“Nefes almamla aynı şey yüzünden yazıyorum, yazmasaydım ölürdüm.”
Rus asıllı Amerikalı yazar Isaac Asimov, hümanist kişiliği ve bilimkurguya yaptığı katkılarıyla ülkemizde bilimkurgu dendiğinde akla gelen ilk yazarlar arasındadır. 500’den fazla kitap ve yaklaşık 90.000 mektup yazarak tüm zamanların en üretken yazarlarından biri olmayı başarmıştır. Robert A. Heinlein ve Arthur C. Clarke ile birlikte bilimkurgunun üç büyük ustasından biri olarak anılan Asimov, aldığı tüm bu övgüleri yazdığı birçok öyküsü ve romanıyla karşılıksız bırakmamıştır. Vakıf Serisi, Robot Serisi ve Galâktik İmparatorluk Serisi’nin yanında, Amerikan bilimkurgu yazarları tarafından tüm zamanların en iyi kısa bilimkurgu öyküsü seçilen “Nightfall” ile okurlarına eşsiz bir okuma ziyafeti sunmuştur.
Peki, tüm bu şöhret ve üretkenliğin kaynağı neydi? Sayısız kitap ve öykünün oluşturduğu bir zirvede adeta ölümsüzleşen Asimov, kendisinden bu denli bahsedileceğini hiç düşünmüş müydü? Ya biz okur kitlesi; doya doya okuduğumuz ve kendisinden övgüyle bahsettiğimiz Isaac Asimov’un yazarlık kariyerinin arka planını hiç merak ettik mi? Asimov, birbirinden farklı alanlarda yazmış olmasına rağmen daha çok bilimkurgu romanlarıyla ve popüler bilim kitaplarıyla tanınan bir yazar. Bu yazı dizisinde Asimov’un çocukluk yıllarını, yazarlığa adım atışını, eserleri ve yaşamı hakkında bilinmeyenleri yine kendi kaleminden derlemeye çalıştık. Derlediğimiz anıların geneli, Hit Kitap tarafından basılan ve ne yazık ki günümüzde bulunması zor olan “Dolu Dolu Yaşadım” ile İnkılap’ın 1992 tarihli “Bilinmeyen Tehlike” kitaplarından alınmıştır.
“Tanrıya İnanıyor musunuz, Bay Asimov?”
Elbette insanların dini inancı ve dine olan bakış açısı, hayatının gidişatında da önemli rol oynayan bir etkendir. Asimov’un dine olan bakış açısını hedef alan ve onu zor durumda bırakan o meşhur soruyla ve kendisinin verdiği ilginç cevapla başlayalım.
Frost, tamamen hazırlıksız bir anımda pat diye, ‘’Dr. Asimov Tanrı’ya inanıyor musunuz?’’ diye soruverdi.
Bir anlığına nefesimin kesildiğini hissettim. Seyirci karşısında beni çok zor durumda bırakmıştı. Milyonlarca kişi izlerken gerçeği söylemek, yani ‘’Hayır’’ demek, hiç gereksiz bir yığın tartışmaya yol açacaktı. Öte yandan yalan da söyleyemezdim. Durumu toparlamak için biraz zaman kazanmaya çalıştım.
O, ‘’Dr. Asimov Tanrı’ya inanıyor musunuz?’’ diye tekrar sordu.
Ben de, ‘’Kimin Tanrı’sından söz ediyoruz?’’ diye cevap verdim.
Bunun üzerine biraz da sabırsızlanarak, ‘’Yapmayın Dr. Asimov, kiminkinden bahsettiğimizi iyi biliyorsunuz. Batı dünyasının, Yahudi-Hristiyan geleneğinin Tanrı’sına inanıyor musunuz?’’ dedi.
‘’Bu konu üzerine fazla eğilmedim’’ diyerek biraz daha zaman kazanmaya çalıştım.
