Cayır Cayır Yaktık Biz Bu Gezegeni

Cayır Cayır Yaktık Biz Bu Gezegeni | Ardakan Coşkun (Kısa Öykü)

Bir resme bakıyordum. Mutlu bir aile resmiydi bu. Muhtemelen yok olup gitmiş bir çocuk tarafından vakti zamanında pastel boyayla çizilmişti. Bir anne vardı resimde, bir de baba. Ortalarında da resmi çizen çocuk. Ellerinden tutmuş ebeveynlerinin. Üçünün de yüzünde güller açıyor. Hemen yanlarında bir örtü var yerde. Örtünün üzerinde de tadını, kokusunu hatırlayamadığım meyveler ve sebzeler ve daha niceleri. Ama en azından, gözlerimi kapattığımda arkalarında akan masmavi nehrin şırıltısını duyumsayabiliyorum ve bulundukları yemyeşil ovanın üzerinde yükselen güneşin ısısını da hissedebiliyorum. Sonra hayıflanıyorum. Keşke kuşların melodilerini de duyumsayabilsem, diyorum kendi kendime…

Tek ve en büyük eğlencem bu resme bakmaktı. Daha önce okumuş olduğum kitapları tekrar tekrar okumaktan sıkılmıştım artık. Sığınağımızda da pek fazla kitabın var olduğu söylenemediği için, insan alternatif bir eğlence kaynağı arıyordu doğal olarak. Ancak mesele bu değildi. Buradaki tek derdimiz yaşamaktı, gerisi o kadar da mühim değildi aslında.

Canımın sıkıldığı ve hayatta kalmayı başarabildiğim zamanlarda bu resme bakıp hayal kurardım sık sık. Ovanın ortasında dolandığımı, nehirden temiz su içtiğimi, ailenin kendi ailem olduğunu ve onlarla piknik yaptığımı hayal ederdim. Hatta bazen çok ileriye gitmeye bile çalışırdım; ovayı aşmaya kalkardım, bu kâğıt üzerindeki cennetin ötesine geçmek isterdim. Ama bunu hiçbir zaman başaramazdım, çünkü resmin yanmış ve de yıpranmış köşe kısımları, bana gerçek dünyayı hatırlattığı için, bunu yapmama mâni oluyordu. Ancak yine de, ne zaman resme baksam bunu her seferinde denerdim. Sonuç olarak da bir damla göz yaşımı feda ederdim.

Yine hayallere dalacaktım ki, kapı niyetine kullandığım gardırop kapağım çalındı aniden. Daha ben ”girin” demeden içeriye girdi kapımı çalan. Müdür idi bu. Sığınağımızı yöneten adam. Hiçbirimiz onun gerçek adını bilmiyorduk, hepimiz ona ‘Müdür’ diye seslenirdik. Gerçi hiç kimse birbirini doğru düzgün tanımıyordu ki burada. Yıllar önce bizi bir araya getiren şey, panik ve de ölüm korkusuydu.

İyi bir adamdı Müdür. Erzak aramak için hafta sonları aramızdan birisi yüzeye çıkardı hep ve her kim çıkarsa çıksın, o da onunla giderdi. Bu hafta da sıra bana gelmişti. ”Hazır mısın?” diye sordu. Kafamı salladım. Ben daima hazırdım: Her an her şey olabilirdi yaşadığımız bu çöplükte. Uyurken bile yanımda bir tabanca ve bir bıçak taşırdım. Bu iki şey beni rahatsız edebilecek en son şeydi.

”Güzel,” dedi Müdür gülümseyerek. Memnun olmuş gibiydi. ”Bana beş dakika ver, asansörün orada buluşalım.” Yine kafamı sallayarak cevap vermek niyetindeydim ama sözünü bitirir bitirmez hemen çekip gitti.

Konuşmaktan pek hoşlanmazdım ben, çünkü aynı insanlarla sohbet etmekten sıkılmıştım artık. Onlarla paylaşacak bir şeyim kalmamıştı.

