20. yüzyılın en büyük bilimkurgu yazarlarından Isaac Asimov, günümüzdeki adıyla “zincirleme göç” hareketinin bir parçası olarak ailesi ile birlikte Amerika’ya yerleşti. 1920’de Sovyetler Birliği’nde doğan yazar, Dolu Dolu Yaşadım (It’s Been A Good Life) adlı otobiyografisinde ailesinin nasıl Amerika’ya göç etmeye karar verdiğini şu sözlerle belirtmişti:
“1922’de kız kardeşim Marcia doğduktan sonra babam Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmeye karar verdi. Annemin New York’ta yaşayan üvey kardeşi, Amerika’da zorluk yaşamayacağımızı garanti ediyordu.”
Babası, Bolşevik Devriminden sonra Amerika’da yaşamanın çocukları için daha iyi olacağına inanıyordu.
“Babam ABD’ye çocukları için daha iyi bir yaşam ümidiyle geldi ve bunu kesinlikle başardı. Bir oğlu başarılı bir yazar, diğer oğlu başarılı bir gazeteci ve kızının mutlu bir evliliği oldu. Ancak kendisi bunun için büyük bedeller ödedi.”
Rusya’da oldukça zengin ve ticaretle uğraşan bir aileden gelen babası, Amerika Birleşik Devletleri’nde kendisini parasız bulmuştu. İngilizce bilmiyordu. Bulabildiği bütün işlerde çalışmış ve üç yıl içinde küçük bir şeker dükkanı açabilmesi için gereken peşinat parasını ucu ucuna denkleştirebilmişti. Bu sayede Asimov ailesinin geleceği de güvence altına alınmıştı.
Stephen King’in The Body öyküsünden uyarlanan Stand By Me (Benimle Kal) filmindeki kahraman gibi, 12 yaşındaki Isaac Asimov da öyküler yazıp arkadaşlarına anlatmaya başladı.
“Hikayeler uydurmaya devam ettim. Yazmadığım bir kitabı okumak gibi bir şeydi. Karakterlere ne olacaktı? Heyecan, bu ilk yıllarda yazmamı sağlayan tek şeydi. Yazdığım herhangi bir şeyin yayımlanabileceği fikri en çılgın hayallerimde bile barınmıyordu.”
18 yaşındaki Isaac, Astounding Science Fiction dergisini okuduktan sonra ilk ciddi hikayesini yazmıştı. İşte bu, göçmen bir babanın çabalarının meyve verdiği andı. Çünkü babası, devrimden sonra Sovyet bürokratlarına karşı durmuştu, fakat Amerikan yayıncılığında işlerin nasıl yürüdüğünü bilmiyordu. Acemi bir yazar olan Asimov’u metroya binip hikayesini şahsen derginin ünlü editörü John Campbell‘a sunmaya ikna etmişti. Campbell iletişime açık biriydi ve genç yazarla konuşmakta sakınca görmemişti. Hatta Asimov’un ismini dergiye yazdığı mektuplarından hatırlamıştı. Asimov ileride o günü şöyle anlatacaktı:
“Yıllar sonra Campbell’e neden benimle bu kadar ilgilendiğini sorduğumda verdiği cevap şuydu: Senin içinde bir şeyler görmüştüm. İstekliydin, dinliyordun ve ne kadar reddedersem edeyim işin peşini bırakmayacağını fark etmiştim. Kendini geliştirmek için çok çalışmaya istekli olduğun sürece arkanda durmaya hazırdım.”
Asimov’un erken kariyer başarısızlıkları tüm yazarlara cesaret verebilecek türdendi. İlk altı hikayesi reddedildikten sonra bile yazmaya devam eden Asimov, ilk hikayesini yaklaşık dört ay sonra satabilmişti. Sonrasında ise Astounding Science Fiction’ın yazar kadrosuna katılmasını sağlayan hikayesi ile birlikte, iki öyküsünü daha satmayı başarmıştı. Derken Asimov üniversite çağına geldi. Ne var ki Yahudilerin okula kabulünü sınırlayan o meşhur “Yahudi Kotası”na rağmen Kolombiya Üniversitesi’nden lisans ve yüksek lisans dereceleri kazandı. Aynı üniversitede kimya dalında doktorasını yaparken bir yandan da yazmaya devam etti. 1942’den 1945’e kadar Philadelphia’daki Donanma Hava Deney İstasyonu’nda çalıştı. 1950’de Boston Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde profesörlük unvanına sahip oldu.
