başyapıt, yazara ister istemez büyük bir ün kazandırdı. Her fırsatta bilimkurgudan hoşlanmadığını söyleyen, ama öte yandan da çatır çatır bilimkurgu yazan tuhaf bir filozoftu o. Ancak Solaris’in getirdiği ün bazı çılgın fikirli yazarların da radarına girmesine yol açtı. Buradaki çılgın yazarımız ise Philip K. Dick oluyordu.
Bulanık gerçekliğindeki paranoyasıyla cebelleşen Philip K. Dick, Lem imzasıyla yayımlanan eserlerin tek bir kişi tarafından yazılamayağından emindi. Ona göre bu eserler, Amerikan halkının beynini yıkamayı amaçlayan kalabalık bir Sovyet komitesince kaleme alınmıştı. Kendisini buna o kadar inandırmıştı ki, işi FBI’a ihbar mektubu göndermeye kadar vardırdı. Ancak Stanislaw Lem bu komploları hiç ciddiye almadı ve her zaman Philip K. Dick’ten övgüyle söz etti. Ağırbaşlılık böyle bir şey olsa gerek.
Playboy’da Yazarlığa Soyunanlar
Playboy… Hani yedisinden yetmişine pek çok erkeğin belleğinde kalıcı izler bırakan şu meşhur dergi. Üryan kadınlara bakmaktan fırsat bulanların da anımsayacağı üzere, Playboy sadece bir erotizm istifi değildi aslında. Çünkü içinde birbirinden edebi metinlere de yer veriyordu. Hatta Playboy’da yazarlığa soyunan bilimkurgucuları bilseniz şaşkınlıktan küçük dilinizi yutabilirdiniz. Kimler yoktu ki? Ursula K. Le Guin, Ray Bradbury, Arthur C. Clarke, Margaret Atwood, Michael Crichton, Philip K. Dick, Harlan Ellison, Joe Haldeman, Frank Herbert, Stephen King, Doris Lessing, Kurt Vonnegut, J.G. Ballard… Liste uzayıp gidiyor.
Playboy’un bilimkurgu edebiyatına yaptığı katkı azımsanacak gibi değil. Kuşkusuz bunda derginin sahibi Hugh Hefner‘ın da büyük payı vardı. Her şeyden önce iyi bir bilimkurgu okuruydu ve bilimkurgunun dergideki erkeksi çizgiyle örtüştüğünü düşünüyordu. Hatta bugün hepimizin en iyi distopyalardan biri olarak değerlendirdiği Ray Bradbury‘nin Fahrenheit 451 romanını dizileştirerek sansürsüz bir şekilde Playboy’da yayımlayan ve meşhur eden de yine kendisinden başkası değildi. Tuhaf, ama gerçek…
Bilimkurgusal Bir Panik: Marslılar Geliyor!
Bilimkurgu sağ olsun, onlarca yıl Marslıların bir gün gelip Dünya’yı işgal edecekleri korkusuyla yaşadık. Bilimkurguda Marslı işgalinin öncülü ise şüphesiz H.G. Wells ve onun unutulmaz eseri Dünyalar Savaşı‘ydı. Türün klasikleri arasındaki yerini çoktan alan eser, aynı zamanda kitlesel bir paniğin de baş müsebbibi olarak tarihe geçti. Amerikalı sanatçı Orson Welles, olacaklardan habersiz bir şekilde bu meşhur romanı bir radyo tiyatrosuna dönüştürmek isteyince kıyamet koptu! Takvimler 30 Ekim 1938’i gösterirken, dinleyiciler haber formatında sunulan programın bir oyun olduğunu anlayamadı ve gerçekten de Marslıların Dünya’ya saldırdığını düşünüp dehşete kapıldı. Programın başında bunun tamamen bir kurgu olduğu söylense de iş işten geçmişti.
Önce radyonun, sonra da polis, itfaiye ve ambulansın telefonları kitlendi. Çoğu yerde hayat felce uğradı. Dağlara kaçmaya çalışanı da vardı, kendini sığınağa hapsedeni de. Hatta Marslı avlamak için elinde silahıyla devriye gezenlere rastlamak bile mümkündü. Nice zaman sonra bunun kurgu olduğu anlaşıldı da herkes rahat bir nefes aldı. Ertesi gün bütün gazeteler bu ilginç olaydan bahsediyordu. Amerikalılar dünyanın diline düşmekten kurtulamadı tabii. “Bu sınırsız imkânlar ülkesine Marslıların inmesi bile mümkün gösterilmiştir,” diyerek olayla dalgasını geçenler arasında Adolf Hitler de vardır.
