“Bunlar bizim atalarımız,
Onların tarihi bizim de tarihimiz.
Elbette bir gün ağaçlardan inip
dik olarak yürümeye başlamamızı hatırlayacağız;
elbette daha da yakın bir günde,
denizden yavaşça çıkıp
karadaki ilk serüvenlerimizi
gerçekleştirişimizi de hatırlayacağız.”
Ünlü yazar Jack London’un 1907 yılında yayımlanan Âdem’den Önce adlı eseri, taş devrinde geçen bir bilimkurgu novellası. Dünya’da günümüz Homo Sapiens türü dışındaki insan türlerinin henüz soylarının tükenmediği çok çok uzak bir geçmişi anlatıyor.
London, Âdem’den Önce’yi kaleme alırken Stanley Waterloo’nun 1896’da basılan “Story of Ab”-“Ab’ın Hikâyesi” romanından fazlasıyla etkilenmişti. Bu durumu, kendisine yöneltilen intihal suçlamasını kabul ederek itiraf etti. Fakat ilkel insanın evrimi düşüncesinin kendisine ait olduğunu iddia etti. İki eser karşılaştırıldığında, eleştirmenlerin ortak görüşü, Waterloo’nun metninin bir hayli uzun ve sıkıcı olmasına karşın London’ınkinin son derece akıcı ve sürükleyici olduğudur.
Jack London Âdemden Önce’de, o dönemin antropolojik verilerine ve Darwin’in evrim kuramının bilimsel tezlerine oldukça uygun bir kurgusal evren yaratmıştır. Bunun bir kanıtı da, bu kısa romanın yıllar boyunca ABD’de antropoloji eğitimi veren üniversitelerde yardımcı kitap olarak okutulmasıdır.
Âdemden Önce’de geçmiş çağlara ait sahnelere, “atavizm” düşüncesi yoluyla erişiriz. Terim olarak atavizm, bir canlı türünde var olmakla birlikte birkaç kuşaktır görünmeyen bir özelliğin birdenbire alt soylarda ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Vahşetin Çağrısı adlı eserinde de bu düşünceden yararlandığı bilinen London, Âdem’den Önce’de erkek başkahramanın uykuya daldığında uzak geçmişteki insanımsı atasının (Koca Diş) gerçekte yaşadığı hadiseleri rüyalarında birebir tecrübe etmesi yoluyla bizi o dönemlere ve zamanlara götürmektedir. Karakter, tıpkı bir sanal gerçeklik başlığı takmışçasına izlediği (bu benzetme elbette Jack London’a değil, bana ait!) uzak geçmişini günümüz insanının, yani biz okurların anlayabileceği cümlelerle aktarmaktadır.
Vahşi hayvanlarla çevrili uçsuz bucaksız ormanların, meyvelerin, nehirlerin, mağara kovuklarında veya ağaç tepelerinde yaşayan insanımsıların betimlemeleri o kadar gerçekçidir ki, okurken adeta kahramanların başlarından geçen olaylar aynen hissedilmekte, sanki genlerimizde kayıtlı uzak anılar canlanmaktadır. Kitapta anlatılan ağaç insanlarıyla ve mağara adamlarıyla (London’ın onlara verdiği adlar) özdeşlik kurmaya başlarız. Tek dertleri karınlarını doyurabilmek ve vahşi hayvanlara yem olmamak için uyuyacak güvenli bir yer bulmaktır: yüksek ağaç tepeleri veya daha gelişmiş olanlarının yaşadığı dar girişli mağaralar.
İnsanın zekâsının henüz tam anlamıyla evrimleşmediği bu çağlarda ilkel komünal bir düzen egemendir. Avlanan hayvanlar ve toplanan yiyecekler topluluk içinde eşitçe paylaşılmaktadır. Sınıflar ve dolayısıyla devlet yoktur, din henüz gelişmemiştir, dil bile yok gibidir. Sadece somut kavramlar algılanabildiğinden ve soyut ifadeleri karşılayacak kelimeler henüz türetilmemiş olduğundan iletişim olanakları çok kısıtlıdır. İçinde yaşadıkları dünyaya bir çocuğun saflığında bakarlar. Donmuş bir nehir, dağların ötesinde yaşayan daha gelişmiş bir insan türü olduklarını anladığımız (günümüz modern insanı) “Ateş Adamlarının” yaktıkları ateşin dumanı korkutucu olduğu kadar eğlencelidir de. O naiflik içinde özgürce dolanırlar, yerler, içerler ve sevişirler. Çünkü henüz insanları kısıtlayan toplumsal ve siyasi kurallar “icat edilmemiştir.”
Kitaptaki en ilginç paragraflardan birinde, soyut düşüncenin emekleme dönemlerinin anlatıldığı bir sahneye yer verilmiştir:
“…Fiil çekimi diye bir şey yoktu. Geçmişten mi yoksa gelecekten mi söz ettiğimiz, ancak cümlenin genel anlamından çıkarılabilirdi. Konuşmalarımız hep somut şeyler üstüneydi, çünkü hep somut şeyler düşünürdük. Pantomim de geniş bir yer tutuyordu konuşmalarımızda. En basit bir soyutlama bile bizim düşünce yeteneğimizin ötesindeydi denilebilir; ayrıca, herhangi bir soyutlamaya erişebilen biri çıktığında, bunu türdeşlerine anlatmakta bin bir güçlük çekerdi. Düşündüğünü söyleyecek söz dağarcığına sahip değildi çünkü.”
Jack London’un bu klâsik eseri ülkemizde çeşitli yayınevleri tarafından (Alfa, Can, Oda, Cem) basılmış olup, benim okuduğum Cem Yayınları’ndan Mehmet Can ve Gönül Acar tarafından dipnotlarla zenginleştirilerek çevrilen 2010 yılı baskısıydı. Tavsiyem, yaklaşık 120 sayfa uzunluğundaki Âdem’den Önce’yi gece vakti okumaya başlayıp bir çırpıda bitirmenizdir. Eminim siz de kitabın kapağını kapatıp uykuya daldığınızda rüyanızda o taş devrine yolculuk yapacak, sizi yakalamaya çalışan vahşi hayvanlardan veya romanda geçen henüz yarı maymun-yarı insan karakter Kızıl Göz’den kaçacak, ağaç tepelerinde ve nehir kıyılarında enfes meyveler tadacaksınız. Kim bilir, belki de romanda Koca Diş’in sevgilisi Tez Ayak gibi Ateş Adamları soyundan güzel bir eşe de ormanda gezinirken rastlayabilirsiniz. Özgür rüyalar dileğiyle, iyi okumalar.