Şaşırtıcı bir şekilde, 1950 tarihli ilk romanı Gökteki Çakıl Taşı (Pebble in the Sky) yayımlandığında 30 yaşındaydı. Ancak takvimler 1969 yılını gösterirken 100’üncü kitabını yayımlıyor olacaktı. Yazarlık kariyerinin sonunda 500’den fazla kitapla anılır oldu, bu kitapların çoğu roman, kurgu dışı eserler ve kısa öykü koleksiyonlarından oluşuyordu. Geriye kalanlar ise düzenlediği çok yazarlı antolojilerdi. Yazar, 1977’de Asimov’s Science Fiction Magazine‘yi kurdu. Çünkü New York’lu genç bir yazarken kendisine verilen şansın aynısını yeni yazarlara vermek istiyordu. 16 yaşında bir bilimkurgu fuarında Isaac Asimov’la tanışan ve 10 yıl sonra meslektaş olacaklarını aklının ucundan bile geçirmeyen Sheila Williams, kendisiyle yapılan bir röportajda Asimov için şunları söylüyordu:
“Zekiydi, ama aynı zamanda çok eğlenceli, saygılı ve tatlı bir insandı. Haftada bir kez ofise gelir, baş yazıyı yazar ve personeli eğlendirirdi. Kurduğu derginin ayakta kalacağına inanıyordu. Ölümünün üzerinden 25 yıl geçmesine rağmen dergisi hala yayında ve anıtlaşmış durumda. Bence o 20. yüzyıldan kalma bir Rönesans adamıydı. Shakespeare, İncil, Amerikan tarihi, dünya tarihi, matematik, kimya ve astronomi üzerine birçok popüler bilim eseri kaleme aldı. Normal bir insanın, bu konulardan sadece biri hakkında bile kitap yazabilmesi için ömrünü çürütmesi gerekebilir. Ayrıca belirtmek isterim ki, Isaac Asimov’un Shakespeare ile ilgili kitabının bugün hala New York, Connecticut ve daha birçok yerde sahne oyunları için kullanıldığını söyleyen bir sürü oyuncu ile tanıştım.”
Asimov, bilimkurgu literatüründe belki de en çok Üç Robot Yasası ile anıldı:
- Bir robot, bir insana zarar veremez ya da zarar görmesine seyirci kalamaz.
- Bir robot, birinci kuralla çelişmediği sürece bir insanın emirlerine uymak zorundadır.
- Bir robot, birinci ve ikinci kuralla çelişmediği sürece kendi varlığını korumakla mükelleftir.”
İnsanlık ve robotlar arasındaki etkileşimi en ince ayrıntısına kadar anlatan birçok roman ve kısa öykü üretti. Yapay zekanın yükselişiyle beraber, yeniden ilgi görmeye başlayan onlarca eser verdi. Asimov’un yapay zeka temalı en ünlü eserlerinden biri olan ve 1950’de yayımlanan kısa öykü koleksiyonu Ben, Robot (I, Robot), başrolünde Will Smith’in oynadığı aynı isimli film sayesinde günümüz izleyicileri tarafından da büyük ilgi gördü. Yazarın Science Fiction Magazine: 30th Anniversary Anthology’de yer alan Robot Dreams (Robot Rüyaları, Yüzyılın En İyi Bilimkurgu Öyküleri derlemesinde yer almaktadır) adlı kısa öyküsü, şimdiye kadar yazılmış en ürkütücü bilimkurgu eserlerinden biridir. Yine Asimov, yedi kitaplık Vakıf Serisi ile okuyucularına sosyoloji ve matematiğin bir kombinasyonunu kullanarak geleceği tahmin etme çabası olan psikotarih kavramını tanıtmıştı. Ayrıca 1966 yılında çekilen Fantastic Voyage filminin senaryosunu da romanlaştırmıştı. Kitap ülkemizde Kan Damarlarında Yolculuk adıyla yayımlandı.
