Türk bilimkurguseverlerin ilginç bir ortak özelliği, büyük bir çoğunluğunun bilimkurgu edebiyatıyla ilk kez Isaac Asimov‘un romanları sayesinde tanışmış olmasıdır. Asimov, buralarda bilimkurgu edebiyatı denince hep akla gelen ilk isim olagelmiştir. Bir diğer çarpıcı not Asimov’un, bugün eserleri Türkçe’ye en çok çevrilen ve en çok okunan bilimkurgu yazarı oluşudur. Bu durumun kökeninde Asimov’un robotlar, uzay yolculuğu, galaksinin fethi ve zaman yolculuğu gibi ana akım bilimkurgunun en belli başlı konularının temellerini atan ve bu konularda onlarca eser veren çok yönlü ve üretken bir yazar olmasının yanında, kolay okunan kitaplar yazmasının da payı vardır hiç kuşkusuz.
Isaac Asimov, hayatı boyunca yazdığı 500’ün üzerinde bilimkurgu romanı ve bilim-teknoloji türünde kaleme aldığı edebiyatdışı kitaplarıyla, 1950’li ve 60’lı yıllarda yükselen pozitivist dünya görüşünün ve uzaya açılma eksenli “harcore” (sert) bilimkurgu akımının öncü ismidir. Asimov’un ortaya koyduğu bu ürünlerin, uzay yarışının hızlandığı ve yeni gezegenlere yayılma hayallerinin kurulduğu, insanların Ay’a henüz yeni ayak bastıkları, dolayısıyla insanlığın doğayı kontrol etmek ve dönüştürmek adına önünde hiçbir engel olmadığı kanısının yaygınlaştığı, bilime olan inancın ve endüstriyel üretimin büyük boyutlara ulaştığı bir çağın dışavurumları olduğunu gözardı etmemek gerekiyor.
Asimov, bilimkurgu tarihine damgasını vurmuş ve adı bilimkurgu ile özdeşleşmiş bir yazardır. Yazarın en bilinen eseri olan Vakıf Üçlemesi, bilimkurgu edebiyatının en prestijli ödülünü dağıtan Hugo Komitesi tarafından bir kereye mahsus olarak verilen “Gelmiş geçmiş en iyi bilimkurgu/fantezi üçlemesi” ödülünü, “Yüzüklerin Efendisi” üçlemesini geride bırakarak kazanmıştır. Ekim 1976’da New York Devlet Üniversitesi’ndeki bir söyleşisinde Asimov, bu ölümsüz yapıtına dair şunları söylemiştir:
“Vakıf’ı yazarken esas olarak, psikotarih bilimi dediğim şeyi ifade etmeye çalıştım. Bu bir anlamda determinizm ile özgür irade arasındaki mücadeleydi. Diğer taraftan büyük bir kapsam olarak galaksiyi kendine konu edinen bir hikâye yazmak istedim. Bunu yapmak için Roma İmparatorluğu’nu alıp onu çok daha geniş bir çerçevede yorumladım. Bunun için üçlemedeki toplumsal sistem Roma İmparatorluk sistemine çok benzer; hikâyemin çatısı buydu.
Öyküleri yazmaya başladığımda okulda fiziksel kimya dersi alıyordum. Müstakil gaz molekülleri tamamen düzensiz ve rastgele hareket ettiğinden, tek bir molekülün hareket yönünün tahmin edilemeyeceğini biliyordum. Molekül hareketlerinin gelişigüzelliği, gaz kanunlarını kullanarak gazın genel hareketlerini isabetli bir biçimde tahmin edebildiğiniz reddeye kadar geçerliydi. Hacmi azalttığınızda basıncın artacağını ya da sıcaklık derecesini arttırdığınızda basıncın artacağını ve hacmin genişleyeceğini biliyordum. Tek tek moleküllerin nasıl hareket ettiğini bilmesek de bu tür genel şeyleri biliyoruz.
Bana öyle geliyordu ki bir galaktik imparatorluğumuz olsaydı, çok yüksek sayıda, kentilyonlarca insan olurdu; o zaman her ne kadar o toplumları oluşturan insanların bireysel davranışını tahmin edemesek de, belki toplumların nasıl hareket edeceğini yeterli isabetlilikle tahmin edebilirdik. Dolayısıyla Roma İmparatorluğu’nun yazılı arka planına karşı psikotarih bilimini icat ettim. Böylece tüm üçleme boyunca bireysel arzuların rakip güçleriyle, toplumsal kaçınılmazlığın kadim mirası arasındaki çatışma, anlatının ana izleğini oluşturdu.”
Öte yandan Asimov, kaleme aldığı kısa robot hikayeleri ve özellikle de Robot Serisi’yle dünya çapında haklı bir üne kavuşmuş, bilimkurgudaki “canavar robot” klişesini büyük ölçüde bozguna uğratmayı başarmıştır. Öyle ki Asimov’un robotları yok edici değil; tam aksine yapıcıdır. Efendilerine başkaldırmak yerine, hizmet ederler ve en önemlisi de meşhur “Üç Robot Yasası”na tabiidirler. Asimov bu yalın yasalar sayesinde robotların bir insana zarar vermesini ya da bir insanın buyruğuna karşı çıkmasını olanaksız hale getirmiş ve robotları, çeşitli işleri yapan mekanik araçlara indirgemiştir. Bu, o zamanlar için hem bilimkurgu ve hem de robot bilimi adına tam bir devrim niteliğindedir. Yazar, R. Daneel Olivaw gibi kimi zaman bu denklemin dışına çıkabilen karmaşık robot karakterler de yaratmıştır; fakat bu durumu da insanlığın istikbali uğruna bireylerin feda edilebileceğini söyleyen “Sıfırıncı Yasa” ile sağlam bir mantık zemini üzerine oturtmayı bilmiştir. Kısacası Asimov, Frankeistein Kompleksi ile sağa sola saldıran, insanlığı yok etmeye ya da köleleştirmeye çalışan robot algısını parçalayarak, robotları bilimsel ve mantıksal bir düzlemde ele almış, bu da robot teknolojisine olan bakış açısını değiştirmiştir. Bu yeni bakış açısının, robot teknolojisinin gelişimine ivme kazandırdığı kuşkusuzdur. Asimov yine aynı söyleşisinde robotlara ve robot teknolojisinin geleceğine dair düşüncelerini şöyle açıklar:
“Benim tanımıma göre bilimkurgu insanın bilim ve teknoloji seviyesindeki değişimlere verdiği tepkilerle meşgul olan bir edebiyat dalıdır. Geçtiğimiz iki yüzyıl boyunca toplumumuzun çok daha büyüdüğünü, çok daha fazla makine ürettiğini izledik; demem o ki, olası gelecekte makinelerin toplumdaki rollerinin artmaya devam edeceğini ve gündelik hayatta çok daha büyük bir yer kaplayacaklarını varsayıyorum. Gerçekte makinelerin toplum içindeki yerinin sonunda her şeyin idaresini devraldıkları noktaya kadar gelişeceğini düşünüyorum. Bundan dolayı, hikayelerimin önemli bir kısmı bu olasılığa değiniyor. Başlangıçta insan zekasına sahip ve insan zekasıyla ilintilendirdiğimiz tüm karmaşık görevleri yerine getiren makinelerin daha sonraları öyle ya da böyle her şeyin idaresini devralmaya çalıştığı hikayeler yazdım.
Düşüncem iki yönlü: İlk olarak, robotları kendi yaratıcılarını yok edecek canavarlar olarak görmüyorum; çünkü robotları yapan insanların, kendi güvenliklerini sağlayacak vasıtaları da yine robotların içine koyabilecek kadar bilgi ve yetenek sahibi olacaklarını düşünüyorum. İkinci olarak, robotların ya da genel olarak makinelerin, bizlerin yerine geçebilecek kadar zekaya sahip oldukları anda bunu yapmaları gerektiği fikrindeyim.
İnsanın evrimi sırasında ve bundan önceki tüm yaşamın evriminde bir türün diğerinin yerini alması birçok kez yaşandı. Bunun nedeni de yeni türün bir biçimde yerini aldığı türden çok daha ehil olmasıydı. Homo Sapiens‘in en tepedeki basamakta kalmak için kutsal bir hakkı olduğunu da sanmıyorum. Eğer bizden daha iyi olan bir tür varsa, buyursun en tepedeki basamağa çıksın. İşin doğrusu, Dünya’yı ve onun yaşam formlarını korumak için çok az şey yaptığımızı düşünüyorum. Belki bunun için bir şey yapamam ama gelecekte diğer tüm yaşam formları için daha hayırlı olacak bir türün yerimize geçeceğini hissediyorum.”
Asimov’un hisleri ne kadar doğru çıkar bilinmez; fakat 1976 yılında sarf ettiği bu sözlerden bir gün robotların insanlığın yerine geçebileceğini düşündüğü anlaşılıyor. Bu düşüncenin günümüz şartları göz önüne alındığında çok da şaşırtıcı olmadığını söyleyebiliriz. Zira insanlığın hızla bir Cyborg Çağı‘na doğru ilerlediğinin güçlü göstergeleri mevcut. Teknoloji bir yandan yaşamlarımıza yön verirken, bir yandan da bizi yavaş yavaş bir dönüşüme uğratıyor. Bu dönüşümün tam olarak nerede sonlanacağını ya da sonlanıp sonlanmayacağını bilemiyoruz; fakat insanlığın bu dönüşümün bir evresinden sonra artık insan olmaktan çıkıp robotlaşacağını öngörmek zor değil.