Uzandığım yerden güçlükle kalktım, her yerim uyuşmuştu. Resmimi özenle katlayıp ceketimin iç cebine koydum. Sonra da çalışma masamın köşesine dayamış olduğum Çin yapımı makineli tüfeğime uzandım. Sık sık tutukluk yapardı, ama beni daima idare etmişti hayat alan bu namussuz. Ardından içinde cephane, erzak ve gaz maskesi ile birkaç radyasyon hapı bulundurduğum yıpranmış askeri sırt çantamı da kaptığım gibi daracık ahşap barakamdan dışarıya çıktım. Müdürü bekletmeye gelmezdi, fazla oyalanmamalıydım. Gitmeden önce barakamın kapısına zincir vurdum. Hoş, çalınabilecek bir şeyim yoktu gerçi, bütün yiyeceğim yanımdaydı, ama ayyaşın birisinin yatağımda sızıp kalma ihtimali olduğu için bunu yaptığıma memnun oldum.

Kimseyle vedalaşmadan doğruca asansöre gittim. Sevdiğim ve değer verdiğim herkesi nükleer savaş sırasında kaybetmiştim, dolayısıyla vedalaşabileceğim kimsem yoktu. Buradaki insanlarla tek ortak noktam; hâlâ hayatta olmaktı sadece. Ve hayatta olmamızın tek sebebi, savaş çıktığı an, sığınak niyetine kullandığımız bu eski maden ocağının yanından geçecek kadar şanslı olmamızdı.

Asansöre vardığımda haydutlara karşı nöbet tutanlara selam verdim. Selamıma karşılık aldıktan sonra geçip bir köşeye oturdum ve Müdür’ü beklemeye koyuldum. O sırada da asansörü düşündüm. Beni çok korkutuyordu kahrolası şey, çünkü bizi yüzeye çıkaran tek yol buydu. Öyle ya da böyle, bir gün bozulacaktı elbet. Hangisi daha kötü olurdu bilmiyorum: Sığınakta mı mahsur kalmak, yoksa yüzeyde mi?

Çok geçmeden Müdür geldi. Nöbetçiler, Müdür’ü görür görmez hemen asansörün kapısını açtılar ve ben de kalkıp Müdür’ü beklemeden asansöre bindim. O da gelince ağır ağır yukarı çıkmaya başladık. Müdür de benim gibi bir makineli tüfek ile bir çanta kapmıştı. Radyasyondan koruyan o havalı giysilerden getirmemişti, neden getirmediğini de sormadım, çünkü bunun ne demek olduğunu biliyordum: Kapalı ve güvenli bir yere gitme niyetindeydi Müdür.

Yüzeye çıktığımızda, yanı başımızda olan otobandaki devrilmiş birkaç aracın altına sığındık hemen. Güneşin altında durmak pek akıllıca değildi. Ben etrafı kolaçan etmeye başlarken, Müdür de bir harita çıkardı: Kendi çizmiş olduğu bir haritaydı bu, yıllar önce yağmalayabileceğimiz yerlerin haritasını çıkarmıştı. Bu sefer nereye gideceğimiz hakkında düşünmeye başladı, çok geçmeden de bir karara vardı. Eliyle gösterdi bana, kuzeydeki kurumuş gölün ve oradaki eski teknelerin, daha doğrusu teknelerden arta kalmış paslı hurda yığıntılarının, ötesindeki yarı ayakta kalmış, moloz dolu şehirdeki, ne fabrikası olduğunu tam olarak bilmediği bir fabrikaya gidecektik. Yiyecek fabrikası olma ihtimalini ikimiz de düşünmüştük ve bu, ikimizi de sevindirmişti.

Aslında bu şehirden başka gidebileceğimiz bir yer de yoktu yakınımızda: Doğumuz, batımız ve güneyimiz tamamen dağlarla çevriliydi. Bu dağların ötesini geçmeye de hiç yeltenmemiştik, çünkü radyasyon, güneşin mor ötesi ışınları ve haydutlar gibi şeyler karşılaşmamak istediğimiz şeylerdi.

