“Bilimkurgu” ve “edebiyat” sözcükleri yan yana geldiğinde, çoğu yerli okurun aklında beliren ilk isimdir Isaac Asimov. Öyle ki azımsanmayacak bir kitle, bilimkurgu edebiyatına ilk adımını Isaac Asimov’un kitaplarıyla atmıştır. Kuşkusuz bunun pek çok nedeni var. Her şeyden önce Asimov, yapıtları dilimize en fazla çevrilen bilimkurgu yazarıdır. Özellikle Altın Kitaplar’ın 80’li ve 90’lı yıllarda estirdiği Asimov rüzgârı, yazara kayda değer bir Türk okuyucu kitlesi kazandırmıştır. Ancak daha evrensel bir bakışla yaklaşacak olursak, bilimkurgu edebiyatı nezdindeki tanınmışlığının en önemli nedeni türe hak ettiği saygınlığı veren bir yazar oluşunda yatmaktadır. Zira Asimov, hayatı boyunca verdiği 500’den fazla yapıtıyla 50’li ve 60’lı yıllarda yükselen pozitivist dünya görüşünün ve uzaya açılma eksenli sert bilimkurgu akımının öncü ismidir. Asimov’un ortaya koyduğu bu ürünlerin, uzay yarışının hızlandığı, yeni gezegenlere yayılma hayallerinin kurulduğu, Ay’a henüz yeni ayak basıldığı, dolayısıyla insanlığın doğayı kontrol etmesi ve dönüştürmesi adına önünde hiçbir engel olmadığı kanısının yaygınlaştığı, bilime duyulan inancın ve endüstriyel üretimin büyük boyutlara ulaştığı bir çağın dışavurumları olduğunu da göz ardı etmemek gerekir.
Gerçekten de yazarın kaleme aldığı her eserde, pozitivist görüşünün yansıması olarak bilime ve bilim insanlarına yönelik güçlü bir güven telakkisi bulunur. Elbette yazarın bu anlayışında aynı zamanda bir bilim insanı olmasının da etkisi büyüktür. Örneğin, yarattığı en önemli karakterlerden biri olan Hari Seldon, insanlığın kurtuluşu için mücadele eden bir matematikçidir. Hugo ve Nebula ödüllü başyapıtı İşte Tanrılar’da bir grup bilim insanının gezegeni ve üzerindeki yaşamı kurtarmaya yönelik destansı çabasına tanık oluruz. Tanrılar ve İmparatorlar eserinde ise Filorina halkını yok oluştan kurtaran yine bir bilim insanıdır. Hakeza Susan Calvin, Han Fastolfe gibi Asimov evrenin önemli karakterleri hep bilim insanı kişilikleriyle ön plana çıkar. Hatta insanlığı kurtuluşa erdiren psikotarih de bir bilim dalı değil midir? Pek tabii bu durum, Asimov yapıtlarında bilimi ve bilimsel gelişmeleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanan ya da kullanmaya yeltenen karakterler görmediğimiz anlamına gelmez. Örneğin Robot Serisi’nden tanıdığımız Dr. Kelden Amadiro, yazarın yarattığı kötü bilim insanı tiplemelerinden sadece biridir. Dünya’ya ve insan ırkına yönelik sinsi emelleri bulunan bu karakter, eylemlerinde bilimsel birikimini kullanmaktan çekinmez. Ancak Asimov’un bilime ve bilim insanlarına olan güveninin bir tezahürü olarak, bu kötü karakterler nihai hedeflerine asla ulaşamaz.
Asimov’un bu yazınsal karakteristiğini robot ve yapay zekâ odaklı yapıtlarında da görmek mümkündür. Bu öyküler, dönemin yerleşmiş kalıpları için olağandışıdır. Her şeyden önce onun öykülerindeki robotlar insanlığı yok etmek için sinsi planlar kurgulayan varlıklar değildir. Bu durum, dönemin bilimkurgu edebiyatında yaygın bir şekilde kullanılan “katil robot” temasını altüst eder niteliktedir. Öyle ki, Asimov’un robotları bozguncu değil tam aksine yapıcıdır. Efendilerine başkaldırmak yerine hizmet eder ve en önemlisi de meşhur “Üç Robot Yasası”na tabidir… Hatta daha sonradan bu üç yasaya eklemlediği “Sıfıncı Yasa” ile de insanlığın geleceğini robotların denetim ve himayesine bırakmaktan çekinmez. Bu da yazarın yapay zekâ sahibi robotlara ve dolayısıyla da bilime duyduğu güvenin en bariz göstergelerinden biridir.
Asimov, bu yalın yasalar sayesinde robotların bir insana zarar vermesini ya da bir insanın buyruğuna karşı çıkmasını olanaksız hâle getirmiş ve robotları çeşitli işleri yapan mekanik araçlara indirgemiştir. Bu, o zamanlar için hem bilimkurgu hem de robot bilimi adına tam bir devrim niteliğindedir. Yazarın söz konusu tutumsal derinliğine nüfuz edildiğinde, insanlığa ve onun çizeceği geleceğe yönelik endişeleri bulunduğu söylenebilir. Bu endişelerinin yansıması olarak, bilime ve bilimsel düşünceye güvenilmesini salık veren bir kurgu bütünlüğü oluşturma yoluna gitmiştir. Bireyler, toplumlar ve dahi insanlığın tamamı, içinde bulundukları koşul ve olanakların etkisiyle yanlış kararlar alıp, geleceklerini tehlikeye atabilirler. Tarih bunun sayısız örneğiyle doludur. Ancak doğru şekilde programlanıp güdülenmiş ve kendisine insanlığın iyiliği ve geleceği uğruna yerinde hedefler verilmiş makinelerin uygarlığa sunacağı katkılar muazzam olacaktır. Buradan da çıkarsanacağı gibi, yazarın bilime ve bilim insanlarına duyduğu güven robotik alanında da iş başındadır. İşte tam bu noktada bilim ile siyasetin kesiştiği alana adım atmış oluruz.
Hepimiz iyi biliriz ki, ister yanlışıyla ister doğrusuyla olsun siyaset geniş insan yığınlarını etkileyip yönlendirebilen en önemli unsurlardan biridir. Zaten “siyaset” sözcüğünün etimolojisini incelediğimizde, Arapçada “at bakıcılığı, seyislik etmek, gütmek” anlamlarına gelen “siyasa” ifadesinden türetildiğini görüyoruz. Dolayısıyla siyaset, ismiyle müsemma olarak kitleleri kontrol eden güçlü bir araç konumundadır. Ancak şunu da çok iyi biliriz ki, siyaset her zaman doğru kararlar alıp uygun hedefler belirlemez. Bu yüzden çağdaş devletlerde kontrol mekanizmaları vardır. Eğer siyasi erk yönettiği ülkenin ve toplumun zararına çalışmaya başlarsa bu kontrol mekanizmalarının devreye gireceğini umarız. Tabii belli durumlarda siyasi erk, kontrol mekanizmalarını da kendi boyunduruğu altına alabilir. Bu da pek çok distopik eserden alışık olduğumuz baskıcı ve kısıtlayıcı yönetimsel yapılanmaları doğurur. Tarihte bir yığın örneğine rastladığımız bu rejimlerin ömrü, toplumsal özgürlük isteminin şiddetine bağlı olarak değişiklik gösterir. Ancak hepsi de er ya da geç yıkılmaya mahkûmdur. Çünkü baskıcı yönetimler gelişim ve dönüşümü büyük ölçüde sekteye uğratır. Oysa bu durum doğanın iç dinamiklerine uygun değildir.
Isaac Asimov’un kaleme aldığı kimi romanlarda distopik manzaralarla karşılaşmak da mümkündür. Söz gelimi Robot Serisi’nde, insanlık yer altı kentlerine bağımlı hâldedir. Kısıtlı yaşam alanları giderek artan nüfus yoğunluğuna cevap verememiş, bu da kalkerleşen bir toplumsal düzen yaratmıştır. Biraz önce bahsini ettiğimiz toplumsal durağanlık tüm dünyayı esareti altına almıştır. Seri boyunca Asimov, kurtuluşun çelik mağaraların tutsaklığından sıyrılışta olduğuna vurgu yapar. Çünkü gelecek uzayda ve kolonileşmededir. Buna benzer bir kurguyla Sonsuzluğun Sonu eserinde de karşılaşırız. Zamanda yolculuğu keşfeden insanlık, çağlar arası ithalat ve ihracat yaparak kaynak sıkıntısını çözmüştür. Ne var ki bu durum, aynı zamanda insanlığı Dünya’ya da mahkûm etmiştir. Belirli bir refaha kavuşan dünyalılar, uzaya açılmayı gereksiz bir serüven ve hatta risk olarak görmeye başlamıştır. Hâl böyle olunca insanlığın en büyük buluşu, aynı zamanda onu yıkımın eşiğine de getirmiştir.
Asimov’un bu ilerlemeci ve dönüşmeci anlayışı sadece sosyoloji alanında değil, siyaset alanında da belirgin olarak kendine yer bulur. Bilindiği gibi yazarın pek çok eseri, aynı kurgusal evrenin farklı zaman dilimlerinde geçer. Düz bir politik bakışla yaklaşıldığında, bu kurgusal evrende monarşik bir yapılanmanın egemen olduğu görülür. Peki ama ilerlemeci bir yazar nasıl olur da insanlığın geleceğinde monarşiye yer verebilirr? Öyle ya, monarşi günümüzde bile büyük oranda terk edilmiş çağ dışı bir yönetim şekli değil midir? Gerçekten de insanlığın geleceğinde monarşiye yer var mıdır? Her şeyden önce Asimov, kurgusal evrenini Roma İmparatorluğu üzerine inşa etmiştir. Dolayısıyla bu evrende karşılaştığımız Trantor merkezli Galaktik İmparatorluk, Roma İmparatorluğu’nun kurgusal bir tahayyülüdür. Öte yandan, Asimov evrenindeki monarşik düzenin hepimizin aklında beliren monarşik yapılardan oldukça farklı olduğunu da anımsamakta yarar vardır.
Milyonlarca gezegene ve trilyonlarca insana hükmeden Galaktik İmparatorluk, zorunda kalmadıkça hâkimiyeti altındaki dünyalara müdahale etmemeyi yeğler. Bu nedenle her gezegenin ve toplumun kendi yerleşik yaşam anlayışı olduğunu görürüz. Bir bakıma İmparatorluk galaksiyi demir yumrukla değil, tolare edilebilir bir serbestlikle yönetmektedir. İmparatorluğun iç karışıklıklara mahal vermemek, gezegenleri ve üzerinde yaşayan toplumları tehlikelere karşı korumak, ticaretin sürmesini güvence altına almak gibi çeşitli amaçları ve bu amaçlar doğrultusunda da yaptırım gücü bulunmaktadır. İmparatorluğa hâkim olan bu anlayışın en güzel örneğini baş gezegen Trantor’da görmek mümkündür. Tek bir kentten ibaret olan bu koca gezegen, aynı zamanda tam bir toplumsal mozaik görüntüsündedir. “Bölge” olarak adlandırılan çeşitli yaşam alanlarında gelenek görenekleri ve inançları birbirinden farklı toplumlar yaşar. Hatta İmparatorluk, herhangi bir huzursuzluğa yol açmamak için baş gezegenindeki bu toplumların iç işlerine bile karışmaz.
Asimov’un bu uzlaşmacı ve şiddet karşıtı anlayışının doruk noktasını ise Vakıf organizasyonun kendisinde görürüz. Galaksinin çeşitli yerlerinden devşirilmiş bir grup bilim insanından oluşan ve Terminius gibi doğal koşulları elverişsiz bir gezegende kurulan Vakıf, cılız varlığına yönelik her türlü tehlikeden zekice stratejilerle sıyrılmayı başarır. Vakıf, önüne çıkan engelleri bir bir ve zarifçe aşarken biz okuyucular da Asimov’un dehasına bir kez daha hayran kalırız. Vakıf’ın bu zarif ve şiddetten uzak zekice hamlelerinin merkezindeyse bilim, ticaret ve din piramidiyle karşılaşırız. Vakıf, bu üç önemli unsuru kullanarak her türlü tehdidi savuşturur ve dahası, bir zamanlar gölgesinde uysalca konakladığı güçleri teker teker hâkimiyeti altına alır. Hatta bir zaman gelir ki, yıkılan imparatorluğu küllerinden doğurabilecek tek güç konumuna yükselir.
Böylelikle eski imparatorluğun monarşisi, yerini Vakıf’ın çoğulcu yönetim anlayışına bırakır. İşte bu noktada Asimov’un ilerlemeci anlayışı bir kez daha vücut bulmuş olur. Ancak Asimov’un ilerlemeciliğe biçtiği alanın bir sınırı yoktur. Biz okuyucularını galaktik boyuttaki monarşiden demokratik yönetim anlayışına doğru savururken, devreye soktuğu bir üçüncü seçenekle de ilerlemeci denklemini tamamlar. Bu üçüncü seçenek ise Gaia’dır… Asimov evreninde Gaia, içindeki canlı cansız tüm varlıklarla bütünleşmiş gezegensel bir bilinci ifade eder. Yazar, bu bütünleşik bilinci gezegen boyutundan galaktik boyuta taşıma arzusuyla da muazzam mitolojisindeki nihai ereğini deklare etmiş olur.
Özellikle bazı edebiyat eleştirmenleri, zaman zaman Asimov’u yayılmacı ve anamalcı anlayışı uzaya taşımakla itham etse de bu durum onun incelikle örülü evrenini tam olarak idrak edememekten kaynaklanmaktadır. Her şeyden önce, Asimov’un yayılmacılık anlayışı insani bir perspektiften değerlendirilmelidir. Sayısız eserinde defaatle vurguladığı gibi, insanlığın kurtuluşu uzaya açılmakta ve uzayın sonsuz olanaklarına kavuşmakta yatmaktadır. Ana dünyasına bağımlı bir tür, içinde yaşadığı doğayla ne kadar uyumlu olursa olsun bir zaman sonra durağanlığa girmekten kurtulamaz. Durağanlık ise ilerlemeciliği, gelişimi ve atılımı yok eder; uygarlığı pek çok olanak ve olasılıktan mahrum bırakır. Bu çözümlemeden de anlaşılacağı üzere Asimov’un yayılmacılığı, uzaya dağılmacılıkla eşdeğerdedir.
Yine yazara yöneltilen bir diğer itham ise sözde anamalcı tavrıdır. Ancak bu saptamanın da geçerliliği yoktur. Pek çok politik konuşması ve söyleşisinde de açıkladığı gibi, Asimov tüm dünyanın federal bir erk tarafından yönetilmesi fikrine sıcak bakmaktadır. Uluslar üstü bu oluşum, tüm toplumlara eşit imkân ve şartları sağlama göreviyle iş başına gelmelidir. Dolayısıyla, bu görüşte olan bir yazarın eserlerinde anamalcı tutum sergilediğini ileri sürmek zorlama bir çıkarımdır. Kaldı ki hümanizme ve ilerlemeciliğe duyduğu inancıyla Asimov, uzayın keşfine ve insanlığa sağlayacağı olanaklara sık sık vurgu yapar. Yazar bu tip bir atılımın, insanlar arasındaki tüm ayrışma ve parçalanmaları gidereceği, ekonomik dağılımdaki adaletsizleri de sona erdireceği kanısındadır.
Sonuç olarak Asimov bilime, teknolojiye, ilerlemeciliğe ve uzaya yayılmacılığa büyük önem atfettiği eserleriyle insanlığa yol göstermiş, bu yolun kurtuluşa uzanan en büyük çare olduğuna dikkat çekmiştir. Koyu hümanistliğinin bir emaresi olarak, tüm eserleri insanlığın iyiliğine ve yararına üretilmiş birer kılavuz niteliğindedir. Asıl mesele, insanlığın bunu başarıp başaramayacağıdır…