O bebeği bulduğumda güneş coşkulu ışığını olabildiğince azaltmış, ancak gece henüz tüm karanlığını bizimle paylaşmamıştı. Aslında onu bulduğum ormana pek gitmezdim. Ama son haftalarda uzayan günlerle beraber ısınan hava, aylaklık etmek konusunda aklımı çeliyor, beni maceracı bir dürtüyle dışarılara itiyordu. Üstelik katılmak zorunda olduğum grup terapisi, iki grup üyesinin beklenen intiharı dolayısıyla iptal edilmiş, bu da bana açık havada olmak için iyi bir fırsat sunmuştu. Şehrin alışkın olduğumuz caddelerinin aksine temiz, sakin ve huzurlu kalabilmiş o patikada yürürken sanal gerçeklik gözlüğümü bile çıkarmıştım.
Gözlük dediğim şey, aslında yüksek teknolojiyle üretilmiş bir yapay zekâ-insan etkileşim aracıydı. Hükûmetimiz ona total-kontroler demeyi uygun buluyor ve benim gibi duygu durum bozukluğu yaşayan kişiler için kullanımını zorunlu tutuyordu. Tüm duyuları etkileyebilen, kişinin hayatını riske atmadan onu bulunduğu yerden çok başka bir ortamda yaşadığına inandırabilen muazzam bir icattı bu. Kulak içine girebilen sapları, göze sunulan yapay görüntülerle uyumlu sesler üretiyor, böylece, örneğin aslında şehrin çöp dolu caddelerinde yürürken insana bir masal âleminde kayak yaptığı hissini yaşatabiliyordu. Ayrıca, tüm sağlık ve düşünce verilerimizi kaydedip riskli bulduğu durumlarda bize çözüm önerileri sunabiliyor, yaydığı özel dalgalarla duygu durumumuzu kısa süreliğine de olsa iyileştirebiliyordu. Bunun yanında, onun sayesinde merak ettiğimiz tüm soruların cevabına salt düşünce yoluyla erişebiliyorduk.
Ben, bu kadar faydalı olmasının yanı sıra kullanıcısını yönetimin kontrol sistemine de dâhil eden bu cihazdan ara sıra da olsa uzaklaşmayı seviyordum. O gün de yine gözlüğü çıkarıp ağaçlar arasındaki dingin ve kontrolsüz zamana dalalı henüz on beş dakika bile olmamıştı ki kulakları tırmalayan bir ağlama sesiyle irkildim. Başlangıçta onu önemsememeye çalıştım. Sonuçta bu türden sesler çıkarabilecek çok fazla cihaz biliyordum. Ama bir müddet sonra, duyduğum bu zorlayıcı seste alışılmadık bir doğallık olduğunu, sesin beklenmedik nefes tıkanmaları ve hıçkırıklar içerdiğini fark edip onun kaynağına doğru yürümeye başladım.
Yaptığım kısa yürüyüş, yere bırakılmış ağlayan bir bebeği görmemle son buldu. Normalde buna hiç şaşırmamam gerekirdi. Çünkü gördüğüm şey, duyduğum sesle birebir örtüşüyordu. Ancak bebeğin yalnız, daha da önemlisi çıplak olmasını garipsemiştim. Kafamı kaldırıp etrafta bir ‘bakım veren’ olup olmadığına baktım. Kimse yoktu. Yalnız ağaçların arasında, gözümün zorla seçebildiği bir uzaklıkta bir kadının kayıtsızca yürüdüğünü fark ettim. Nedense onun bu bebekle ilgisi olmadığını düşündüm.
Son zamanlarda bu tür vakaların sayısında bir artış olduğunu duymuştum. Yönetimin sağladığı avantajlara rağmen insanlar bir bebeğin büyütülmesi işini üstlenmek istemiyorlardı. Sorun ekonomik değildi. Sonuçta bir bebeğe doğum ve/veya bakım veren kişiler (anne, baba gibi terimler baskıcı ve mülkiyetçi aile yapısına ait kelimeler olarak değerlendirildiğinden artık tercih edilmiyordu) yalnızca rahat ve konforlu bir hayatı garantilemiyor, aynı zamanda yönetimin alacağı kritik kararlarda söz hakkına da sahip oluyorlardı. Sorun açık bir şekilde psikolojik, sosyolojik ya da daha doğru bir ifadeyle sosyo-psikolojikti.
Yaklaşık otuz yıldır, ülkemizde neredeyse tüm emek-yoğun işler robotlar tarafından görülüyor, güvenlik sistemleri robotlarca yönetiliyor, gıdalarımız bile tamamen onlar tarafından üretiliyordu. Buna rağmen yönetimi oluşturan azınlık, çocuk yapımı ve bakımının biyolojik insanlarca gerçekleştirilmesi gereken ulvi görevler olduğu konusunda ısrarcıydı. Hâlbuki kültür ortamında, üstelik ideal genetik ve epigenetik özelliklere sahip çocukların üretimini mümkün kılacak teknoloji başarıyla geliştirilmiş, bakım verme konusunda bir insanı kesinlikle aratmayan kusursuz humanoidler de dünyanın birçok yerinde sorunsuz bir biçimde kullanılmaya başlanmıştı.
Hükümetin bütün ısrarlarına karşın insanlar öylesi bir sıkkınlık, tembellik ve benmerkezcilik içerisindeydiler ki kimse bir bebeği dokuz ay karnında taşıyıp sonrasında günbegün ilgilenerek onun fiziksel ve duygusal gelişiminden sorumlu olmayı kabul edemiyordu. Bu, boş ve hissiz durmaya alışmış insanlar için tahammül edilemez bir yüktü. Dolayısıyla yönetim, biyolojik çoğalmayı cazip hâle getirmek adına aciz bir propaganda kampanyasını devreye soktu: Halka, çocukların robotlara bırakılamayacak kadar kıymetli olduğunu söylüyorlardı. Onlar bu ülkenin geleceği, asıl sahipleri, servetiydiler. Robotların soğuk donanımları çocukların ihtiyaç duyduğu sıcaklığı onlara veremezdi. Üstelik tüm bu teknolojiler başka ülkelerin kontrolü altındaydı. Belki de onların kullandığı yazılımların içinde sevgi ve dayanışmayı yok eden sinsi kodlar vardı. Sevgisiz, anlayışsız ve mutsuz çocuklarla dolu bir dünya kabul edilemezdi. Bunun için ülkemizin güzel insanları kahraman bakım verenler olarak gerekeni mutlaka yapacaklardı.
Çoğunluğun bu çağ dışı lafları ciddiyete almadığı kanaatindeydim. Zaten herkes yönetimdekilerin kendi insanlıklarının yüceltilmesini isteyen şovenler ve iktidarın robotlara bırakılmasından korkan yalancılar olduğunun bilincindeydi.
Kucağıma alarak susturmayı başardığım bu bebek için en büyük talihsizlik ise sahte hükûmet söylemlerinin tam aksi yönünde samimi bir görüş taşıyor olmamdı. Bana göre insan yaşamı, yeryüzündeki en acınası şeydi ve kişi kendi hayatını yok edecek bilgelik ve cesarete ulaştığı an bunu gerçekleştirmeliydi. Zaten ben de, tıpkı gruptaki diğer arkadaşlarım gibi, böylesi ‘sağlıksız’ fikirlerimden ötürü terapiye sokulmuştum. İşin kötüsü; şimdi bu bebek ve onun tüm hayatının bana bağlı olması, beni bu istenmeyen yönde büyük bir ilhamla doldurmuştu.
Çevremde beni durduracak bir güvenlik robotu bulunmadığından emin olmak için total-kontroler’imi takıp hızlı bir tarama yaptım. Kararsızlaşan ekonomi nedeniyle ülkenin güvenlik harcamalarında azalmaya gidildiğini biliyordum. Bu nedenle yalnızca suç oranının yüksek olduğu yakın bir mahallede, şarjı %23 seviyesinde bir güvenlik robotu olduğunu görmek beni şaşırtmamıştı. Öte yandan, olası suçluların güvenlik konusunda bu kadar açık bilgiye sahip olmalarını tehlikeli bulan yönetimin ‘görünmez’ güvenlik robotları bulundurma hakkına sahip olduğunun da farkındaydım.
Tarama sırasında aklımdan geçen düşünceler alışılmadık beyin aktiviteleri ürettiğinden cihaz bana sakinleştirici bazı dalgalar göndermeyi teklif etti. Böyle bir dalga üretimi, yaygın güvenlik ağları tarafından şüpheli olarak algılanabilir ve bulunduğum yere ilk yardım robotları gönderilebilirdi. Bu yüzden gözlükteki gücü tamamen kesip bebeğin başını omzuma dayayarak yakınlarda olduğunu bildiğim uçuruma doğru yürümeye başladım. Bu güç kesme işleminin görünmez robotlardan birini harekete geçirdiğini birazdan anlayacaktım.
Yürürken bebeğin olası geleceğini düşündüm. Onun büyüyüp sıkılmış, tembel ve her an acı çekme potansiyeli barındıran bir yetişkine dönüşmesi fikri sinirlerimi bozuyordu. İnsanın daha fazla ürememesi gerektiğine, yeryüzünü organik yaşamın kusurlarından arınmış robotlara bırakmamızın şart olduğuna inanıyordum. Günümüz robotlarının hammadde kullanarak (hatta gerektiğinde yeni hammadde kaynakları bile bularak) kendi benzerlerini (ve belki de daha iyilerini) üretebilecek kapasitede olduklarını, kuracakları ağlar ve üretecekleri araçlarla başka gezegenlerdeki yaşamlarla dahi irtibata geçebileceklerini görüyordum. Bunu hepimiz görüyorduk. İnsan, yarattığı teknoloji sonunda bu dünya için işe yaramaz, tatsız bir ayrıntıya dönüşmüştü.
Kalbimin hızla atışından olsa gerek iyice sessizliğe gömülen bebek ile heyecanlı ve geri dönüşsüz yolculuğuma devam ettim. Uzun zamandır ilk kez bir insana böylesi bir yakınlık duyuyordum. Onunla bütünleşmiş, onu kendimden bir parça saymıştım. Benimle beraber bu bebeğin de bu dünyadan silinecek olduğunu düşünmek başımı döndürüyordu.
Hedefime iki yüz metre kadar kala uyarı tabelaları görünmeye başladı. Bu tabelaların üzerinde geniş açılı güvenlik kameraları da vardı ama şu an hayli önemsizdiler. Hem görüntülerle aktifleşecek güvenlik robotlarının beni durdurmak için yeterince zamanı yoktu hem de ben yok olduktan sonra yapılacak bir yargılama işlemi tamamen anlamsız olacaktı.
Kendimden emin bir şekilde yürümeye devam ettim. İçine atlamak için sabırsızlandığım o derin çukura nihayet on adım kadar kalmıştı ki sol taraftaki çalıların arasından bir güvenlik robotu, “Dur!” diye bağırdı. Bana ismimle hitap ediyor, total-kontroler’imi kapatmış olmamın sakıncalarından bahsediyordu. Dürüst olmak gerekirse afallamıştım. Her şeyi göstermelik bir dürtüyle özensizce yapan hükûmetimizin böylesi bir önlem alabilmesi hayret vericiydi. Yoksa insan yaşamına gerçekten değer mi veriyorlardı? Onların söylediği herhangi bir şeyde gerçeklik payı olmasına inanamıyordum.
Kamu işlerinde kullanılan robotların yazılımlarındaki yüksek güvenlik önlemleri nedeniyle bu otonom görevlinin bana hiçbir fiziki zarar vermeyeceğini biliyordum. Buna rağmen silaha benzer bir aleti üzerime doğrulttuğunda endişelendim. O aletin beni hareketsiz kılacak bir ağ ya da uyuşturucu iğne içerdiğini tahmin ediyordum. Robot, ihtiyaç hâlinde elindeki silahı (evet, buna silah diyordu) kullanmaktan çekinmeyeceğini, uçurumdan derhâl uzaklaşarak bebeği güvenli bir yere bırakmam gerektiğini söylediğinde fazla vaktimin kalmadığını anladım.
Kararımdan vazgeçmeyecektim. Ona, ‘şimdi bebeği yere koyup ellerimi kaldıracağım’ yalanını söyledim. Bunun iyi bir fikir olduğunu, ama uçurumdan da uzaklaşmam gerektiğini ifade etti. Kendini tekrar edip duruyordu. Belli ki bu çukuru büyük bir tehlike olarak algılıyordu. Onu inandırmak için bulunduğum yerden geriye bir adım atıyormuş gibi yaptım. Tam bu sırada, o dikkatini hareket yönüme odaklamışken, bebeği boynuma siper ederek var gücümle ileri doğru koştum ve büyük bir sıçrayışla kendimi uçurumun boşluğuna bıraktım. Zıplamanın etkisiyle bebek elimden kaymış, kendi başına havada süzülür hâle gelmişti.
Anlık bir yanılgıyla kısa bir hata sinyali üreten robot (otonom sistemler insanların yalanlarını fark edip ona göre aksiyon almak konusunda hâlâ yeterince iyi değillerdi), hemen kendini toparlayarak elindeki silahı ateşledi. Aslında çok hızlı meydana gelen olaylar, zihnimin zamanı algılayışındaki yavaşlama nedeniyle adım adım ve çok açık bir şekilde işleniyordu.
Uçurumun üzerinde ağırlıksızmış gibi durduğum milisaniyeler içerisinde, bebek silahtan fırlayan ağ tarafından yakalanmış ve bu ağ üzerindeki elektronik donanım sayesinde robota doğru güvenli yolculuğuna başlamıştı. Bense bir yandan robota, bir yandan bebeğe, bir yandan da bir daha asla göremeyeceğim ormana bakarken büyülenmiştim. Hayatımda ilk kez, var olmak, uzay-zaman içerisinde bir yer kaplamak ve sürekli değişerek tüm bu oluşu deneyimlemek bana vazgeçilmesi mümkün olmayan, kutsal bir hediye gibi gelmişti. Hayatımdaki tüm sıkılma anları, acılar, kalp kırıklıkları ve umutsuzluklar ağırlığını yitirmiş, geriye yaşamın alabildiğine hafif, rahat ve keyifli de olabileceğini gösteren berrak bir farkındalık kalmıştı.
Tam bu esnada bebeğin ağlamasıyla kendime gelip başımı aşağı çevirdiğimde, beni uçurumun dibine yapıştıracak kütle çekim dalgalarını seçebildiğimi sandım. Boşa giden bir yardım çığlığı boğazımı yırttığındaysa artık başka hiçbir şey yapmanın mümkün olmadığı kör bir noktaya ivmeli bir hızla çakılmıştım.
Aslında gayet sağlam bir bk öyküsüydü. Sondaki epifani daha vurucu olsaydı ve ana karakterin birkaç çocukluk-gençlik anısını okuyup daha da samimi bir bağlantıya sahip olsaydık10 puan verirdim. Şu anki haliyle 8/10. Kaleminizin devamını dilerim