Edepsiz Edebiyat Var mıdır?

“Sanat yalnızca ‘nasıl’ı ve ‘ne’yi gösterdiğinde, ister iyimser isterse de umutsuz olsun, sıradan bir eğlencedir. ‘Neden’ diye sorduğunda ise, yalnızca duygusal tepki olmaktan çıkıp gerçek bir söz söylemeye, aklı başında, etik bir seçime doğru yükselir. Edilgen bir yansıma olmaktan çıkar ve bir fiil olur. İşte o zaman da hükümet ve piyasa sansürcüleri sanattan korkmaya başlarlar.”
Ursula K. Le Guin, Kadınlar Rüyalar Ejderhalar, Sayfa 126.

Edebiyat nedir? Bu soruya verilen birçok cevap bulunmaktadır. Kimileri siyasi ve dini öğretilerin aktarılma aracı olarak görürken, kimileri de yalnızca bir aynaya benzetir; ancak aynanın ucuz bir kopyacılık benzetmesi olduğuna değinerek, aslolanın aynayı aşarak gerçekliğin özüne dokunmak olduğu vurgusu önemlidir. Burada dikkat çeken nokta, edebiyatı tanımlarken hayatla kurulan bağa ve bunun tezahürüne değinilmesidir: Sanat doğayı taklit etmekten mi ibarettir, yoksa sanatçının ona kendinden bir şeyler katması da beklenir mi? Sanat, sanatçının arınma ritüelinin ortaya çıkardığı bir sonuçtur; bakar, görür ve ortaya bir ürün çıkarır. John Berger’ın Görme Biçimleri’nde değindiği gibi nazarın sayısız veçhesi bulunmaktadır. Bu veçheler perspektif katarak estetik algıyı zenginleştirir. Edebiyat da bu bağlamda önemli bir işleve sahiptir. Sanatçının gerçeğe tanıklığının bir izdüşümüdür. Haliyle bu da akıllara başka bir soruyu getirir: Sanatçının eseriyle arasında kurulan bağ, sanatının içeriğini ne denli etkiler ya da etkilemelidir? Gelin, birlikte bulalım.

Sanatçının düşünceleri ve duygularının eser üzerindeki tesirini göz ardı etmek pek akıllıca olmaz. Zira “eser kişinin; kişi dönemin damgasını taşır.” (Şerif Aktaş, Etik ve Edebi Metin İlişkisi Üzerine) En basiti, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Paris’te yaşayan bir yazarın eserlerinde yalnızca yıkılan binaları ve yoksul halkı görmeyiz; tanıklık ettiği manzaradan ötürü acı çeken yazarın içsel haykırışları da eserde kendine yer bulur. Dönemin söyleminden hem etkilenir hem de onu kendi tesiriyle yapılandırır. Bunun en bariz örneğiyse Albert Camus’dür şüphesiz. Yabancı romanındaki Mersault karakteri, bütün değerlerini yitirmiş, tutunacak dalı kalmamış ve nihilizme savrulmuştur. Bu hal dönemin bir yansımasıdır aslında. Pek çok insan savaşın olumsuz etkisiyle aynı umutsuzluğa kapılmıştır. Dolayısıyla salt gerçekliğin yansıtıldığı yapıtların mümkün olmadığını anlamış oluruz; çünkü yazın denilen uğraşının gayesi sadece gerçeği aktarmak değildir, ona dair sahip olunan fikir ve duygular üzerine akıl yürütme çabasında bulunmaktır. Varlığı yorumlamak ve ona anlam atfetmeye çalışmaktır.

