“Bilimkurgu öyküleri, günümüzün eleştirmenleri ve filozoflarına önemsiz geliyor olabilir; fakat bilimkurgu kurtuluşumuz için hayati bir önem taşır, eğer bir gün kurtulacaksak…”
1919 yılının son günlerinde, bir yanda Kızıl Devrim olanca şiddetiyle dünyayı sarsarken, Rusya’nın Petrovichi kentinde Yahudi bir ailenin bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Annesi Anna Rachel ve babası Berman yeni doğan oğullarına Isaak Ozimov adını koyarlar. Üç yıl sonra aile Amerika’ya göç eder ve Rus mültecilerin yaşadığı New York şehrinin Brooklyn bölgesine yerleşir. Evde sürekli Yiddish (Alman-Rus Yahudi İbranicesi) ve İngilizce konuşulduğundan Isaak, Rusça öğrenemez. Beş yaşında kendi kendine okumayı keşfedecek ve hayatı boyunca bitmek tükenmek bilmeyen bir hırs ve açlıkla bu uğraşını sürdürecektir. Küçük ve kapalı alanlarda mutlu olan Isaak, bir keresinde “Metro gürültüsünün sokak kalabalığına karıştığı bir kaldırımda, minik bir gazete büfesinin içinde, hiç durmadan okumak istiyorum” demişti. Amerika’daki yeni adıyla Isaac Asimov, 1939 yılında Columbia Üniversitesi’nden mezun olur ve bir süre ara verdikten sonra 1948 yılında yine aynı üniversitede Biyokimya doktorasını tamamlar.
İnançlı bir Yahudi olan babası I. Dünya Savaşı’nda Rus ordusunun saflarında yer alırken, genç Isaac II. Dünya Savaşı’nda Amerikan çıkarları için cephede savaşacaktır.
Asimov ilk evliliğini Gertrude Blugmen ile 1942’de yapar, iki erkek çocuk sahibi olurlar. 1970 yılında yeniden bekârlığa dönüş yapan yazar, ikinci ve son kez 1973 yılında Janet O. Jeppson ile evlenir. Asimov, 1977 yılında ağır bir kalp krizi, 1983 yılında üçlü by-pass ameliyatı geçirecek ve 1992 yılında “böbrek yetmezliğinden” New York’ta hayata veda edecektir. Son günlerinde oldukça güç kaybeden yazar, bir gün çevresindeki dostlarına yakınıp, “Her zaman daktilomun başında yazı yazarken başım klavyeye düşüp, burnum iki tuşun arasında sıkışmışken ölmek istemiştim, ama bu mümkün olacak gibi görünmüyor” demişti. Ölümünden on yıl sonra dul eşi Janet’in yayına hazırladığı “It’s Been a Good Life – Dolu Dolu Yaşadım” adlı otobiyografisinde, kalp ameliyatı sırasında kullanılan kandan kaptığı HIV virüsü nedeniyle öldüğü okurlarına açıklanacaktır.
Asimov, Robert Heinlein ve Arthur C. Clarke ile birlikte bilimkurgu edebiyatının üç büyük yazarından biri olarak kabul edilir. Asimov ve Heinlein, eserlerinde hem toplumsal hareketleri ve hem de gelecekte değişecek yaşam biçimlerini felsefi bir öngörüyle yorumladıkları için, kurguları adeta çok sesli müziğin ruhunu taşır. Bu nedenle onları klasik cazın büyük yorumcuları Duke Ellington ve Count Basie’ye benzetmek mümkündür. Arthur C. Clarke ise daha çok tek boyutlu teknolojik değişimleri ele almıştır. Dolayısıyla onu da ünlü trompetçi Miles Davis ile eşleştirebiliriz. Savaş ve askeri güç karşıtı bir pasifist olan Isaac Asimov, 1984 yılında American Humanist Association tarafından yılın hümanisti seçilir. O yıldan sonra ölümüne dek bu derneğin onur başkanlığını yürütecek ve yerini bir başka çağdaş düşünüre, yakın dostu Kurt Vonnegut’a bırakacaktır.
“Yazma tutkusu nefes almak gibi, yazmasaydım ölürdüm.”
Yazarlık hayatına kısa bilimkurgu öyküleri ile başlayan Asimov, kendisine onlarca ödül kazandıracak olan romanlarla durmaksızın üretmeye devam etti. Yaşamının son döneminde ise biraz da gelen taleplere karşılık olarak, astrofizikten Newton fiziğine, biyokimya dünyasına, Einstein’in izafiyet teorisinden Heisenberg’in belirsizlik kuramına kadar her konuda popüler bilim kitapları da yazdı. Kendi ürettiği ve yayına hazırladığı toplam eser sayısı beş yüzden fazladır.