Fenni Edebiyata Hoş Geldiniz
“Kırkıncı asır, o men’-i namaz u siyâmdır. Çoktan veda edilmiş efendim şeri’ata, âdâba, ırz u iffete, ahlâka hep veda!” (Arzîler romanından)
Batı’ya nazaran bilimkurguda geri kaldığımız bir gerçek. Ancak özellikle 2000’den sonra yerli bilimkurgu edebiyatımızda ciddi bir hareketlenme var. Romanlar, öykü antolojileri ardı sıra geliyor. Biz bilimkurguseverler de arkamıza yaslanıp bu gelişmenin tadını çıkarıyoruz elbet. Sonuçta yaratıcılığı ve hayal gücünün enginliğiyle övünen bir milletiz ve bilimkurguda da eksik kalmamalıyız, değil mi? Geçmişimize dönüp bakmamız bile cesaretlenmemiz için yeterli. Öyle ya, tarihte bilinen ilk bilimkurgu yazarı Lukianos Samsatlıydı. Evet, dünyanın ilk bilimkurgu yazarı bu topraklardan çıktı. Üstelik o kadar geriye gitmemize de gerek yok. Daha yakına, Osmanlı’ya göz atmamız bile yeterli.
Pek kimse bilmez, ama Osmanlı‘da da bilimkurgu yazmakla haşir neşir olanlar vardı. Özellikle Jules Verne‘ün estirdiği rüzgar ta o zamanlar Osmanlı’ya kadar ulaşmıştı. Bu rüzgarın da etkisiyle olsa gerek “fenni edebiyat” türünde birçok yerli eser ortaya çıktı. Ahmet Mithat’ın Amerikan Doktorları, Molla Davudzade Mustafa Nazım’ın Rüyada Terakki ve Medeniyet-i İslamiyye-i Rü’yet‘i, Celal Nuri İleri’nin Tarih-i İstikbâl‘i, Yahya Kemal’in Çamlar Altında Musahabe‘si, Hasan Rûşenî Barkın’ın Müslümanların ‘Megali İdeası’ Gaye-i Hayâliyesi‘si, Refik Halid Karay’ın Hülya Bu Ya‘sı, Abdülhak Hâmid Tarhan’ın Arzîler‘i, İskender Fahrettin Sertelli‘nin Makineli Kafa‘sı geçmişin tozlu raflarında keşfedilmeyi bekliyor.
Sen Kâhin misin?
Bilimkurgunun henüz bir edebiyat dalı olarak tanımlanmadığı zamanlarda yaşamış birçok bilimkurgu yazarı vardır karambole giden. Verdikleri eserlerin değeri ve tarihi önemi fark edilemeyince unutulup gitmişlerdir. Adlarını sadece edebiyat tarihçilerinin kitaplarında gördüğümüz bu yazar listesinin en ideal adaylarından biri de Morgan Robertson‘dı. Ancak 15 Nisan 1912 günü yaşanan bir felaket sonucu tüm kariyeri ansızın değişiverdi. Deyim yerindeyse edebiyat tanrıları yüzüne gülmüştü. Evet, batmaz denilen Titanic‘in batışından ve 1513 kişiye mezar oluşundan bahsediyoruz. Ne tuhaftır ki Robertson, bu elim hadiseyi ta 1898 yılında yazdığı Futility romanında birebir kurgulamıştı. Üstelik romanındaki geminin adı da Titan‘dı!