Havada tek bir bulut dahi yoktu, yeryüzü kavruluyordu. Turuncu manzaraya bakmak bile insanın hemencecik susamasına sebep oluyordu. O yüzden pek vakit kaybetmemeye karar verdik, sığındığımız araçların altından çıktık ve yola koyulduk. Otobandan uzaklaşırken şöyle bir dönüp araçlara baktım. Acaba hangisi benim aracımdı, diye düşündüm. Hepsi birbirine benziyordu artık; paslanmış, tekerleksiz metal yığınlarıydı her biri.

Şansımız büyüktü ki, yol boyunca başımıza kötü bir şey gelmedi. Tabii farkında olmadan yediğimiz az miktardaki radyasyonu saymazsak. Buna karşın yapabileceğimiz tek şey radyasyon haplarımızı yutup dua etmekti. Nitekim öyle de yaptık, tabii dua kısmını es geçtik.

Fabrikanın üst katları tamamen çökmüştü, sadece ilk katı ayakta kalabilmişti. Haliyle içeri girmemiz epey zor oldu. İçeri girebilmek için uğraşmış ve sonucunda hiç istemediğimiz kadar yorulmuştuk. Fakat sonunda zafere de ulaşmıştık.

Buradan sonra işler epey garip bir hâl aldı…

İçeri ilk giren ben oldum. Sanırım fabrikanın depo kısmına veya onun gibi bir yere girmiştim, emin değilim, oldukça geniş ve boş bir alandı burası. Müdür beni dışarıda bekliyordu, tehlikeli bir durumun olmadığını kontrol ettikten sonra ona bildirecektim. Her ne kadar iyi bir adam olsa da Müdür, statüsünün artılarını kullanmaktan hiçbir zaman çekinmiyordu.

Makineli tüfeğime koli bandı ile monte etmiş olduğum el feneriyle etrafa göz attım nişan alarak. Tam tehlikeli bir durumun olmadığını Müdür’e bildirecektim ki, birdenbire ayaklarımın altı sarsılmaya başladı, içgüdüsel olarak el fenerimi, daha doğrusu silahımı, yere doğru çevirdiğimde; her yerin çatlaklarla kaplı olduğunu gördüm. Kendime not: Bir dahaki sefere yarı yıkılmış bir yere girdiğinde adım attığın yere dikkat et.

Daha sonra neler olduğunu tam olarak hatırlayamıyorum, birdenbire kendimi kapkaranlık bir yerde baş ağrısı ile birlikte buldum. Sersemlemiş gibi hissediyordum kendimi, yanağımdan aşağıya doğru sıcak bir sıvı akıyordu. Yukarımdan da anlaşılması güç, boğuk bir ses geliyordu. Baş ağrım sanki duymamı güçleştiriyordu. Galiba aşağı düşmüş ve bilincimi bir süreliğine kaybetmiştim.

Kısa süre sonra yavaş yavaş kendime geldim, sersemliğim ortadan kayboldu, yaşadığım ânı idrak edebilmeye başlarken, gelen sesi de rahatlıkla işitebilmeye başladım: Müdür idi bu. ”İyi misin? İyi misin?” diye bağırıyordu, sesi hafifçe yankılanıyordu.

”Evet,” diye bağırdım ben de ona. Kafamı yukarıya kaldırdım, ne kadar büyük bir yükseklikten düştüğümü görünce dehşete kapıldım. ”İyiyim, ama sanırım yaralandım, başım kanamış!”

”Tamam!” dedi. ”Dert etme ve bir yere ayrılma! Oraya gelmenin bir yolunu bulacağım!”

”Pekâlâ,” deyip yere oturdum, ama yine sözünü bitirir bitmez ayrılmıştı, sanırım böyle bir huyu vardı bu herifin. Neyse, elimi yavaşça kafamda gezdirdim, durumumum ne kadar kötü olduğunu anlamaya çalıştım. Yarayı bulduğum anda elimi hemen geri çektim, acayip sızlamıştı ama aynı zamanda da içim de rahatlamıştı çünkü küçük bir yarıktı bu sadece. Bu kadar yüksekten düşüp hafif yaralandığım için kendimi şanslı saydım.