“Yazdıklarını masanın çekmecesinde unutmanın ne yararı var? Biteni göndermeli, hiç durmadan yenisine başlamalısın. Eğer bir yeteneğin varsa er ya da geç başarı sana gülümseyecektir, tabi yılmadan ısrar edebildiysen…”
Asimov’a dünya çapında ün kazandıran eserleri ise daha çok robot öyküleri ve romanları olmuştur. Otuz beş yılı aşkın bir sürede bu konuyu ele alan pek çok çalışması yayınlanmıştır. En ünlüleri sırasıyla “I Robot – Ben Robot” (1950), “The Caves of Steel – Ölü Gezegen” (1954), “The Naked Sun – Güneşin Tanrıları” (1975”, “The Robots of Dawn – Şafağın Robotları” (1983) ve “Robots and Empire– Kurtarıcı” (1985) olarak gösterilebilir. Asimov’un geliştirdiği ve artık tüm dünyaca bilinen ve hala geçerliliğini koruyan robot kanunlarını kısaca hatırlamakta yarar var:
- Bir robot bir insana zarar veremez ya da zarar görmesine seyirci kalamaz.
- Birinci kuralla çelişmediği sürece robotlar insanların komutlarına uymakla yükümlüdür.
- Birinci ve ikinci kuralla çelişmediği sürece bir robot kendi varlığını korumak zorundadır.
“Sıkıştırılan bir gazda her bir molekülün nasıl davranacağını önceden kestiremem, bilmeme gerek de yoktur. Ancak hacim azaldıkça, basıncın kaç kat artacağını kusursuzca hesaplayabiliyorum. Aynı şekilde, tek tek bireylerin değil ama toplumların geleceği öngörülebilir.” Hari Seldon – “Foundation – Vakıf”
Asimov’un edebiyat dünyasına armağan ettiği en büyük seri, yani “Foundation – Vakıf” ilk olarak Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden esinlenerek kaleme alınan öykülerle okurların karşısına çıkmıştır. Dahi yazar, 1951 yılında başlayıp 1988 yılına kadar otuz yedi yıl sürecek olan bu yolculukta milyonlarca okurunu, başkahramanı Hari Seldon’la birlikte peşinden koşturmuş, peş peşe yayınladığı yedi eserle onları zihinlerinden, kalplerinden kendine bağlamıştır.
Bu eserlerin en ünlüleri “Foundation Trilogy” adıyla alınan “Foundation – Vakıf” (1951), “Foundation and Empire – Vakıf ve İmparatorluk” (1952) ve “Second Foundation – İkinci Vakıf” (1953) kitaplarından oluşan üçlüdür.
Adına Psikotarih denilen bir teknikle bin yıllık geleceği okuyabilen gizemli bir matematikçi. Gelecekte topluluklara hükmetme gücünün askeri kudretten, dini kontrol etmeye, oradan ticaret yollarının keşfine ve en nihayetinde bilime döneceğini öngören bir kâhin. Bu koca galaktik evrenin geleceğinde neler olup biteceğini önceden hesaplayabilen ve miras bıraktığı mesajlarla sonraki nesilleri yönlendirebilen efsanevi bir filozof: Hari Seldon… Neredeyse yaratıcısı Isaac Asimov kadar ünlü, hayranlarını peşinden koşturabilen bir roman kahramanı.
“Şu anda toplumların geleceğini tehdit eden en büyük tehlike, kolektif aklın özümseyemeyeceği, adapte olamayacağı kadar büyük bir hızla pozitif bilimin yeni teknolojiler üretebilmesidir.”
Onlarca romanını tek tek tanıtabilmenin imkânsızlığı içinde bu çalışmayı, Asimov’a dördüncü kez Nebula Ödülü kazandıran bir başka şaheseriyle, 1972 yılında yayınlanan “The Gods Themselves – İşte Tanrılar” adlı romanıyla sonlandırmak doğru olacaktır.
Bir yanda enerji kaynakları hızla tükenen bir dünya ve buna çözüm arayan bilim insanları. Öte yanda paralel bir evrende yaşayan bambaşka canlılar. Parental’lar adı verilen, erkeksi, aile duygusu gelişkin “sağ” yaratıklar. Rational’lar denilen, mantığa, zihni çalışmalara öncelik veren, sorumluluk duygusu gelişkin, “sol” yaratıklar. Ve bu iki farklı cinsi bir araya getirme görevini üslenecek olan çocuksu, heyecanlı, duygusal “orta” yaratıklar, yani Emotion’lar. Bu türlerden her birinde hemcinslerine nazaran çok daha güçlü, zeki, duyarlı, özel niteliklere sahip üç varlık bir araya geldiğinde, evrenin tüm yapısını yeniden şekillendirebilecek bir deha, paralel evrenin umudu, yeni bir lider ortaya çıkar. Paralel evrendeki varlıklarını sürdürebilmek amacıyla dünyamızı bir yem olarak kullanmaya çalışan bu liderle, bir süpernovaya dönüşüp evrende yol olacak medeniyetlerini korumaya çabalayan yeryüzündeki bilim insanlarının saate karşı kıyasıya mücadelesi…
Sonuç olarak Isaac Asimov, bilimkurgu dünyasının en üretken ve en başarılı yazarlarından biri olarak tarihe geçmiş, kendisinden sonra gelen tüm bilimkurgu yazarlarını derinden etkilemiştir.
“Güle güle koca adam ve bize kazandırdığın tüm kitaplar için çok teşekkürler”
Hazırlayan: Hasan Saraç