Futility romanındaki Titan adlı geminin hikâyesi ile Titanic arasındaki benzerlik öyle şaşırtıcıydı ki okuyanlar gözlerine inanamadı. İki gemi de Nisan ayında ve Kuzey Atlantik’teki bir buz dağına çarparak batıyordu. Hatta gemilerin uzunluk, yük kapasitesi gibi teknik özellikleri bile neredeyse aynıydı. Her iki gemide de hem Avrupa hem Amerika yüksek sosyetesinden insanlar vardı ve cankurtaran botlarının sayısı tüm yolcuları tahliye etmek için yetersizdi. Ve tabii iki gemideki can kaybı da facia boyutlarındaydı. Bu tuhaf durum Morgan Robertson’ı bir anda meşhur etti. Üstelik Beyond the Spectrum adlı bir başka eserinde de ABD-Japonya savaşının nasıl başlayacağını gerçeğe yakın bir şekilde kurgulamayı başarmıştı. İnsanın ister istemez, “Sen kâhin misin?” diyesi geliyor.
Nutuk’ta Bir Bilimkurgu Yazarı
Sosyalist bilimkurgu yazarı H.G. Wells‘in adı, Jules Verne ve Hugo Gernsback ile birlikte bilimkurgunun öncüsü olarak anılır. 1895’te yazdığı Zaman Makinesi, ilk modern bilimkurgu romanlarından biridir. 1897’de yazdığı Dünyalar Savaşı ise, Marslı işgali temasının öncülü kabul edilir. Eserlerinde bilimin yanlış ellere geçmesinin neden olacağı tahribattan ve bu tahribatın toplum üzerindeki etkilerinden sıkça bahsetti. Çünkü o sadece iyi bir bilimkurgu yazarı değil, aynı zamanda başarılı bir teorisyen ve sosyologdu. Bu toplumcu duruşu, verdiği eserlerde de daima kendini hissettirdi. Hep bir derdi vardı ve kuramlarını kurgulamaktan geri durmuyordu.
Dolayısıyla salt roman ve öyküler kaleme almadı, ayrıca kurgu dışı birçok metne de imza attı. Önemli insanlık tarihi kitapları arasında yer alan Outline of History de bunlardan biriydi. Kitap Atatürk‘ün de ilgisini çekmekte gecikmedi ve Nutuk‘ta Wells’in tek dünya devleti fikrine atıfta bulundu.
Bilimkurgu Yazarlığından Peygamberliğe!
“Kelimesi bir cent’e hikâye yazmak saçmalıktır, Eğer biri gerçekten 1 milyon dolar kazanmak istiyorsa, bunun en iyi yolu kendi dinini yaratmasıdır!” – L. Ron Hubbard
Birçok bilimkurgu eserinde teolojik anlatılara rastlamak mümkün. Çünkü din, insanlığın kaderini şekillendiren güçlerden biri ve bunun bilincinde olan bazı bilimkurgu yazarları da eserlerinde dini motifler kullanmaktan geri durmuyor. Ancak kariyerine bir bilimkurgu yazarı olarak başlayan L. Ron Hubbard işi daha da öteye götürmeyi seçti ve Scientology adında yepyeni bir din yarattı. Bir bilimkurgu yazarının yeni bir inanç sistemi ortaya çıkarması size yeterince şaşırtıcı gelebilir, ama daha da şaşırtıcı olan bu dine inanlar arasında Tom Cruise ve John Travolta gibi dünyaca ünlü isimlerin de bulunması.
L. Ron Hubbard’ın bilimkurgu kariyeri belki pek parlak gitmedi, ama kurduğu din bugün 3.000’den fazla ibadethaneye, 154 ülkede faaliyet gösteren misyonerlere ve yüz binlerce de inanana ulaştı. Peki, bu din bize ne anlatıyordu? Bundan 175 milyon yıl önce hüküm süren galaktik konfederasyonun lideri Xenu, anlaşmazlık yaşadığı milyarlarca varlığı dünyamıza sürgün ederek Hawaii yakınlarındaki bir yanardağa hapsettirmişti. Günümüzde insanların yaşadığı acı ve sıkıntıların kaynağı da işte bu varlıkların ruhlarıydı. Gerçek mutluluğa ulaşabilmek için Thetan adı verilen bu ruhların yarattığı manevi baskıdan arınmak şarttı. Nasıl? Bilimkurgu romanlarından fırlamış gibi değil mi? Eh, bilimkurgucunun dini de böyle olurdu zaten!
Not: Bu yazı ilk olarak, “Hayat, Evren ve Her Şey” başlığıyla Trip dergisinin internet sitesinde yayımlanmıştır.