Okumanın, bilhassa bilimkurgu eserlerini okumanın birçok tarifi yapılmıştır. Birbirinden değerli, yetkin kalemin görüşleri bambaşka evrenlere ve zaman çizgilerine bakış imkanı sunar. Buradan hareketle, interaktif yazım deneyiminin ortaya çıkardığı ürünün dışında da aslında sürükleyici yönleri olduğu vurgulanmıştır. Bunlardan biri, özellikle de belirtilmesi gerekeni, denizlere dair uçsuz bucaksız düşler içinde geçen hayatımı da özetler bir nebze. Ummana saçılan düşleriyle yazanlar…
Robinson Crusoe‘nun ıssız bir adada kaldığı ve yıllarca izole şekilde yaşadığı hikaye, Daniel Defoe‘nun dehası aracılığıyla hepimizi etkilemiştir. Denize teşne, bir ayağı suyun tuzuna bağlı yaşayan insanlar içinse yaşam tarzlarına dair farklı bir bakış açısı getirmiştir. Adada yaşayan insanlar için yaşam, kendi içinde özgün bir ritmde akan ve devinimlerini denizin dalgalarıyla koşut şekilde yaşadıkları sürekli bir yolculuktur. Kendi içine açılan sandallarla derinlere olta atarlar ve nasipte ne varsa sofraya koyarlar. Tıpkı Sait Faik‘in Burgazada‘da yaşadığı ve yazdığı tüm hikayelerin ilişkisi gibi.
Bilimkurgu edebiyatı ise Binbir Gece Masalları gibi gelir öncelikle insanın kulağına. Bilindiği üzere anlatıların temelinde anlatanın ve dinleyenin ilişkisinin mahiyeti konusu bulunur. Şehrazad‘ın geceler boyu anlattığı hikayeleri dinleyen tüm insanlık nasıl hayretler içinde kaldıysa her seferinde; bilimkurgu yazarlarının bilime yön veren uzam ötesi metinleri de öyle heyecanlandırır işte. Gemisiyle uzayda ya da denizde kalan bir gezginin yaşadığı çaresizliğin, örneklendirilen duruma ne kadar benzediğini ve insan gerçeğine dokunan tüm metinler kadar asli bir işlev yüklendiği sezinleriz böylece. Gerçekliğin bükülebilir olduğunu bildirerek, gerçekliği aktarır okuruna.
Diğer yandan bilimkurgu okuyan kişi, deniz suyu içer gibidir; bir kere o deryanın dalgalarına karışarak sürüklenenin hali perişandır ama kendi içinde mantığı da vardır ilginç bir şekilde. Böbrekler en fazla %2 oranında tuza sahip idrar üretebilir; ama deniz suyunun tuz oranı ise %3 oranında kabul edilir. Bu verilerin neticesinde vücut fazla suyu yok edebilmek için, tıpkı şekerde olduğu gibi hücrelerden su takviye etmek zorunda kalır. Ardından ölüme kadar götürebilen bir süreç başlar. Bilimkurgu eserlerinin okunma süreci de bir bakıma buna benzetilebilir. Okudukça açlığı arttıran ve daha fazla okumaya teşvik eden bir alışkanlık.
İşin bir diğer ilginç yanı ise halüsinasyonların gittikçe artmasıdır. Okundukça, okunur ve gerçeklik ile arasındaki bağın zayıfladığı hisseder kişi. Buna “Yabancılaşma” denir. Fakat öte yandan, deniz suyu yutanın vücudundaki suyun azalması ile beynin ortaya çıkardığı bu görülerle birlikte, zihni daralarak onun yalnızca hayatta kalmasına odaklanır. Oysa okumak, hayatın içindeki aksaklıklara ve çürümeye dair farkındalık kazandırır ve yabancılığın sebebi de aslında budur. İki durumun muhayyilenin gelişmesi bağlamında benzeşmesi ne ilginç değil mi? Zira, bahsi geçen iki süreç de ölüme değin götürüyor insanı. Ama ne olursa olsun, öyle ya da böyle hayatta kalmanın bir yolu olarak her daim alışkanlığı devam ettiriliyor.
Bilimkurgunun halüsinasyonlarının yazınsal olarak diğer bir karşılığı ise, kurgu ile farkını ortaya çıkarır. Hikaye ve romanın tanımı yapılırken genellikle, “gerçekleşmiş ya da gerçekleşmesi mümkün“, ifadesi kullanılır. Oysa, iyi bir bilimkurgu metninin dayanak noktası yukarıda da belirtildiği üzere kendine has bir gerçeklik oluşturacak denli yıkıcı ve aykırı olabilmesindedir. Bilimsel argümanları alır ve oradan yeni evrenler yaratır. Tıpkı Ursula‘nın cinsiyetsiz insanlar yaratması ya da Isaac Asimov‘un henüz robotlarla ilgili çalışmalar başlangıçtayken onlarla ilgili yasalar tasarlaması gibi.
Kendi gerçekliğini yaratma sürecinin de ayrıca iki yönü vardır. Gerçeklik çok boyutlu hale geldiği günden bu yana, kurgusal metinlerin mantığı da değişmeye başlamıştır. Bu bağlamda türe ürün veren yazarlar, halihazırda ana akım edebiyatın dışında kaldığı bir rolü de üstlenirler. Kendi gerçeklerini fark ettirmeden diğerlerine kabul ettirirler ve manipülatif hale gelirler. Bilinçli ya da değil; makinelerin dünyayı ele geçireceği ya da yapay zekanın cozutacağı bir evren tasviri, aya gidilecek Jules Verne kadar etkilidir insanlığın kaderini şekillendirme hususunda. Ki, bu inanılmaz bir güçtür üzerine yeterince ve dikkatlice düşünülürse…