Bunun üzerine Frost, ‘’İşte buna inanmam Dr. Asimov’’ dedi. Ardından da beni iyice köşeye sıkıştıracak şu sözleri söyledi, ‘’Elbette sizin gibi son derece aydın, bilgili ve ilgi alanları geniş bir âlim şimdiye kadar Tanrı’yı da bulmaya çalışmış olmalı?’’
Evreka! İşte buydu! Köşeye sıkıştırmak isterken kendi eliyle bana kaçış yolu açmıştı. Keyifle gülümseyerek, ‘’Nasıl olsa Tanrı benden çok daha zeki, bırakalım da o beni bulsun’’ dedim.
Seyirci gülmekten kırılıp Frost da konuyu değiştirince ben de rahatlamış oldum.”
Isaac Asimov, David Frost Şov’da yaşadığı bu hadiseden bir hafta sonra başına gelen olayı tam bir bozgun olarak niteleyerek şöyle anlatmıştır:
Bundan bir hafta sonra bir grup insanla birlikteydim ve içlerinden biri bana, ‘’Seni David Frost Şov’da gördüm’’ dedi.
Gruptaki on dokuzluk bir genç de bunun üzerine kalkıp espri olsun diye, ‘’Orada ne yapıyordunuz ki Dr. Asimov, arada reklamları mı okuyordunuz?’’ diyerek münasebetsizlik etti.
Bu genç horozun haddini bildirmek için öyle bir şey söylemeliydim ki cevap bile verememeliydi. Kendimden gayet emin ve kibirli bir tavırla cevabı yapıştırdım, ‘’Yo, hiç de değil! İnsanlara sevişme tekniklerini gösteriyordum’’
Tatlı tatlı gülerek, ‘’Hım, öyle mi?’’ dedi ve devam etti, ‘’Hatırlayabildiniz demek?’’
Tam bir bozguna uğradım.
Daktilo ve Cennet
“Ölümden sonra yaşama inanmıyorum, bu yüzden ömrümü cehennemden ya da daha kötüsü cennetten korkarak geçirmek zorunda değilim. Cehennemin işkenceleri ne olursa olsun, cennetin sıkıcılığının daha beter olacağını düşünüyorum.”
Asimov, cennet ve cehennem hakkındaki görüşünü yukarıdaki sözleriyle somut bir şekilde ifade etmiştir. Öyle ki, Asimov cenneti ve cehennemi aşağıda anlattığı anısıyla yaşadığı dünyada bulduğunu dolaylı bir şekilde belirtmiştir.
Geçenlerde rüyamda ölüp cennete gittiğimi gördüm. Şöyle bir bakınca nerede olduğumu hemen anladım; yemyeşil çayırlar, pamuksu bulutlar, havada ıtırlı hoş bir koku ve uzaklardan gelen o mest edici ilahi koro sesleri. Ve karşımda beni yüzünde büyük bir gülümsemeyle karşılayan kayıt meleği duruyordu.
Hayretler içinde, ‘’ Burası cennet mi?’’ diye sordum.
Kayıt meleği, ‘’Evet, öyle’’ diye yanıt verdi.
Bunun üzerine meleğe (uyandığımda hatırlayınca dürüstlüğümden dolayı kendimle gurur duyacağım o sözü söyledim) ‘’Fakat bir yanlışlık olmalı. Ben buraya ait değilim. Ben ateistim’’ dedim.
‘’Yanlışlık yok’’ dedi kayıt meleği.
‘’İyi ama bir ateist olarak buraya nasıl kabul edilmiş olabilirim?’’
Kayıt meleği sert bir şekilde, ‘’Kimin kabul edilip edilmeyeceğine biz karar veririz. Sen değil’’ dedi.
‘’Hım, anlıyorum’’ dedim. Etrafıma göz gezdirip biraz düşündükten sonra kayıt meleğime dönüp, ‘’Burada kullanabileceğim bir daktilo var mı? diye sordum.
Kazandığı İlk Çekin Önemi
Daha önce gönderdiği öyküleri için ret cevabı alan Asimov, 1940 senesi Nisan’ın 12’sinde Homo Sol adlı öyküsünün yazımını bitirerek Campbell’e gönderir. Yaklaşık iki hafta geçmesine rağmen bir cevap alamayınca Cambell’ı görmeye gider ve öyküsünün kabul edildiğini öğrenir. Öyküden kazandığı ilk çeki alır. Elde ettiği bu maddi başarı aslında ona yazarlık kariyerinin getireceği manevi zenginliğin kapılarını sonuna kadar açacaktır.
O günün akşamında dükkânda yaşanan bir olay, bu çekin hafızamda yer etmesini sağlayacaktı. Babam bankaya bir dahaki gidişinde bozdurabilsin diye çeki yazarkasanın üstüne bırakmıştım; son on bir yıldır her akşam olduğu gibi yine sigara satmak, ücretini alıp müşteriye para üzeri vermek gibi işlerle ilgilenmeye başladım.
İlgilendiğim müşterilerden biri kendisine para üzeri verirken ‘’ Teşekkür ederim’’ demememe bozulmuştu; bu sıkça işlediğim bir kabahatti zira çoğu zaman işe tam dikkatimi vererek çalışmıyor, bunun yerine kafamın içinde yankılanıp duran kurgu çeşitlemelerine ve olay örgüsüne yoğunlaşıyordum.
Müşteri, gösterdiğim bu bariz ilgi eksikliği ve tembellik alametleri sebebiyle bana dersimi vermeye karar vermişti. ‘’Bak’’ dedi ‘’benim oğlum geçen hafta canını dişine takıp çalışarak elli dolar kazandı. Sen hayatını kazanmak için burada dikilip durmaktan başka ne iş tutuyorsun?’’
‘’Yazıyorum’’ dedim ona. ‘’ Bunu da yazdığım bir öykü için verdiler bugün’’ deyip, kaldırıp çeki gösterdim.
Çok zevkli bir andı.
Askerlik
Isaac Asimov, askere alındıktan sonra aradan aylar geçmesine rağmen eğitimlerde yetersiz kalmış ve istenilen düzeye gelememiştir. Tüm bu eksiklerine rağmen komutanları tarafından cezalandırılmamasının arkasında yatan nedeni şöyle anlatmaktadır:
İyi anlaştığım bir teğmen bir gün bana gelip komutanın daha acemi eğitimi başlamadan önce emrindeki diğer subaylarla bir araya gelerek erleri değerlendirdiğini ve benimle ilgili şunları söylediğini anlattı: ‘’Şimdi bu Asimov denen çocukla uğraşmanıza bile gerek yok. AGCT puanı 160; bunu masa başından başka bir yerde kullanmazlar, o yüzden hiç boşuna zaman harcamayın. O saçma sapan testleri su gibi çözen; ama sağa dön, sola dön dedin mi sağını solunu karıştıran tiplerden bu, öğretmeye çalışmanın faydası yok çünkü anlamaz. Ben baktım da şöyle bir, yok, bundan hayır gelmez.’’
Toplantıda söylenenlerden sonra da üsteki hiçbir subay ve astsubay bir daha benimle ilgilenmemişti.”
26 yaşına henüz gelmemiş olan Isaac (daha 4 ay vardır), askerlikten muaf olmak için bir dilekçe yazar. Bir süre sonra dilekçenin sonuçlanması için duruşmaya gider ve istediği sonucu alır. Alınan karar ile onbaşılığa terfi eden Asimov, ardından istifasını vererek 18 Temmuz’da ordudan ayrılır. Özgürlüğüne kavuşan Isaac, terhis olduktan sonraki duygularını yaşadığı şu gülünç olayla anlatmaktadır:
“Pazar günü Windsor Place trenine bindim. Sivil kıyafetlerime sonunda tekrar kavuşmuştum ve gardaydım. Ordu mensubu bir binbaşı kazara ayağıma bastı.
Otomatikman, ‘’Pardon’’ dedi.
Büyük bir azametle elimi sallayıp, ‘’Önemli değil ahbap’’ dedim ve bu olayla birlikte artık orduyla ilişiğimin tamamen kesilmiş olduğunu da kanıksamış oldum.