kitaplar

Yazarak düşünmek tabiri tam olarak bu noktada önümüze çıkmaktadır. Yazdıkça zihinde kapılar açılır ve açılan kapılardan girilerek okurla birlikte yenileri keşfe çıkılır. Bu keşiflerin neticesi bireyin edimi ve davranışlarını belirleme hususunda çeşitli tasavvurlar edinmesini sağlar. Etik ile ilgili yaklaşım da bu bağlamda şekillenir. Bir eserin vücut bulma süreci çeşitli merhalelerden sonra gerçekleşir. Meydana gelen bu eserin sahibi de haliyle yazarın kendisidir ve onunla ilgili tüm tasarruf muharririne bırakılmalıdır. Zira özgürlük yaratım için en önemli şarttır, özgür kalem çağını okur ve yapıtına aktarır. Etiğin kapsamını eserin bu rolü biçimlendirmeli. Aksi taktirde sadece kısır bir döngü oluşur ve Sovyet Gerçekçiliği ya da benzeri kültürel hegemonyanın olumsuz tesirini tekrar eder. Yazar yazması gerekenleri değil de yazılması istenileni kaleme alır, böylece temcit pilavı misali aynı meselelerle boğuşur dururuz.

“Edebiyat” kelimesi “edeb”den gelir. Buradan yola çıkılarak birçok eser dışlanır, yok sayılır. Halbuki, kelimelerin etimolojik kökenleri ve sözlük anlamları değişen zamana karşı nasıl aynı kalabilir? Bizde Tanzimat öncesi dönemde kullanılan tabirle sonrasında kullanılan farklıdır; kelimenin karşılığı farklılaşmıştır. Ayrıca edeb dediğimiz şey kültürün bir parçası, edebiyat ise bunun edipler aracılığıyla oluşan yansıması ise; aklımızda belirecek tek bir ölçüt olması nasıl mümkün olabilir? Nihayetinde kültürün belirli unsurları haricinde devamlı çağın dinamiklerine bağlı olarak değiştiği aşikar. Edeb kavramını da kültürün tabii unsuru olarak ele alıp uyma sorumluluğunu yalnızca yazar ve ediplere yüklemek de pek makul değil doğrusu. Toplumu bağlayan müşterek kabullerden oluşuyorsa etik, hepimizi ilgilendirmesi gerekmez mi? O halde yazarın eylemiyle bizim eylemimizi ayıran nedir?

yazar

Rönesans-Aydınlanma sürecinde ortaya çıkan egoizm, bireyin anlam arayışının bir izdüşümünü sunar. Buradan filizlenen hümanist bakış açısı ise kişinin nasıl daha iyi olabileceği hususuna odaklanarak toplumsal mutabakat kurmaya çalışır. Bahsi geçen mutabakat tıpkı Rousseau’da olduğu gibi bizleri hem örnek birey hem de topluma faydalı yurttaş kılmayı amaçlar. Bu bağlamda “egoizmin topluma yararlı olan şekline ‘iyi, zararlı olan şekline de ‘kötü’ denir.”(Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, syf. 327) Öte yandan Kant’a göre etik “doğru eylemi, en yüksek iyiyi, toplumsal çıkarı” arar ama en yüksek iyinin müşterek bir tanımı yoktur. Ahlaki ölçütler devamlı değişir ve çağın söylemine göre belirlenir. Dolayısıyla bu doğrultuda belirlenecek kurallardan bahsetmen pek mümkün değildir.

Örneğin; Roma İmparatorluğu döneminde yaygın kabul biseksüelliğin normal olduğu yönündeydi, hatta heteroseksüel kişiler garipsenirdi; bugünse bunun tam tersini görmekteyiz, ki gelecekte yine benzeri ya da başka yönde bir değişiklik ortaya çıkacağını söylemek gayet olası. Bu durumda kelimenin tanımı sabit görünse de toplumsal düzeyde alternatif yaklaşımlar edinmemiz gereğini ortaya çıkarmaz mı? İngiliz edebiyat eleştirmeni Terry Eagleton da aynısını düşünmüş olacak ki şu yorumda bulunmuş: “Sağlam ve değişmez değerleri olan ve birtakım ortak özellikleri paylaşan eserler anlamında bir edebiyat tanımı olamaz.”(Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı, Çev. Tuncay Birkan, Ayrıntı Yayınları, 2014, İstanbul.) O halde eserleri etik değerlerle yargılamaktansa farklı bir açılım getirmek şart.