Bir süre sonra gözlerim karanlığa alıştı ve az ilerimde ufak bir parlaklığın olduğunu fark ettim. Silahımdı bu. Almaya gittiğimde onlarca parçaya bölünmüş olduğunu gördüm, işe yaramaz hale gelmişti ama neyse ki fener hâlâ sapasağlamdı. Bandı dişlerimle yırtıp feneri aldım, etrafa göz atmaya başladım.

Bir tür koridora falan düşmüştüm galiba: Ayağımın altındaki fayanslardan bazıları çatlayıp kırılmıştı. Duvarların beyaz boyası akmış ve dokunduğunuzda dökülebilir hale gelmişti. Ve duvarların tavana yakın kısımlarında da birkaç tane metal boru vardı, küçük deliklerden biraz buhar kaçırıyorlardı, kulağa yılan tıslıyormuş gibi geliyordu. Bir de, emin değilim ama, etraf yağ kokuyordu sanırım.

Fenerimin ışığı zayıf olduğu için koridorun ne ilerisini ne de gerisini görebildim. Gidip etrafı keşfetme gibi bir dürtüye kapıldıysam da, yapmadım. O sırada da Müdür geri geldi zaten. Görünüşe göre bir yol bulamamıştı.

”Üzgünüm, bir yol bulamadım,” dedi tahminimi doğru çıkararak. ”Fakat endişelenme! Sığınağa geri döneceğim, yardım getirip seni oradan çıkartacağım! Yiyeceğin falan var değil mi?”

Endişelendiğim falan yoktu, Müdür’ün öyle ya da böyle beni kurtaracağını iyi biliyordum. Nitekim öyle de oldu zaten. ”Evet! Çantam hâlâ benimle birlikte,” dedim. ”Yaram da kötü değil zaten. Acele etme, dikkatli git!” Bir an, beni dinlemeden yine ayrıldı mı acaba, diye düşünmedim değil. Neyse ki, ”Tamam,” diyerek ayrılmadığını belli etti.

O gittikten sonra sırtımı duvara verip yere oturdum. Beton buz gibi soğuktu ama umursamadım. Önce fenerimin ışığını, ardından da gözlerimi kapattım. Biraz dinlenmeye karar verdim. Her ne kadar cebimden resmimi çıkarıp biraz hayal kurmak istesem de, fenerimin ışığını ziyan etmeye pek niyetli değildim.

Kafanıza darbe almışken uyumak pek mantıklı değildir ama içim geçmiş, bir süre boyunca uyumuşum. Eğer bir ses duymasaydım, muhtemelen daha da uyurdum. Ses, koridorun öte yanından geliyordu; bir kadın ağlıyordu sanki. Uyku sersemi olduğum için ilk başta anlayamamıştım, lakin kendime gelince… evet, gerçekten de bir kadın hüngür hüngür ağlıyordu.

Fenerimi açtım, tabancamı çıkardım. Bir haydut olabilirdi bu kadın. Ağır adımlarla ilerleyip sese vardım. Çokta uzağımda değilmiş aslında, saniyelerimi aldı ona varmam. Dizlerinin üzerine çökmüş, ellerini yüzüne gömmüş, kir pas içinde, küçük bir çocuk gibi ağlayan, çırılçıplak bir kadındı bu. Geldiğimi fark edince ellerini yüzünden indirdi, bana baktı, göz yaşlarından dolayı boğulmasına ramak kalmış gibiydi. Bir haydut falan değildi bu kadın, ama onlar tarafından çok kötü şeylere maruz kalmış birisiydi muhtemelen. Çünkü bana söylediği ilk şey, ”Beni öldürür müsün?” oldu.

Kadıncağızın bu hali içimi yakmıştı resmen. Çok zavallı görmüştüm ben bu gezegende, ama böylesini daha önce hiç görmemiştim. Silahımı indirdim, ceketimi çıkardım, çömelip zavallının üzerini örttüm. ”Lütfen, lütfen,” deyip duruyordu. Sakin olmasını, her şeyin geçtiğini, artık güvende olduğunu söyledim. Sıkıca sarıldı bana, kafasını göğsüme koydu. Bir süre boyunca ağlamaya devam etti öylece.

Kadın, eskiden tanıdığım; sevdiğim birisini hatırlatmıştı bana, o yüzden ben de neredeyse onun gibi ağlamaya başlayacaktım az kalsın. Kendimi zor tuttum.

