“Arzlı insan çamur ve kırmızı tozdu. Athsheli insan ise dal ve köktü…”
Ursula K. Le Guin, Amerikan edebiyatının yetiştirdiği en önemli yazarlardan biri. Gerek bilimkurguya gerekse fantastiğe hâkimiyetiyle geniş bir okur kitlesi edinen yazar, iki türün de hakkını ziyadesiyle veriyor. Yer yer politik ve sosyolojik mesajlarını aktarabilmek için kurgusunu yazınsal bir dekor olarak kullanan Le Guin, çağımızın ötesinden yankılanan berrak ve güçlü çığlığıyla insanlığa seslenmekten geri durmuyor. Anarşist bir perspektifle yazdığı eserlerinde doğa sevgisinden kapitalizm karşıtlığına, feminizm savaşımından toplumsal cinsiyete kadar bir dolu yaşamsal meseleyle karşılaşmak mümkün. Zira o, kurgularını kuramlaştırmayı değil de kuramlarını kurgulaştırmayı seçmiş bilge bir kadın. Kuşkusuz bu önermeyi haklı çıkaran en güzel örneklerden biri de Dünyaya Orman Denir (The Word for World is Forest) isimli yapıtı.
İlk kez 1972 tarihli “Again, Dangerous Visions” antolojisinde yayımlanan çalışma, “En İyi Kısa Roman” dalında Hugo ve Nebula ödüllerine aday gösterildi. Hugo Ödülü’nü kazanmasının sonrasında Berkley Books tarafından bir kısa roman olarak tekrar piyasaya sürüldü. Dil, iletişim, rüya, bilinç, sömürgecilik, militarizm ve ekoloji gibi temaları işleyen eser, aynı zamanda Vietnam Savaşı‘na yönelik eleştirel göndermeleriyle de dikkat çekiyor. Le Guin, Rüyanın Öte Yakası romanında ve “Vaster than Empires and More Slow” hikâyesinde yaptığı gibi, bu eserinde de ormanı bir metafor olarak ele alıyor. Öte yandan, çevre duyarlılığı ve dil ile kültür arasındaki bağlantılara dikkat çekerek hem ekolojik hem de antropolojik okumalar sunuyor. Zaten Le Guin’in pek çok eserinde antropolog babası Alfred Louis Kroeber‘dan etkilendiğini görmek mümkün. Karanlığın Sol Eli ve Rocannon’un Dünyası, bu eserlere örnek olarak gösterilebilir.
“Delirmediği sürece insan insanı öldürür mü? Hiçbir hayvan kendi cinsinden birini öldürür mü?” – Selver
Dünyaya Orman Denir, özünde bir direniş anlatısı aslında. Doğayı sömürme odaklı bakış açısına sağlı sollu salvolar savururken hegemonyaya ve erkek arketipine dayalı medeniyet anlayışına da ciddi yergiler içeriyor. Bu yergilerin odağında ise insan var. Teknolojik açıdan gelişen insanlık, çok geçmeden Dünya‘yı bir beton yığınına dönüştürmüş, doğanın ve ekolojik sistemin dengelerini altüst etmiştir. Ormanların ve hayvan türlerinin yok oluşunu takiben kapsamlı bir kolonizasyon politikası başlar. Kolonileştirilen bu ötegezegenlerden biri de 27 ışık yılı uzaklıktaki Athshe‘dir. Uçsuz bucaksız ormanlara sahip gezegen, Dünya’nın ahşap gereksinimini karşılayabilecek potansiyeldedir. Tabii derhal işlemlere başlanır; dört bir yana ağaç kesme ve işleme tesisleri kurulur. Gezegenin “Yaratıkçık” lakabıyla anılan ufak tefek ve uysal yerlileri ise çoktan köle hâline getirilmiştir bile.
Kendi gezegenlerinde “öteki” konumuna düşen Athsheliler baskının, zulmün ve zorbalığın her çeşidine maruz kalmaktan kurtulamazlar. Hayvanlar gibi topluca ahırlara kapatılırlar, çeşitli ağır işlerde kullanılmak üzere birer köleye dönüştürülürler ve hatta insanların tecavüzüne bile uğrarlar. Oysa ormanın koynunda barış içinde ve kardeşçesine yaşayan Athsheliler’in uysallıkları zayıflıklarından değildir. İnsanlar gezegenlerine ayak basana kadar şiddeti, öldürmeyi, sömürmeyi, hegemonyayı hiç tatmamışlar, bu kavramların anlamlarına bile haiz olmamışlardır. Zaten Athsheliler’in dilinde “Orman” ve “Dünya” eşanlamlı kelimelerdir; ikisi de “Athshe” demektir. Orman onların dünyası, yaşam alanı, varlık merkezi konumundadır. Ormanlarının ve dolayısıyla dünyalarının istila edilmesi karşısında Athsheliler, savaşmayı ve öldürmeyi öğrenmek zorunda kalacaktır. Bu isyanın başrolünde ise Selver isimli bir “yaratıkçık” yer alacaktır.
“Tahiti Kolonisi için ikinci çiftleşgen kadın grubu da gönderilmişti. Hepsi sağlam ve temiz; 212 baş kullanıma hazır insan stoku.”
Dünyaya Orman Denir’de öne çıkan üç karakterle karşılaşıyoruz. Ursula K. Le Guin, mesajlarını bu üç karakterin üzerinden okura sunuyor. İlk karakterimiz Yüzbaşı Don Davidson. İtaatkâr, acımasız, intikamcı bir asker profili sergileyen Davidson, mevcut düzeni körü körüne sürdürmeye çalışan bir tipleme olarak beliriyor. Yerli halka karşı beslediği nefret ve tiksinti, eserin başından sonuna değin varlığını koruyor. Kendisi için “gerçekçi” insan medeniyetinin olağan bir temsilcisi demek mümkün. Diğer dünyalı karakterimiz Raj Lyubov, yerli halkın kültürünü öğrenmeye çalışan bir antropolog. Olaylar patlak verdiğinde, kendisini halklar arasında arabuluculuk yaparken görüyoruz. Selver ile kurduğu dostlukla da iki medeniyet arasında bir köprü görevi üstleniyor.
Selver ise bir yerli ya da insanların tabiriyle çelimsiz bir yaratıkçık. Uzun süre insanların arasında yaşamış, onları gözlemlemiş ve içlerindeki kötülüğe şaşkınlıkla tanıklık etmiş. Eşi öldürülen, halkı zapturapt altına alınan ve dünyası istila edilen Selver, bu haksızlığa ve zalimliğe daha fazla dayanamayarak isyanın fitilini ateşleyen ilk kişi oluyor. Atshe’nin yerli halkı, direnişi başlatan Selver’e “insan öldüren” anlamına gelen Tanrı lakabını veriyor. Selver, üstlendiği bu ağır yükün de etkisiyle daha önce hiçbir Athsheli’nin başvurmadığı bir yolu seçerek gezegeni ve halkı için nefsi müdafaa mücadelesine girişiyor. Öte yandan, sık sık yerli halkın yaşam ve idare biçiminden bahseden Le Guin, bu sayede Dünya ile Athshe uygarlığı arasındaki anlayış farkına da dikkat çekiyor. Örneğin, iki toplumun kadına bakış açısı birbirine tezat nitelikte. Athshe halkı için kadınlar idare edici ve toparlayıcı bir unsurken, dünyalılar içinse birer et parçasından fazlası değil.
“Seni görüyorum…” – Neytiri (Avatar)
James Cameron tarafından yönetilen 2009 tarihli Avatar filminin kitapla belirgin benzerlikler taşıdığını da anımsatmakta yarar var. Hatta bu durum, bir dönem bolca tartışılan konulardan biri hâline gelmişti. Özellikle kaynak arayışı içindeki dünyalıların başka bir gezegeni (Athshe=Pandora) sömürmek istemesi ve yerli halkın bu sömürüye direnmesi, her iki eserde de hemen hemen aynı anlatı çerçevesinde işleniyor. Dahası, her iki eserde de yerlileri başlangıçta uysal ve anlayışlı, sonrasında ise örgütlü bir direniş sergilerken görüyoruz. Don Davidson ile Miles Quaritch, Selver ile Jake Sully ve Raj Lyubov ile de Dr. Grace Augustine karakterlerini aynı denklem içinde ele aldığımızda eserlerin birbirine olan benzerliği daha net şekilde görülebiliyor.
Ayrıca eserlerin işlediği militarizm, ekoloji, orman, kolonileşme, doğayla bütünleşik yaşam biçimi gibi yan temalar da büyük oranda örtüşüyor. Eserlerde göze çarpan en bariz fark ise yerlilerin fiziki özelliklerini ele alış biçimlerinde kendini gösteriyor. Dünyaya Orman Denir’in Athshelileri bir metre boyunda, bodur ve çelimsiz canlılarken Avatar’ın Na’vileri yaklaşık üç metrelik boylarıyla güçlü, dayanıklı ve çevikler. Tüm bu benzerliklerin tesadüf olduğunu iddia eden de var, fazlasıyla “esinlenme” taşıdığını söyleyen de… Sanırız en doğrusu, bunu izleyici ve okuyucuların kendi takdirine bırakmak.
“Kimilerini göz yaşlarına boğan ağaç, kimileri için yalnızca yolu tıkayan yeşil bir engeldir. İnsanın kendi neyse, gördüğü de odur.” – William Blake
Sonuç olarak Dünyaya Orman Denir, merkezine bir ormanı ve o ormanın barışçıl canlılarını oturtarak kurduğumuz uygarlık ve sistem modelini düşünmeye, sorgulamaya davet ediyor. Çünkü Le Guin’e göre ağaca düşman olmak, yaşama düşman olmakla eşdeğerde. Yazar, eseri için şunları söylüyor:
“Yazmak çoğunlukla zor ama keyifli bir iştir benim için; bu öyküyü yazması kolaydı ama pek keyifli değildi. Bana hiç seçenek bırakmadı. Ülserli bir patronun sekreterine mektup yazdırması gibi yazdırdı kendini bana. Ben orman ve düş üzerine yazmak istiyordum; yani belirli bir ekolojiyi içeriden bir bakışla betimlemek, biraz da Hadfield’in ve Dement’in uyku düşlerinin işlevleri ve düşün yararları üzerine görüşleriyle oynamak istiyordum. Ama patron ekolojik dengenin tahrip edilmesinden ve duygusal dengenin reddedilmesinden bahsetmek istiyordu. Oyun oynamak istemiyordu. Ahlak dersi vermek istiyordu. Ahlak dersi veren öyküleri pek sevmem, çoğunlukla iyilik duygusundan yoksun olurlar. Umarım bu öykü öyle değildir. Madem bir kere ahlak dersi vermek zorunda kaldım, şunu söyleyebilirim bir tek. Don Davidson olmak Raj Lyubov olmaktan daha da acı vericidir.”
Yeşilliklerde buluşmak dileğiyle…