Edebiyat özelinde sanat, gerçeğin sanatçının zihninden süzgeç misali yeniden geçmesiyle ortaya çıkmaktadır. Olayları ve manzaraları imgeler haline getiren yazarın interaktif zihnidir; kelimeleri okuruna resim olarak sunar ve zihninde ortak bir muhayyile inşa ederken aynı zamanda edeb denilerek önümüze koyulan sınırlamaların anlamı olmadığını gösterir. Çünkü, kabul etmesek de hayatın böyle ideal tanımları yoktur. Hayat olması gerekene bakmaz; yaşarsın ve görürsün. Dışarıda devasa bir insan kalabalığı devamlı olarak hareket eder, düşünür, karar verir ve uygular. Sanatın varoluşa dair yaklaşımları da bu akışla ilgilidir; ideal tanımı olmadığı gibi ideal olanı ele aldığı iddiası da pek gerçekçi değildir. Sanatçının gayesi yalnızca pencere açmaktır; okura nereye bakacağını işaret eden veya nereye bakacağı başkaları tarafından önceden belirlenen sanat niteliğini yitirir. Bütün bunların belirli bir ezbere dayandığı, küçük yaşlardan itibaren anlatılan metinlerin etkisiyle bireyin şekillendirilebileceği, devamlı empoze edilen ahlaki öğretilerle toplumun kontrol altına alınabileceği düşünülse de, zaten toplumun dinamikleri devamlı değişmektedir. Edebiyatın işlevi bu rüzgara göre taraf almak değil, dinamikler doğrultusunda toplumun bir check-up’ını yapmaktır.

Nitekim, Nabokov’un Lolita’sı buna iyi bir örnektir. Yazar, belki de en uç noktaya kadar giderek pedofiliyi işler. Fakat burada mesele pedofilinin işlenmesi değil, yazarın metni oluştururken konumlandığı yerdir. Romanda ellili yaşlarında dul bir adamın ağır ağır pedofiliye geçişini anlatır; ilk bakışta rahatsız edici, mide bulandırıcıdır bu evet; hatta pedofiliyi savunmak bile bir suçtur bana kalırsa. Tıpkı yazarın da yıllar boyu benzeri düşünceleri belirttiği gibi. Yine de suçlanması ve itham edilmesi tuhaftır. Zira, hayatın içinde şahit olduğumuz olayların, edebiyatın konusu haline gelmesi az evvel de değindiğimiz üzere oldukça normaldir. Hakeza, küçük bir çocuğun yaşadıklarına öylesine etkili bir biçimde tanık oluruz ki; yazar bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde göz ardı ettiğimiz gerçeklere işaret eder ve kendimizi kandırdığımızı hatırlatır. Görmediğimiz şeyler yaşanmıyor değiller; onlara bakmalı, görmeli ve üzerine düşünmeliyiz. Konuşulmayan yanlışlar bir gün öyle bir noktaya gelir ki, doğrunun esvabına bürünüp hakikatin yerini dahi alabilirler. Aslolan bu konuda ne yaptığımızdır. Haliyle sanatçı ahlaktan münezzeh olmasa da, ozan kisvesiyle öncülüğe bürünmekte; genel geçer yaklaşımlar da kalıcılığın karşısında hükmünü yitirmektedir.