Bir yılan gibi sımsıkı sarılmıştı bana, canımı acıtıyordu hatta. Çok narin görünmesine rağmen, oldukça kuvvetli birisiydi. Ben de ona sarıldım, sırtına hafifçe pat pat diye vurdum ve ovaladım. Güvende olduğunu anlamasını istiyordum. ”Ne oldu sana?” diye sordum.

Hıçkırarak, ”Özür dilerim,” dedi.

Dediğine pek anlam verememiştim. ”Ne için?” diye sordum.

Bana sarılmayı bıraktı, kollarımın arasından sıyrılıp ayağa kalktı. Işığı ona tutunca, elinde bir şeyin parladığını fark ettim: Bana fark ettirmeden belimdeki bıçağı almıştı. Hemen ben de ayağa kalktım, birkaç adım geri çekildim. Hiç istemesem de elimi tabancama götürdüm.

Tekrar, ”Özür dilerim,” dedi. O an kötü bir şey yapacağından korktum, ama neyse ki yapmadı, sözüne devam etti.

”Sizi anladık, sizi sevdik, size acıdık, size yardım etmek istedik; ancak başaramadık, engel olamadık… Biz sizi eğitecektik, biz size gösterecektik, ama her şeyi mahvettiniz, her şeyi yok ettiniz. Yaşamamızın bir anlamı yok artık.”

Neden bahsettiği hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu, onu anlayamıyordum. Kekeleyerek, ”Neyi gösterecektiniz?” diye sordum. Açıkçası ne diyeceğimi bilmiyordum, bula bula bunu bulabilmiştim.

O an, şişmiş olan gözlerinden son damlalarını akıttı. Birden bıçağı kendi böğrüne sapladı. Önce bıçağa, sonra dehşete kapılmış olan bana baktı. ”Ne kadar değerli bir gezegende yaşadığınızı,” dedi. Ve son sözü, ”Yardım edemedik,” oldu. Yavaşça geriye doğru devrildi. Ölmüştü…

O ana kadar hiçbir şeyi anlamamıştım. Artık her ne yaşadıysa, onun travması yüzünden kendini öldürdü, diye düşünmüştüm. Fakat o yere düşer düşmez hemen yanına diz çöküp bıçağı karnından çıkardığım zaman her şeyi anladım… O kabloları ve birtakım mekanik zımbırtıları görünce anladım… Bu bir Android idi! Kanı, daha doğrusu yağı, falan akmadı. Onun yerine, kıvılcımlar çıktı içinden. Bir süre sonra karnı yanmaya başladı ve çok geçmeden bütün bedeni alev aldı. Her yer aydınlandı ve bu sayede fabrikanın bir Android fabrikası olduğunu fark ettim: Her yerde Android parçaları vardı…

Bütün bunlardan sonra anılarım canlandı ve Androidin neden bahsettiğini en sonunda kavrayabildim: Gökyüzünün masmavi, yeryüzünün ise yemyeşil olduğu zamanlarda; yani nükleer savaş öncesinde, Androidler en yakın dostlarımızdı. Yüksek yapay zekâları sayesinde kendilerini üretiyor ve yapay hayatlarını biz insanlara adıyorlardı: İtfaiyeci olup alevlerin arasına rahatlıkla girebiliyor, uzaya açılıp gezegenleri keşfe çıkabiliyorlardı ve bunlar gibi onlarca konuda bize yardımcı oluyorlardı. Fakat en önemlisi öğretmen olmalarıydı… Türümüzü yeterince gelişmiş kılabilmek adına bizi eğitiyorlardı… Ancak başaramadılar bunu. İzin vermedik çünkü. Androidle birlikte yanmakta olan ceketimin içindeki resim gibi cayır cayır yaktık biz bu gezegeni. Cayır cayır!

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

depresyon

Depresyon | Erkan Ceylan (Kısa Öykü)

Dr. Zeynep Altın, psikiyatri kariyerinin beşinci yılında mesleğinin sınırlarını zorlayacak bir vaka ile yüzleşmek üzereydi. …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin