İki astronot 1984’te uzayda serbestçe dolaştı. Uzay gemisine bağlı değildiler. Kendi başlarına gemiden ayrılıp geri döndüler. Belli bir yaşın üstündekiler 1930’lardaki Buck Rogers çizgi romanlarını hatırladı. Bu çizgi romanlarda da insanlar, aynı şekilde dolaşıyordu. Bilimkurguyla daha içli dışlı olanlar ise, bu tür konuların bilimkurgu öykülerinde çok daha önceden yer aldığını bilir. İlk bilimkurgu dergisinin editörü olan Hugo Gernsback, daha 1911’de insanların uzayın yanı sıra atmosferde de uçmasını sağlayan tepkili motorlardan bahsetmişti. Anlayacağınız uzayda serbestçe dolaşma, öteden beri bilimkurguda işlenen sıradan bir konudan ibarettir.
Ay’a yolculuk bile ilk kez 1969’da başarıyla gerçekleştirilmiştir. Oysa böyle bir yolculuğu birtakım bilimsel ayrıntılarla anlatma konusundaki ilk girişim yüz yıldan da fazla bir zaman önce yapılmıştır. Jules Verne’nin Ay’a Yolculuk isimli romanı 1866’da basılmıştır. Verne eserinde, uygulama imkanı olmayan dev bir top kullanmıştır. Ancak Ay yolculuğunda roketleri kullanmaktan ilk bahseden Cyrano de Bergerac’tır (evet, şu uzun burunlu adam; kendisi aynı zamanda ilk bilimkurgu yazarlarındandı). Ay’a yolculuğu anlatan öyküsü 1655’te, yani Isaac Newton’un insanların Ay’a ancak roketlerle gidebileceğini teorik olarak kanıtlamasından otuz yıl önce yayımlanmıştı. Bu da zaten ancak roketlerle gerçekleşti. Demek ki roketler de bilimkurguyu üç asır geriden izledi.
Peki bundan sonra nelerle karşılaşacağız? Bilimde bundan sonraki gelişmeler, bilimkurguyu bir kez olsun yakalayıp geçebilecek mi? Bilimkurgucular rahat olsun, çünkü asla böyle bir tehlike yok!
Gerard O’Neill daha 1974’te her birinde on bin veya daha fazla insanın yaşayacağı gerçek şehirlerden oluşan uzay yerleşimlerini ortaya atmıştır. 1960’ların başında ise uzayda bir güneş santrali kurulması konusunda ciddi öneriler getirilmiştir. Oysa ben deniz daha 1941’de kaleme aldığım Mantık adlı öykümde uzayda bulunan bir güneş santralini ayrıntılı olarak betimlemiştim. Edmond Hamilton 1929’da “Havadaki Şehirler” başlıklı bir öykü yazmıştır. Adından da anlaşılacağı üzere bu öyküdeki şehirler Dünya’nın yüzeyine bağımlı kalmaktan kurtularak atmosfere yerleşmiştir. Pek uzayda geçmese de bu öykü James Blish’e esin kaynağı olmuş ve 1948’de uzaydaki şehirleri konu alan öyküler yazmaya başlamıştır. Uzay şehirleri ve güneş santralleri kurulduğunda, bilim bir kez daha bilimkurguyu yarım yüzyıl geriden takip etmiş olacaktır.
Tabii gelişmiş uzay istasyonları kurulduktan sonra daha uzun yolculuklar yapma olanağı doğacaktır. Ay’daki madenleri (bu konu da pek çok bilimkurgu öyküsünde geçmektedir) ve uzayın özel fiziki koşullarını kullanarak Dünya’da yapılanlardan çok daha büyük uzay gemileri yapıp fırlatmak mümkün olabilir. Bu gemileri kullanacak olan insanlar uzay yolculuğuna ve uzay ortamına alışkın ve aynı zamanda (Dünya’da yaşayan insanların tersine) yıllarca sürecek yolculuklara psikolojik anlamda hazır olacaktır. Ancak bu konu bilimkurgu tarafından çoktan işlenmiştir. Bilimkurgunun uzay gezginleri 1920’lerden beri bütün güneş sistemini dolaşmıştır.1952’de kendi öyküm Mars Yolu’nda bazı bilimsel ayrıntılarla Satürn’e yolculuktan bahsetmiştim. Aynı öyküde bir kablo yardımıyla yapılan ve daha sonra “uzay yürüyüşü” adı verilecek olan olayı da betimlemiştim. Astronotların bu sırada ne hissettiğini anlatan satırlarım on iki yıl sonra astronotların yaptığı açıklamalara oldukça yakındı. Bundan dolayı Güneş Sistemi’nde nereye gidersek gidelim, astronotlar bilimkurgu kahramanlarını en az yüz yıl geriden takip edecektir.
Ve elbette Güneş Sistemi’nden sonra yıldızlar gelmektedir. Yakınımızdaki yıldızlara ulaşmak, teorik açıdan mümkün en yüksek hız olan ışık hızında bile yıllar, hatta on yıllar alacaktır. Daha makul olan ışıktan yavaş bir hızda gidildiğinde ise, herhangi bir yıldıza ulaşmak kuşaklar boyu sürecektir. Kullanılabilecek stratejiler olabilir; ama bunların her biri bilimkurgu tarafından çoktan denenmiştir. Arthur C. Clarke, “2001: Bir Uzay Efsanesi” adlı romanında astronotlarını uzun yolculuğa dayanmaları için dondurulmuş ortamda uykuya yatırmıştır. Poul Anderson’ın “Tau Zero” adlı öyküsü, astronotların yüksek hızlarda zamanın yavaşlamasından yararlanmasını konu alan pek çok öyküden sadece biridir. Ve Robert A. Heinlein, 1941’de yayımlanan “Uzayda Kaybolanlar” isimli romanında kendi içinde küçük bir dünya olan dev bir uzay gemisi fikrini işlemiştir. Bu gemi, kuşaklar boyu süren yolculuğunda hedefi olan yıldızlara ulaşmak için binlerce yılı göze almıştır. Bu stratejilerin herhangi biri gerçeğe dönüşse bile, bilim yine bilimkurgunun yüzyıllarca gerisinde kalmış olacaktır.
Işık hızından yüksek bir hızda yolculuk mümkün müdür?
Ben bu soruya cevaben “Hayır!” diyeceğim. Ama yine de bilimkurguda bu sorunu aşmanın çeşitli yollarına başvurulabilmektedir. Örneğin Edward E. Smith 1928’de yazdığı “Uzaylı Tarlakuşu” adlı eserinde, ilk kez ışık hızından yüksek bir hızda yapılan yıldızlararası bir yolculuğu ele aldı. Muhtemelen imkansız olan ataletsiz uçuşu icat etmişti ve her halükarda bu en fazla ışık hızı olabilirdi; ama ilke yine de değişmiyordu: Eğer ışıktan hızlı yolculuk sağlanabilirse, bu gelişme de yine bilimkurgunun çok gerisinde kalmış olacaktır.
Öyleyse bilimkurgu her şeyi önceden görmüş müdür? Ne gariptir ki hayır! Bazı çok basit şeyler marifetli bilimkurgu yazarlarının gözünden kaçmıştır. Örneğin bilimkurgu yazarlarının hemen hepsi, doğrudan insan kontrollü uzay yolculuklarına yoğunlaşmış ve uzaktan kumandalı uzay araçlarıyla neler yapılabileceğini tatminkâr bir şekilde tahmin edememiştir. Bilgisayarları önceden öngörmüşler; ama uzay yolculuklarındaki gerçek rollerini ıskalamışlardır. 1945’de yazdığım “Kaçış” adlı öykümde, yıldızlararası yolculuktaki sorunları çözmede yardımcı olan dev bir bilgisayar vardı, ama ne ben ne de başka bir yazar mikroçipleri, bilgisayarların ulaşabileceği küçüklüğü ve çeşitliliği, örneğin uzay mekiğinin kumandasında ne kadar hayati bir rol oynayabileceğini tahmin edemedik.
Ortaya çıkan sonuç şudur: Bilim ve teknolojinin, yaptıkları büyük hamlelere rağmen bilimkurguyu yakalamaları çok zordur; ama pek çok küçük ve beklenmedik olayda hiçbir bilimkurgu yazarının (ya da bilim insanlarının) düşünemediği sürprizler olmuştur ve olmaya da devam edecektir. İnsanlığın akıl serüvenine heyecan ve görkem katan da bu sürprizlerdir.
Not: 12 Şubat 1984 tarihli New York Times’ta “Gerçek bilimkurgudan daha garip değil, daha yavaş” başlığıyla yayınlanan Isaac Asimov makalesinden dilimize çevrilmiştir.
Çeviri: Fethi Aytuna