60’lardan 90’lı yılların ortalarına kadar Türkiye’de bilimkurguya dair genel kanı çocuk işi olduğu yönündeydi. Bunda Binbir Roman, Çocuk Haftası, Doğan Kardeş ve Milliyet Çocuk gibi yerli neşriyatların yanı sıra çocukların hayal gücüne seslenen Baytekin (Flash Gordon), Ateş Top(u), Zero X gibi yabancı çizgi romanların da payı büyüktü. Bu arada, 1969’da Ay’a ayak basılması ve 1970’lerden itibaren TRT’de Uzay Yolu dizisinin yayımlanmaya başlanması gibi iki önemli gelişmeye rağmen bilimkurguya olan bakışta ciddi bir değişim olmadı. Sonuçta çocuk edebiyatı altında basitleştirilmiş Jules Verne romanları yeniden yayımlanıyor, ilkokul ünite dergilerinin arka kapağında Denizler Altında Yirmi Bin Fersah ya da yerli yapım Merih’e Seyahat gibi çizgi hikâyelere yer veriliyordu.
1972’de 2001: Bir Uzay Macerası vizyona girdi ve önceki gelişmelerle birleşince, başta Arthur C. Clarke ve Isaac Asimov olmak üzere bir dizi yazarın eserleri Türkçeye çevrildi. Ray Bradbury‘nin Mars Yıllıkları ve Strugatsky Kardeşler‘in Uzayda Piknik‘i de çevrilen eserler arasındaydı. Daha fazlasını arayanlar için çıkan kitapları kılı kırk yararak yakından takip etmek ya da yabancı dil bilmek dışında bir seçenek yoktu. Ben Ankara’daki Üniversal Kitabevi’ni kuzenimin hediye ettiği bir kitaptan sonra keşfetmiş ve 14 yaşımdan itibaren müdavimi olmuştum. Lise bittikten sonra da İngilizcemi koruyabilmek için bilimkurgu okumayı sürdürdüm.
Televizyonda Uzay Yolu‘ndan sonra Uzay 1999, UFO, Zamanda Yolculuk (Voyagers!) gibi diziler, Stingray gibi çocuklara yönelik kukla şovlar (supermarionation) devam ediyordu. Flash Gordon, kendi adıyla Tay Yayınları’nca basılmaya başlanmıştı. Yıldız Savaşları da dâhil gelişmiş görsel efektli filmler sinema seyircisiyle buluşuyordu. Artık bilimkurgu çocuk işi değildi, genç ergenlerin de ilgi alanı hâline gelmişti. Hatta bilimkurgu eserleri veren yazarlarımız, bunun üstüne düşünen, fikir beyan eden insanlarımız olmuştu. Ciddi tartışmalardan aklımda kalan bir tanesi, insanlığın gelecekte sosyalist bir ütopyada yaşayacağı için Asimov’un Üç Robot Yasası‘ndaki liberal kurgunun ne kadar anlamsız olduğuna yönelikti ve bazı ciddi dergilerde de yer bulmayı başarmıştı.
Derken üniversite bitti. İş görüşmelerine girmeye başladım. Mülakatlarda o malum soru, “İlgi alanlarınız/boş zamanları değerlendirme alışkanlıklarınız nelerdir?” dendiğinde bilimkurguyu sayıveriyordum. Yeterince ‘boş ve çocuksu‘ bir alan olduğu için mülakatı yapana üstünlük kurabiliyordum. Karşımdakiler genelde, “Asimov mu yoksa Clarke mı?” diye sorduklarındaysa cevabım Michael Moorcock, Jack Vance, Anne McCaffrey ya da Ursula K. Le Guin‘den biri oluyordu. İşime yaramış mıydı tartışılır ama insanlar yıllar sonra bile beni hatırlıyordu. Sinemada Yıldız Savaşları‘nın devam filmleri ve Türk, Japon, İtalyan kopyaları gelmiş, Uzay Yolu beyaz perdeye yansımış, Blade Runner büyük sükse yapmış ve zannedersem Johnny Mnemonic de bizi Keanu Reeves ile tanıştırmıştı. Artık yerli yazarlar da daha ciddiye alınıyordu ama arada Pilot Osman‘lar da çıkmıyor değildi.
Yüksek lisansta tez aşamasındaydım, bir yandan da akademik kariyerde gözüm olduğundan sık sık Mülkiye’ye uğruyordum. Diğer lisansüstü öğrencilerinin yanı sıra asistanlarla da iyi kötü bir muhabbetim vardı. Bir sabah Bülent Daver’in yeni asistanı Ümit Altuğ ile karşılaştım. Heyecanlıydı, “Çevirim basıldı,” diyerek elindeki kopyayı bana verdi. “Okursun,” dedi. Kapağını görmemle kalbim hızlandı: Ursula K. Le Guin’den Gülün Günlüğü. Sevinmiştim ama umutsuzdum. Bu ülkede tutmazdı. “İyi yapmışsın ama satmaz,” dedim. “Olsun, çevirmek şarttı,” dedi. Yanılmışım, Le Guin’e bayıldık, devamı geldi. Ümit, Karanlığın Sol Eli‘ni de çevirdi. Bilimkurgu artık yeni yetmelerden genç akademisyenlere ve onlar üzerinden sosyal bilimlere sıçramıştı. Asimov’a dudak bükenler Le Guin’e tapıyordu, hele de Mülksüzler çevrildikten sonra…
Bilimkurgu patlamış, bir istilacı tür gibi düşün hayatımızın her köşesine sızmış, her yerine bulaşmıştı. Artık bilimkurguya göz kırpmadan edebiyat tartışması yapmak istisna olmuştu. Bilimkurgunun Türkiye’deki yükselişi nihayet başlamıştı. Maceraya ilk ivmesini veren adam da sevgili Ümit Altuğ’du. Arada bir yerde Bülent Daver’le kavga etti ve üniversiteden ayrıldı. Bazı başka çeviriler yaptı. O ilk kitabın da ortak bir dostumuzdan, Mustafa Yılmazer’den aldığı The Compass Rose, The Wind’s Twelve Quarters ve Orsinian Tales‘ten çevirdiği bir derleme olduğunu ve kitapları asla iade etmediğini sonradan öğrenecektim. Camiada kitap ödünç alıp iade etmemek zaten genel kuraldır, o yüzden benden bilimkurgu kitabı istemeyin. Ümit’le bir iki kere 1 Mayıslarda karşılaştık. Sonra izini kaybettim. Ara ara öldü haberleri geldi. 2017’deki gerçekmiş. Evet, bugün ülkemizde bilimkurgunun ayrıcalıklı bir yeri var ve bunu büyük ölçüde adı az duyulmuş birine, sevgili Ümit Altuğ’a borçlu olduğumuzu bilen kişi sayısı ise çok az. Ciddi bilimkurgu, ciddi felsefedir, Ümit en azından bu kadarına ışık tuttu ve anılmayı ziyadesiyle hak ediyor. Açtığı yol hiç daralmasın.
Yazan: Naci Aklan