Asimov, ilk evliliğini 1942’de Gertrude Blugerman ile yaptı. Bu evliliğinden David ve Robin adlı iki çocuğu dünyaya geldi. Gertrude Blugerman ile boşandıktan sonra, ölümüne kadar evli kaldığı Janet Jeppson ile evlendi. Birlikte gençlere yönelik Norby serisini yazdılar. 1992 yılında Asimov, bir ameliyat sırasında kendisine verilen HIV virüslü kan nedeniyle yaşama veda etti. Eşi Janet Asimov, 2019’daki ölümüne dek kocasının edebi mirasına sahip çıktı. Isaac Asimov, bugün bilimkurgunun en önemli yazarları arasında anılmayı sürdürüyor. The Science Fiction and Fantasy Writers of America tarafından “Büyük Usta” unvanına layık görülmesinin yanı sıra, birçok başka onur ödülünün de sahibi. Hayatının sonlarına doğru alçak gönüllükle şunları yazmıştır:
“Ben okuyucuma birçok tarzda, birçok seviyede ulaşmak istiyorum. Ve bu uğraşta aşkı, işi ve bilgiyi buluyorum. Benim için asıl öğretici olan şey daima okurlarımın kendisiydi.”
1924’te çıkan “Göç Reformu” ile Yahudi, Doğu Avrupa ve İtalyan kökenlileri Amerika’dan uzak tutmak için ulusal kotalar oluşturuldu. 1910-1919 yılları arasında ABD’ye göç eden Rus sayısı 1,1 milyonken, 1930 – 1939 arasında bu sayı, % 99’luk bir düşüşle sadece 2.463 oldu. Eğer göçlerini iki yıl ertelemiş olsaydı, Asimov ailesi de bu kota kısıtlamasına takılacak ve belki de Isaac Asimov diye bir yazar hiç olmayacaktı. 1920’lerde bazı Kongre üyeleri, göçmenlerin zekalarının yetersiz olduğunu savundu. Ancak geçmişe bakıldığında, Isaac Asimov’un yasaya destek veren kongre üyelerinden çok daha zeki olduğu yadsınamaz bir gerçek. Asimov, eğer ailesi Amerika’ya göç etmemiş olsaydı II. Dünya Savaşı sırasında bir Sovyet askeri olarak öleceğini varsayıyordu. Sosyalist gerçekçilik günlerinde edebiyatın devlet ve parti çıkarlarına hizmet etmesi amaçlanmaktaydı. Dolayısıyla Sovyet otoritesinin, Isaac Asimov’un Amerika’da yayımlanmış bilimkurgu öykülerine izin verip vermeyeceği bile kesin değildi.
Sheila Williams, Asimov’u şöyle betimliyor:
“Tam bir Amerikalıydı ve ülkemizin özgürlüklerini takdir ediyordu. Ezilenlere, küçük işletme sahiplerine karşı çok sempati duyuyordu ve Amerika’nın harika bir yer olduğunu düşünüyordu; çünkü farklı geçmişlere sahip insanların ulusa katkıda bulunmasına izin veriliyordu.”
The End of Eternity (Sonsuzluğun Sonu) ve The Stars, Like Dust (Toz Gibi Yıldızlar) gibi eserlerinde Asimov, insan hakları ve ABD Anayasası ile Haklar Bildirgesi’nde yer alan özgürlük kavramı üzerine sıkıca yöneldi. Bu kavramları önemseyen bir ülkeye göç etmesinden dolayı, milyonlarca göçmen gibi o da bu değerleri sıkı sıkıya sahiplenerek yaşamını sürdürdü…
Hazırlayan: Pınar Duman | Kaynak