Kökenini söylencelerden alan bilimkurgunun var oluş serüveni, düşünen ve düşleyen insanın ortaya çıkışına değin uzanır. Öyle ki insan, soyut düşünce yeteneğine sahip olduğu günden beri merak etmekte, araştırmakta ve neden-sonuç ilişkisi kurmaktadır. Dolayısıyla bu yeteneklere sahip bir türün erken tarihinde bile bilimkurgusal yaratılara rastlamak doğaldır. Nitekim her kültürün mitolojisi, irili ufaklı bir yığın bilimkurgusal anlatıyla bezelidir. Örneğin bir ölümsüzlük arayışını konu edinen Gılgamış Destanı’nda ya da küresel bir felaketi anlatan Nuh Tufanı’nda çağdaş bilimkurgunun üzerinde yükseldiği düşünsel mirası görmek zor değildir. Ancak mitolojilerden arınmış bir bilimkurgu tarihi ortaya koymak istediğimizde, karşımıza çıkan ilk isim M.S. II. yüzyılda yaşayan Samsatlı Lukianos olmaktadır. Batı’da daha çok Lucian adıyla bilinen yazar, Dünya ötesi bir yolculuğu konu edinen ilk edebiyatçı olarak da tarihe geçmiştir. Lukianos’tan itibaren düzensiz aralıklarla çeşitli bilimkurgu eserlerine imza atıldığı görülmektedir. Bu eserler bilimkurguyu başlı başına bir yazın türü şeklinde değerlendirmeye yetecek yoğunlukta olmasa da, ileride düşün dünyamıza kök salacak heybetli bir ağacın kökleri mahiyetindedir.
19. yüzyılla birlikte sahneye Mary Shelley, Edgar Allan Poe, H. P. Lovecraft, Jules Verne, Enrique Gaspar, H.G. Wells gibi yazarların çıkması ve yapıtlarında ayırt edici bilimkurgusal izleklere yoğunlaşması, çağdaş bilimkurgunun filizlendiğini göstermesi bakımından önemlidir. Ancak Sanayi Devrimi’nin itici gücünü de arkasına alan bu yazınsal üretkenliğe rağmen, bilimkurgunun ayrı bir tür olduğu görüşü 20. yüzyılın başlarına kadar evrensel bir kabule dönüşememiştir. 20. yüzyıl, bilimkurgunun artık nüfuzunu hissettirmeye ve etrafında ciddi bir hayran kitlesi toparlamaya başladığı dönem olarak literatüre geçmiştir. 1926 yılında Lüksemburg asıllı Amerikalı yazar, editör ve mucit Hugo Gernsback’ın adını bahşettiği türe bugünkü anlam ve içeriğini sunan, bilim ve teknolojiyle ilgileşimini kazandıran ve bu anlayışıyla da altın çağını (1938-1946) armağan eden kişi ise ünlü editör ve yayıncı John W. Campbell olmuştur.
İlk sistemli bilimkurgu yayıncılığına ABD’de rastlanılsa da, 20. yüzyılla beraber başta Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya olmak üzere dünyanın farklı coğrafyalarında da bilimkurgu üretiminin ivme kazandığı görülmektedir. Birleşik Krallık’ta Arthur Conan Doyle, Arthur C. Clarke, Aldoux Huxley, George Orwell gibi yazarlar öne çıkarken, erken dönem Fransız bilimkurgu edebiyatının temsilciliğini ise J.-H. Rosny, Auguste Villiers de l’Isle-Adam, Charles Derennes, Maurice Renard üstlenmiştir. Öte yandan 1917 yılında patlak veren Ekim Devrimi ve akabinde yaşanan Soğuş Savaş dönemi, özellikle bilim ve teknoloji alanındaki rekabetin de etkisiyle Sovyet bilimkurgusunun gelişmesine zemin hazırlamıştır. Aleksandr Belyaev, Ivan Yefremov, Strugatsky Kardeşler, Yevgeni Zamyatin bu dönemin öne çıkan Rus yazarları arasındadır.
Osmanlı’da Bilimkurgu: Fennî Edebiyat (1888-1923)
Dünyanın çeşitli yerlerinde görülen bu yazınsal hareketliliğin yansımalarına Osmanlı topraklarında da rastlamak mümkündür. Özellikle Osmanlı aydınları arasında Jules Verne ve H.G. Wells çevirilerinin rağbet gördüğü ve verilen ilk yerli eserlerin de söz konusu yazarlardan önemli izler taşıdığı bilinmektedir. Yine 19. yüzyıl Türk edebiyatında ortaya çıkan ütopyacılık akımı ile bilimkurgunun evrensel yükselişi arasındaki tarihi uyumluluk da araştırılmaya değerdir. Toplumun nasıl bir dönüşüm geçirmesi gerektiğini tartışan ve buna bağlı olarak alternatif toplum modelleri tasarlayan Osmanlı yazarları, bilerek ya da bilmeyerek yerli bilimkurgu edebiyatımızın da ilk örneklerine imza atmıştır.
Ahmet Mithat’ın 1888 yılında yayımlanan “Fennî Bir Roman Yahut Amerikan Doktorları” adlı eseri, türün edebiyatımızdaki ilk örneği kabul edilmektedir. Konusu ABD’nin Jefferson City şehrinde geçen romanın karakterleri de Amerikalı iki doktor olan Gribling ve Bovlay’dir. Romanda Doktor Gribling, bir metal tabakasını iletken bir yüzey üstüne elektroliz yoluyla çöktürme işlemi şeklinde tanımlayabileceğimiz galvanoplasti tekniğini kullanarak canlıları derin uykuya yatırmayı amaçlayan bir idealist olarak sunulur. Eserinde Avrupa ve Amerika’nın bilim, teknoloji ve sanayi alanlarındaki gelişmişliğini öven ve bu özelliklerinin örnek alınmasını öğütleyen Ahmet Mithat, söz konusu coğrafyalardaki “ahlaksızlığı” ve dinsizliği” ise şiddetle eleştirmekten geri durmaz.
Molla Davudzade Mustafa Nazım’ın, Ahmet Mithat’tan yaklaşık çeyrek asır sonra kaleme aldığı “Rüyada Terakki ve Medeniyet-i İslamiyye-i Rü’yet” (1913) romanı, Osmanlı ütopyacılığının en bilindik eserlerinden biridir. Üç katlı Boğaz köprüsü, boydan boya yapılan yeni rıhtımları, hayvanların hizmet ettiği büyük bahçeleri, suni dağları, katlarında geniş balkonları andıran sokakların uzandığı yüksek binaları, fabrikaları, yerin altından ve deniz üstünden giden trenleri, her şeyi gözetleyen dev aynalarıyla 24. yüzyılın İstanbul’unu gözler önüne seren eser, Türk edebiyatının da ilk tekno-ütopyası olarak bilinmektedir. Ancak bütün bu fütüristik tahayyüllerine rağmen, eserde bugün bizlere distopik gelecek totaliter unsurlarla da karşılaşmak mümkündür. Romanda İstanbul’un bu teknolojik gelişmişlik seviyesine, uyguladığı katı İslam şeriatı sayesinde varmış olduğu iddia edilmektedir. 23. yüzyıl İstanbul’unda erkekler ve kadınlar, genel ahlakı korumak adına kamusal alanda asla bir arada bulunamamakta; günün belli zamanında erkekler şehrin meydanlarını iki buçuk saatliğine sadece kadınlara bırakmakta ve kadınlar erkeklerin yaptığı bütün işleri devralmaktadır.
Celal Nuri İleri’nin, 152. yüzyıl gibi uzak bir gelecekte geçen romanı “Tarih-i İstikbâl”, yine dönemin öne çıkan bir başka eseridir. 1913 tarihli yapıtta ana karakter önce ölüp cennete gider, fakat cennette şahit olduğu bürokratik aksaklıklar yüzünden canı bir hayli sıkılır. Zira düzensizlikten ötürü cehennemden cennete kaçak girişler olmakta, nüfus kayıt defterleri yanlış tutulmaktadır. Bunun üzerine hoşnutsuz karakter dünyaya geri gönderilir ama geldiği dünya 152. yüzyılın dünyasıdır. Celal Nuri, döneminde ilerici bir düşünür ve yazar olarak bilinmektedir. Dini konuların yorumlanmasında yeniliği ve serbestliği savunmuş, Batı sömürgeciliğinin ve baskıcı Osmanlı yönetiminin toplumu çöküşe götürdüğü fikrini işlemiştir. Tarih-i İstikbal, aşırı teknolojinin ve makineleşmenin olumsuzlanmasıyla da benzeri eserlerden ayrılır.
Aynı yıl edebiyat sahnesine, “Çamlar Altında Musahabe” öyküsü ile Yahya Kemal çıkar. Öyküde karakter, bir zaman makinesiyle 2187 yılının İstanbul’una yolculuk eder. H. G. Wells’in 1895 yılında yayımlanan ünlü romanı Zaman Makinesi’nden izler taşıyan öyküde, geçmiş ile gelecek, gelenek ile modern teknoloji arasında bağ kurulmaya çalışılır. Yahya Kemal’den bir yıl sonra bu sefer de okuru Hasan Rûşenî Barkın selamlar. 1914’te kaleme aldığı “Rûşenî’nin Rüyası: Müslümanların ‘Megali İdeası’ Gaye-i Hayâliyesi”nde, Osmanlı Devleti’nin süper güce dönüştüğü yüz yıl sonrasından seslenir bizlere. Öte yandan veteriner hekim ve bakteriyolog Osman Nuri Eralp’ın eseri “Başka Dünyalarda Canlı Mahlûkat Var mıdır?” (1918), dönemin öne çıkan bir diğer çalışmasıdır. Gezegenler, gezegenlerin oluşumları gibi konuları ele alarak başlayan kitap, canlılığın varoluşunu, gelişimini ve sonlanışını anlatan fikirlere yoğunlaşmıştır. Dönemin anılması gereken son eseri ise Refik Halid Karay’ın 1921’de kaleme aldığı “Hülya Bu Ya” adlı öyküsüdür. Emsallerinden farklı olarak Ankara’da geçen ve uzak bir gelecek yerine yazıldığı 1921 yılını anlatan eser, bir alternatif tarih kurgusu sunması bakımından önemlidir.
Görüleceği üzere bilimkurgu, Osmanlı dönemi yazarları tarafından çoğunlukla çeviri eserler yoluyla alımlanmış ve belirli bir amaç ya da fikir doğrultusunda yerelleştirilerek yeni baştan kurgulanmıştır. Kimi yazarlar toplumsal, politik ve dini eleştirilerini aktarabilmek için bilimkurguyu bir dekor olarak kullanırken, kimi yazarlar ise çökmekte olan bir imparatorluğun o eski şaşalı ve kudretli günlerine duyduğu özlemi ütopyalara sarılarak dindirmeye çalışmıştır.
Cumhuriyetin İlk Yıllarında Bilimkurgu Edebiyatı (1923-1949)
Osmanlı edebiyatındaki ütopyacılık akımının etkilerini, cumhuriyetin erken dönem eserlerinde de görmek şaşırtıcı değildir. Abdülhak Hâmid Tarhan’ın 1925 tarihli tiyatro oyunu “Arzîler”, Osmanlı döneminde verilmiş bilimkurgu romanlarına benzer şekilde uzak bir geleceği merkezine almaktadır. Eserde 40. yüzyıl dünyasına gönderilen Kanbur ve Dilşad adlı karakterler, burada edindikleri izlenimleri aktarmaktadır. Kitap boyunca bulutlara kurulmuş fabrikalardan, hizmetçi robotlardan, televizyonlardan, görüntülü telefon görüşmelerinden bahsedilmektedir. Teknoloji bütün İstanbul’u kuşatmıştır. Gökdelenleri haber verircesine, evler gökyüzüne dek yükselmiştir ve ulaşım çok yüksek hızlarda yapılmaktadır.
İskender Fahrettin Sertelli’nin “Behlül Dânâ” mahlasıyla kaleme aldığı “Makineli Kafa” (1928) romanı, Türkçe yazında robot kavramına değinmesiyle önemli bir yere sahiptir. Romanda, kucakta taşınan ve kendisine sorulan her soruya doğru yanıt veren bir robot kafadan bahsedilmektedir. Ancak Amerika’daki hırsızlık ve cinayet vakalarını kısa sürede çözen Türk polisi Şadan Bey, halk tarafından büyük bir ilgi ve hayranlıkla takip edilen robot kafanın ardında bir üçkâğıt olduğundan şüphelenince olayların fitili de ateşlenmektedir. Sertelli’nin, Çek yazar Karel Čapek’e ait tiyatro oyunu “Rossumovi Univerzální Roboti”nin “Âlemşümul Sun’i Adamlar” başlıklı Halit Fahri çevirisinden etkilendiği açıktır.
Bu dönemde kaleme alınan az sayıdaki eserden biri de Vedii Bilgin’e ait “Rüya mı, Hakikat mı?” romanıdır. 1928’deki harf devriminden sonra kaleme alınan ilk yerli bilimkurgu romanı olması bakımından da tarihi öneme sahip eser, 1943 yılında Muallim Ahmed Halid Kitabevi tarafından basılmıştır. Romanın kahramanı, bir gece aniden sıkıntı içinde uyanıp kendini boşlukta yolculuk ederken bulur ve çok geçmeden de Merih gezegenine vardığını anlar. Burada birçok teknik icada şahit olur, yaşamla ve felsefeyle ilgili sorularına doyurucu yanıtlar alır ve sonunda da tekrar Dünya’ya döner. Sayfalarında İkinci Dünya Savaşı’nın karanlık ve umutsuz atmosferini de yansıtan roman, bilimkurgusal bir perspektiften hareketle kendi küçük dünyamızda yarattığımız kargaşaların beyhudeliğini göstermek ister gibidir.
Yakın Dönem Türk Bilimkurgu Edebiyatı (1950-1999)
50’lere geldiğimizde karşımıza çıkan en büyük bilimkurgu yayıncılığı örneği, Çağlayan Yayınevi’nin “Yeni Dünyalarda” isimli dizisidir. 50’lerin başlarında cep kitapları yayımlamaya başlayan Çağlayan Yayınevi, Kasım 1954 ile Mart 1955 tarihleri arasında her on beş günde bir piyasaya sürdüğü bilimkurgu çeviri romanlarıyla birkaç nesli derinden etkilemeyi başarmıştır. Üzerlerinde yazarlarına ya da özgün adlarına dair herhangi bir bilgi bulunmayan bu romanlar, aslında Isaac Asimov, Robert A. Heinlein, Fredric Brown gibi önemli yazarların eserleridir. Kitapların çevirmenine yönelik pek çok iddia bulunsa da, kim olduğuna dair net bir uzlaşıya varılabilmiş değildir. Ancak olabildiğine yerelleştirilerek ve hatta yer yer özgün metnin de ötesine taşırılarak yapılan çeviriler, dizideki eserleri Türkçe bilimkurgu yazını açısından bir hayli ilginç ve değerli kılmaktadır.
Yine bu dönemlerde yayın hayatını sürdüren Doğan Kardeş dergisinin de çocukların anılarında derin izler bıraktığı kuşkusuzdur. Derginin sayfalarında okurla buluşan “Ateştop”, “Uçan Adam” gibi pek çok çizgi dizi sayesinde gençlerin bilimkurgu maceralarına duyduğu ilgi uyanışa geçmiştir. Öte yandan bilim ve teknolojideki atılımlar, ilk insanlı uzay uçuşunun gerçekleşmesi ve 1969’da Neil Armstrong’un Ay’a ayak basması gibi tarihi gelişmeler, 18 Ekim 1972’den itibaren TRT’de yayımlanmaya başlanan Uzay Yolu dizisine ulusal ilgiyi de arttırmıştır. Türkiye’nin ilk bilimkurgu dergisi olan Antares’in tam da bu yıllarda okurla buluşması tesadüf değildir. 70’lerde türe duyulan ilgideki bu artış, Türk Dili ve Edebiyatı dergisinin de harekete geçmesine ve 1 Ocak 1973’te özel bir sayı ile okurun karşısına çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu tarihi sayıda Orhan Duru, Batı’da “science fiction” şeklinde anılan türe dilimizdeki karşılığı olarak “bilimkurgu” sözcüğünü önermiş ve bu sözcük zaman içinde benimsenerek sözlüklere girmeyi başarmıştır.
1971 yılında Okat Yayınevi’nin on altı kitaplık Uzay serisi, 70’ler Türkiyesi’nde bilimkurguya duyulan ilginin bir başka göstergesi mahiyetindedir. Çeviri eserlerin giderek artması, X-Bilinmeyen bilimkurgu dergisinin kayda değer satış rakamlarına ulaşması ve dergi sayfalarında yerli öykülerin boy göstermeye başlaması, Türk bilimkurgu edebiyatında da dikkat çekici kıpırdanmalara yol açmıştır. Rüzgârı arkasına alanlar arasında Orhan Yüksel, Metin Atak, Selma Mine, Mustafa Ali Tangaç, Refik Özdek, Orhan Duru gibi öncül yazarlar vardır.
Baskan Yayınları’nın Kurgu-Bilim dizisine ve Bülent Akkoç’un dergicilik faaliyetlerine rağmen, bilimkurguya duyulan 70’lerdeki ilginin 80’ler boyunca gitgide sönümlendiği görülmektedir. 80’lerde eser veren az sayıdaki yazar arasında Selma Mine, Orhan Duru ve Gülten Dayıoğlu öne çıkan isimlerdir.
90’lı yıllar ise âdeta bir ara dönem niteliğindedir. Bu döneme ne 70’lerin coşkusu hâkimdir ne de 80’lerin durgunluğu. Sinema ve televizyon ürünlerinin başat rol oynadığı, çeviri eserlerin görece çoğaldığı 90’lı yıllar, Metis Bilimkurgu dizisinin de okurla buluştuğu dönemdir. Yayın yönetmenliğini Bülent Somay‘ın üstlendiği ve 1995 ile 2002 yılları arasında toplam otuz üç kitap olarak basılan seri, o güne kadar ülkemizde hayata geçirilmiş en kapsamlı bilimkurgu yayıncılığı örneğidir. Serinin bir diğer özelliğiyse Müfit Özdeş‘in çeşitli kısa öykülerinden derlenen “Son Tiryaki” isimli kitabına da yer açmış oluşudur. 1996 tarihli bu eser, daha çok Batı’daki muadillerine öykünen ve dolayısıyla da kompoze edilmiş yapılarıyla dikkat çeken örneklerden sıyrılarak bilimkurgu edebiyatımızın kendi kimliğini inşa etme noktasında bir kilometre taşıdır. Karakter isimlerinin bize yabancı olmayışı, olayların bildiğimiz coğrafyalarda cereyan etmesi ve kurmacaların tam da “Türk Usulü” diyebileceğimiz örüntülerle sunulması, Son Tiryaki’yi tümüyle “bizden” kılmaktadır.
90’ların öne çıkan diğer yazarları arasında Haldun Aydıngün, Seyfi Şirin, Zühtü Bayar, Fatih Çatallar, Sabri Gürses, Halil Kocagöz, Gülcihan Doğuç, Gurur Asi, Mehmet Mutlu, Özlem Kurdoğlu gibi isimler göze çarpmaktadır. Hiç şüphe yok ki 90’lardaki bu hareketlilik, Türk bilimkurgu edebiyatının pek yakında atağa geçecek oluşunu muştular niteliktedir.
Çağdaş Türk Bilimkurgu Edebiyatı (2000 ve Sonrası)
Bilimkurgu yazınımızdaki üretim, 2000’lerden sonra dikkate değer bir artış eğilimine girmiştir. Türkiye’de internet kullanımının yaygınlaşması ve buna bağlı olarak sosyal medyanın geniş kitlelere ulaşması, bilimkurgu ve benzeri alt kültür gruplarının kendilerine varlık alanı bulabilmesini kolaylaştırmıştır. Yerli bilimkurgu hayranları, eskiden arada sırada ve belirli etkinliklerde bir araya gelip etkileşme şansı bulurken, internetin yaygınlaşmasıyla beraber çok daha geniş imkânlara kavuşmuştur. Kuşkusuz bu durum, bilimkurgu alanındaki yerli üretimin de ivmelenmesine yol açmıştır. İnternet siteleri, forumlar, bloglar, sayfalar, gruplar oluşturulmuş; fikir alışverişleri hiç olmadığı kadar hızlanmış ve üretilenlerin okuyucuya ulaştırılması bir tuşla mümkün hâle gelmiştir. Bir nevi internet, ocağı harlayarak öteden beri kısık ateşte pişen Türk bilimkurgu yazınının kaynayıp fokurdamasını sağlamıştır. Ayrıca çeviri eserlerin fazlalaşması, türe gönül veren yerli okur ve yazarların daha geniş bir edebiyat havuzuna ulaşabilmesini sağlaması açısından önemlidir.
1888–1999 arası yaklaşık yüz yıllık zaman diliminde verilmiş toplam eser sayısının günümüzdeki bir yıllık bilimkurgu üretimine bile denk olmadığı görülmektedir. Bu da Türk bilimkurgu yazınında yaşanan patlamanın güçlü bir göstergesi hüviyetindedir. Henüz kendi kimliğini ve dokusunu inşa etme noktasında kimi sıkıntılar olduğu göze çarpsa da, yerli bilimkurgu üretimindeki bu artış er ya da geç taşların yerine oturmasını sağlayacak ve türün ayırt edici ulusal niteliğini belirginleştirecektir. Öte yandan, bilimkurgunun 21. yüzyıl kültürünü diğer türlerden daha iyi temsil ettiğini ve günümüzün teknolojik dünyasında bu temsilin daha da kuvvetleneceğini söylemek yanlış olmayacaktır.