Doktor Abdurahman Ali, gün sonu raporunu hazırlamadan önce çalıştığı klinikteki her bir sıcak uyku yuvasına tek tek uğradı. Rahimlerin arasında gezinirken her zamanki gibi yine Tchaikovsky’nin Kuğu Gölü’nü dinliyordu. Fırsat buldukça müzikle de ilgilenen doktor, sıkı bir klasikçiydi. Yeni nesil remix’lere ve cover’lara bir türlü alışamamıştı. Sinestezik duyuları bu tür müzikleri dinlemesine izin vermiyordu. Yumurtayla şekerin zeytinyağında kavurulmasını anımsatan garip tatlar ve uygunsuz kokular alıyordu onları dinlerken. “Oysa geçmişte kalanlar böyle değildi,” derdi. “Her şey altın oranına sahipti o zamanlar, mükemmel renk oyunlarına minik tırtılların dokunuşlarını da ekleyen harikulade kokular, tatlar işitiliyordu onlarda”. Son klasikçinin ölümü üzerinden neredeyse yüz yıl geçmişti ki o bile gerçek bir klasikçi sayılmazdı ona göre. Eskilerin tınılarını elektronik zımbırtılara yedirme derdinde olan popülist bir kişilikti. “Neyse ki öldü de, klasik müziğin ruhu rahat bir nefes aldı,” diye düşünürdü doktor.
Rahimlerde büyümeyi ve nefes almayı bekleyen minik canlılara bakarken adeta kendinden geçiyordu doktor. Fanusun dış çeperindeki cama yanağını yaslayıp Kuğu Gölü’nden akan tınıları soludu. Normal koşullarda bu fanuslara eldivenle dahi dokunulması yasaktı. Ama o, şirket içindeki en tecrübeli ve en yaşlı genetik mühendisi olduğundan böyle aşırılıkları da hoş karşılanıyor ya da görmezden geliniyordu. Çalıştığı bu şirket ona çok şey borçluydu, dünya genelinde tanınır olmalarının tek nedeni Dr. Abdrurahman Ali’nin olağanüstü gayreti ve çalışma azmiydi. Onun geliştirdiği “Rahim Teknolojisi” ile çocuk sahibi olan aileler işlerini şansa bırakmayı da unuttular. Her bütçeye uygun çocuk tasarlanabiliyordu neyse ki. Gettolarda yaşayanların çocukları için tek öncelikleri sağlıkken, ülke zenginleri siparişlerinde zekâ, gösterişli bedenler, yetenek, neşeli kişilik gibi özellikler de ekletiyorlardı.
Doktorun en büyük pişmanlığı ve de en büyük başarısı da bu proje olmuştu. İşe yaradığını gören şirket ve yatırımcı ortakları kısa sürede dünya genelinde başlattıkları salgın hastalıklarla insanların doğal yollarla çocuk sahibi olmalarının önünü kesmişlerdi. Artık doğal yollarla oluşan gebelikteki bebekler ya ölü doğuyorlar ya da ömürlerinin ilk birkaç yılında hastalanıp sakatlanıyorlardı. Yaşananlardan ötürü başlayan ayaklanmalar ise projeye herkesin ulaşabilmesi ile son buldu. Bundan böyle, ortalama ömre sahip bir çocuğun siparişi için birkaç maaşı gözden çıkarmaları yetiyordu. Ancak doktora göre tasarlama çalışmalarının geleceği kendi hayal dünyası kadar sonsuzdu.
Kuğu Gölü, kimselere aldırış etmeden kendi temposunda ilerlemeye devam ediyordu. Doktor tam da kendisinden beklenildiği gibi acelesi olmayan bir ihtiyar edasıyla sallanıp duruyordu rahimler arasında. Buruş buruş olmuş çehresinde muzaffer bir bakış vardı. Ela gözleri hala boncuk gibi parlıyordu. Yaşanan onca şeyden sonra dahi bu projeyi terk etmeyi aklından bile geçirmemişti. Kulağına hücum eden senfoniyi dinlerken yeni nesil şarkıların depolanma şeklini düşündü yine. Eskilerin hücum kayıtlarını ve wav dosyaları halinde tutulmuş eserlerini saklamakta tereddüt etmeyen nadir insanlardan biriydi. Yeniler bilmezdi bu kayıtları, doktor kendisini bu konuda fazlasıyla şanslı hissediyordu. Sıkıştırılmış formatlarla ne idüğü belirsiz hale sokulmuş “şeylere” müzik diyemiyordu o.
Sıcak yuvalarında bekleşen et yığınları, dünyanın en zenginlerine ait siparişlerden daha fazlası değildi şirket için. Burası uzunca bir süredir ülkeyi ve hatta dünyayı yönetecek insanların ilk uğrak yeriydi. Ne var ki doktor bu kez, resmi evraklarda süregelen çalışmaların iznini pek de umursamamıştı. Spermlerin ve yumurtaların genetik kodlarıyla oynayarak kendinden de bir şeyler katmış ve sipariş edilenlerin de ötesinde büyük uğraşlar vererek farklı ve mükemmele en yakın insan türünü üretmek amacıyla çalışmıştı. Doğacak çocuklar, biraz yabancı ve çokça da kendisi olacaktı. Bu sözde bilim yuvası hakkında da katı fikirler edinmişti yıllar geçtikçe. Çok ama çok başarılı olmalarının yanı sıra muhakeme yeteneklerini hepten kaybetmiş bir yığın robottan farkı yoktu yeni nesil araştırmacılarının. “Ah, ne talihsiz bir durum bilimin geleceği adına,” diye söylenip dururdu onların pısırık halleri karşısında. Ne beklenebilirdi ki zaten? Ellilerinde bir delikanlı ya da genç bir kadın onun ne yaptığını sorgulayacak cesarete sahip değildi ki. Emir bekleyen bir askerdi her biri. Şirkete ve şirketlerin sahip olduğu ülkelere hizmet ettikleri için gurur duymaktan ötesini yapacak halleri de yoktu. Onlar adına umudunu yitireli çok olmuştu.
Doksan dokuz rahmi tek tek öpe koklaya gezen doktor nihayet yüz numaraya geldi. Sanki tüm hayatı boyunca bu anı bekliyormuşçasına rahim içindeki sıvıda ağzı yarım açık bekleyen esmer tenli bu küçük canlıya bakındı bir süre. Minicik parmakları birkaç ay sonra belirginleşecekti ve beyni hatırı sayılır bir büyüklüğe erişecekti. Rahme daha da yaklaştı, sağ elini rahmin altına sol elini ise daha yukarılarda bir yerlere koydu. Gözlerini kapattı ve hoparlörden gelen Kuğu Gölü’ne kulak kesildi. Fagotların ve flütlerin telaşına kapılmış viyolonselleri ciğerlerine çekti. Kemanlardan yayılan kokuyu duyumsarken timpaniden yükselen dondurma tadındaki “dikkat et” çağrısını tattı. Uyarılar ardı ardına gelirken ayaklarında karıncalar yürüyor gibi hissediyordu. Trompetler durmaksızın vuruyorken kafatasına, nemli bir sonbahar sabahı yapraklardan dökülen su damlacıklarına bürünmüş piyano onları sakinleştirmek için oradan oraya koşturuyordu. Küçük yavru her şeyden habersiz işaret parmağını ağzına götürme gayretindeydi. Biliyordu, büyüdüğünde tüm duyuları ile gerçek ve eşsiz bir sinestet olacaktı. Onu böyle tasarlamıştı.
Doktor, duyularından yükselen karmaşayı fark ederek gözlerini sımsıkı kapatıp derin bir diyafram nefesi alarak “Sakin ol oğlum,” dedi ve rahimden bir adım geriye çekildi. Ellerinin yuva üzerindeki baskısını azalttı ve tam o anda obuadan yükselen çikolata tadındaki şenlik çağrısına katıldı. Bir eşlik vardı kendisine, gelecekte ve şimdide. O, gözlerini açan sayısız bebekte büyümeye ve yaşamaya devam edecekti. Ölümsüzlük fikrine ve yaptığı onca hataya karşın kendince böyle bir çözüm bulmuştu doktor. Yapılan her siparişe kendi genetik kodlarından küçük eklemeler yaparak geleceğin dünyasına yön verecek siyasetçileri, sanatçıları, ressamları, filozofları, bilim insanlarını ve tüm bunların sigortası olarak tasarladığı muhalifleri yaratmıştı. Kendi elleriyle kirlettiği dünyayı yaşanabilir hale getirmek de ona düşmüştü.
Ufukta belirecek nice reform ve devrim rüzgârında kendi kendisiyle durmaksızın savaşacak olan Dr. Abdurahman Ali, zihnine doğru akmakta olan yüz numaralı bebeğin bulanık beyaz, pembeli mavilerle süslenmiş gri varlığı ile huşu içindeydi. Kemanların ve viyolaların müjdelediği geleceğin ılık maviliğini tadıyordu şimdi. Karnabahar ve brokoli kokusundan yükselen piyano sesleri ise ona ne kadar haklı olduğunu söyleyip duruyordu. Gerilerden gelen flüt ve zil sesleri, temkinli bir tempoda alkış tutuyorlardı. Tüm bu cümbüş âleminin erken ve yanlış bir kutlamaya işaret ettiğini, asla ama asla tedbiri elden bırakmamak gerektiğini fısıldıyordu davullar. Piyano marşvari adımlarla öne çıkarak “Az kaldı doktor, kendi yarattığın dünyanda kendinle var olmanın huzuru için az daha dayan,” diyordu. Telaşsızca öne çıkan obua, “Katılıyorum, rahimler doğuracak, emekleyen ve viyaklayan bebekler birer birer tanrılaşacak, uluslar üzerinde,” diyordu. Kontrbas ise tüm bu olanlara aldırış etmeksizin kendi bildiği yolda yani sadece ve sadece mantığın izinden gidiyordu. En dürüst davranan da oydu Kuğu Gölü’nde. Ona göre rahimlerdeki çocukların izlenebilir değerlerini takip etmek gerekiyordu, ancak onları sağ salim ailelere teslim ettikten sonra minik bir kutlama yapılabilirdi. Ziller ve timpanilere eşlik eden trompetler doktora “Geri çekil, göze batma,” diyordu ve doktor her nasılsa tüm duyu organları ile algıladığı bu öneriye hak verdi ve geri çekilerek ışıltılı bir gülümsemeyle bakındı yüz numaralı rahimde bulunan bebeğe.
Duyduğu bu senfoni nedeniyle bir yaz akşamında kumsalda yürüdüğünü ve hatta ayaklarına ılık dalgaların vurduğunu hissediyordu. Zaman akıyordu. Bu göreceli kavram, hiç hesapta yokken hızla ve tüm gücüyle geçiyordu insan ömrü üzerinden. Artık yolun sonuna yaklaşmıştı, elleri titremeye ve cildi kırışmaya başlamıştı. Klinikteki bu odada bulunan yüz sıcak yuvanın konakları onun ustalık eseri olmuşlardı. Zorunlu emeklilik sonrası kimseye söyleyemediği bu küçük sırrı, yaklaşık yirmi yıl sonra tüm dünyaya hükmedecek ve çocukluğundan beri düşünü kurduğu o mistik cenneti onun adına yaratacaklardı. Artık onun zamanı başlıyordu, kalabalığın köhne ve vurdumduymaz gericiliği karşısında daha fazla susamazdı. Kendi kişiliğini aktardığı doksan dokuz bebeğe önderlik edecek o muazzam sinestetik bebek için “Kurtuluş” adını uygun bulmuştu. O, sabahyıldızı gibi doğacaktı insanlığın üstüne. Aylar sonra bebekler rahimlerinden çıkartılacak ve dünyanın en zengin ve en korunaklı ailelerine teslim edilecekti. O günden sonra gönül rahatlığı ile emekliliğine ayrılabilirdi. Sonraki aylarda ömrü yettiğince çocuklarını sık sık görebilecekti, anlaşma böyleydi. Tıpkı Tchaikovsky’nin Kuğu Gölü’nde uyum içinde yaşayan enstrümanlar gibi yavruları da uyum içinde yaşayacaklardı yeni dünyada.
Doktor, rutin kontrollerini bitirdi ve laboratuvardan ayrılarak cam bölmenin arkasında bulunan küçük odasına geçti. Üzerini değiştirdikten sonra yavrularını izleyebilmek için koltuğuna kuruldu. Kuğu Gölü hoparlörden duyulmaya devam ediyordu. Şarkının sonlarına geldiğini üzerine dökülen kuru çınar yapraklarının dokunuşlarından ve bıraktığı kokularından anlıyordu. Huzurluydu. Çalışma masasının çekmecesinden çıkardığı yıllanmış şarabı açtı ve kadehine doldurduktan sonra camın diğer tarafındaki rahimlerde uyuyan bebeklere bakarak, “Sağlığınıza yavrularım,” dedi.