Tolstoy, edebiyatın ahlâk anlayışını gelecek nesillere aktarma ve anlatma işlevi olduğunu söyler. Halbuki onun görüşleri de bugün ahlaksızlık olarak rahatlıkla itham edilebilmekte. O halde ölçüt nedir? Dostoyevski’nin ünlü karakteri Raskolnikov, suç ve ceza kavramı üzerine düşünürken dahilerin de sıradan insanlar gibi yargılanmalarının yanlış olduğu savını ele alıyordu. Napolyon’un sahiden de sıradan eylemlerle hüküm giymesi normal miydi? Ya da Shakespeare, Bacon, Balzac, Tolstoy ve hatta Bukowski’nin erdemle ilgili görüşleri bizlere ne ifade etmelidir? Bu insanların yazdıklarına tutarsız ve umarsız bir biçimde yaklaşılması halinde ortaya çıkabilecekleri düşünebiliyor musunuz? Etik denilen zeminin üstünde devamlı geçişler yaşanması istenen yapıtlar, nasıl çağının sesi olabilir? Geçici yargıların ekseninde hareket eden hangi akıl bunca çelişkiyi dile getirebilir? Sanatçıyı idealize hale getirilmiş ve hatta ıslah edilmiş bir eğlenti figürü kılmakla mı yüce edebiyat vuku bulacak?

Hölderlin, deliliği yüzünde yaklaşık kırk yıl bir kulede tecrit halde yaşamıştır. Ancak dehası öylesine muazzamdır ki zamanla hayranları oluşmuş ve deliliğin sınırlarında dolaşan bu gezgine hürmet göstermişlerdir. “Hölderlin’e göre şair, Tanrı’nın yıldırımlarını söze dönüştüren, bunu kendi ulusuna aktarandır.”(Kaan H. Ökten, Hölderlin ve Heidegger’de yasın ontopoetikası, t24.) Şiir ise gerçeği söyleme işidir. Burada elçiye zeval olmaz misalinden çok daha fazlası var kuşkusuz. Varoluşun boşluklarını kavrayan, varlığın soruları sorma cüreti gösteren ve tabiri caizse dile dildarlık edendir şair. Yine Heidegger, ilk olarak Karl Jaspers’in ortaya attığı “dasein” kavramıyla “dünya ile yeryüzünün karşı karşıyalığını bir çatışma olarak” açıklar. “Ona göre sanat eseri dünya ile yeryüzü arasındaki çatışmadan doğar. Ve sonrasında varoluş felsefesinin doğal bir uzantısı olarak sanatlar arasında edebiyata özel bir anlam (şairlere kadar uzanan) yükler.”(Mahalle Mektebi Dergisi, 21. Sayı (Ocak-Şubat), Konya, 2015, ss. 139-144). Yani şairin ya da genel itibariyle sanatçının eylemi bireyin varoluşunu anlamlandırmaktır. Rolünün önemi gereği eylemi belirli özgürlükler kazanacaktır. Ancak dikkat edilmesi gereken husus, eserini üretirken kendi varlığı ile tinsel arayışı sırasında bir geçişler silsilesi yaşamasıdır; bu da demektir ki sanatsal yaratım süreci kişisel arayışın toplumsal veçhesidir. Yazar Fransa Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle’ün “Voltaire Fransa’dır, tutuklanamaz,” demesi bahsi geçen duruma en bariz örnektir. Etik tartışmalar, hem bilimin hem de sanatın ele aldığı yönlere göre yorumlanmaya açık durumdadır. O halde belirleyici unsur nedir?

bilimkurgu kulubu tefrika

Ursula’ya dönersek, sanatın edilgen bir yansımadan çıkması ve etiğin prangalarından kurtulması için ihtiyaç duyulan anahtar, sanatçının ödevi veya diğer bir deyişle entelektüelin sorumluluğu meselesinde özgür bırakılmasıdır. Yine Hölderlin, şairin kendinden geçerek tanrıya hizmet etmesinden bahseder. İlhamı bir haber ulaştırma gayesinin neticesinde ortaya çıkar. O bir vesiledir ve görevini icradan fazlasını yapmaz. Bu yaklaşım, teolojik açıdan herkes için cazip olmasa da sanatçının sanatıyla olan ilişkisine dair değerli bir mesaj içermektedir. Bülbülü öldürmek çağın sesini kısmaktır ve çağın sesini kesen gerçeği sadece ötelemekte, nihayetindeyse acı sonuçlarla yüzleşmeye mahkum olmaktadır. Sanatın etik problemi budur. Her çağın meramını, yine kendi çağdaşları dile getirir. Edebiyatın özgürlük ve hak arayışı için taşıdığı anlam bu bakımdan önemlidir. Angaje hale getirmeden, bir düşüncenin, ideolojinin taşıyıcısı kılmadan üretilen eserlerin iyi okunması, doğru değerlendirilmesi gerekir. Sanatçının bir görevi ya da ödevi varsa, bunları işaret etmek ve anlatıcılık maharetiyle onlara ses olmaktır. Fakat günün sonunda eylemin sorumluluğu bile yine müellifin kendisine bırakılmalıdır: Özgürlük olmazsa, sanat olmaz.

Şayet yürüdüğümüz yollarda temizlenmiş taşlar varsa, bizden öncekilerin emeğidir. Nietzsche’nin dediği gibi, olgular değil yorumlar vardır ve her yorum kendine özgü yapıdadır. Haliyle sanatın çeşitliliğini sağlamak, yaşamı zengin kılmak için fikir özgür bırakılmalıdır. Bizden örnekler verelim. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı değil miydi Türk Edebiyatını başka yönlere bakmaya ikna eden? Kemal Tahir değil miydi tarihin bir bütün olduğunu anlamamızı sağlayan? Atsız, Türkçü diye köşeye atmak bir hüner değil, sözlerinde elbet kişiye yol gösterecek bir anlam yatmaktadır. Necip Fazıl kumarbaz diye yok saymak mümkün ama Dostoyevski’nin oynadığı kumar nasıl ki Rus Edebiyatını değiştirdiyse, Necip Fazıl da şiirleri ve nesirleriyle edebiyata değer katmadı mı? Keza Gülhane Parkı bir Fransız’ın ya da Japon’un dilindeyse bu Nazım’ın başarısı değil midir? Nef’i’nin hicivleri, Hayyam’ın rubaileri, Kaygusuz Abdal’un şathiyeleri olmasa, şiir böylesine renkli bir hale gelebilir miydi? Ezcümle, sanatçının kişisel yaşamı, sanatının hiçe sayılmasına sebep olmamalı.

kitap

Anlatıcılık kadim bir gelenektir, tarih boyunca anlatarak ilerledik ve yolumuzu böyle bulduk. Eğer konuşanı susturursak, yalnızca önyargılardan mürekkep duvarlar inşa eder ve fikrin her türlüsünü isyana iteriz; göze göz diyerek intikam hırsıyla saldırırsak da neticede herkes kör kalır ve böylesi bir körlük benliğimizi nakıs kılar. Susmaktansa bilakis söyleyerek hakikati aşikar etmeliyiz. Zira söylenmeyenin asıl değeri söylenince ortaya çıkar, kendini ifade edince yerini bulur. Aydının ateşten gömleği de bundan ötürü bin bir acıya teşnedir; o söyleyerek suçu üstlenir ama ödülünü ardındakiler alır. Yani etik, yazarın üstlendiği görevi gerçekleştirmeye yönelik eylemleridir.(Şerif Aktaş, a.g.e.) Şu halde bülbülü öldürmektense şakımasına izin vermek boynumuzun borcu değil midir?

Yazar: Emre Bozkuş

ben bir şarkıyım/atlas denizlerinden geldim/önümde dalgalar vardı/arkamda dalgalar/dalgalar bitince/ben de biterim

İlginizi Çekebilir

La belle verte

Bir Ağaç Gibi Köküne Dönmek: La belle verte

“Toplum böylesine parçalanmaktansa yeniden bir araya gelmeli. Sadece doğaya bak, hayatın ne kadar basit olduğunu …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin