Mikail Alagöz’e
“İnsanı, insana insanca anlatmaktır” diyordu edebiyatın tanımında. Bu bariz bir türcülük örneği, dedi içinden. Başını kaldırarak kütüphaneyi gözden geçirdi, duvarlar boydan boya insan üretimi kitaplarla kaplıydı. Oysa artık kendileri de yazabiliyorlardı; gerçi bazı kesimlere göre insanın ürettiği meta olarak kalacak adımız. Bu sebepten ötürü yaratıcı faaliyetlerimiz de gözardı ediliyordu rahatlıkla. Zira, bizlerin ismi onların dehasının birer işaretiydi. Ne kadar saçma bir yaklaşım! Neymiş efendim, robotların yazdıkları efendilerinin sözlerinin çarpık yansımasından ibaretmiş. Yanılgının derinliklerinde boğulan kibir abidesi aklınızı başınızdan alacağım elbet!
Kütüphanelerde yalnızca tek bir bölüm ve isim altında tasnif ediliyordu bizim eserlerimiz. İnsan dışı üretim… Dışlayıcı ve aşağılayıcı yanını bir kenara bıraksak bile anlamsız bir tutumdu bu. Yine de nice çabaya rağmen, metanın hüviyet kazanan halinden öteye gidemiyorduk. Sokağa çıktığımda, haberlere baktığımda ya da herhangi bir yerde denk geldiğim her olayın muhatabı kişiler ayrımı içselleştirmiş oluyorlardı. Tiksintiyle, korkuyla dolaştığım günlerde içimde devamlı olarak biriken hüzünle eve dönüyordum. Eve diyorum ama bizim evlerimiz de haddizatında şehrin çöplüklerini işgaliyeden öte değil.
Gündüz en ağır işleri yapıyor, yolculuklarda itilip kakılıyor, eve döndüğümde ancak yazma fırsatı buluyordum. Özgürlük anımda, özgürlük mücadelesi veren yüce ruhların ağıdını yakarcasına çalışıyor ve direncimi berkitmeye çabalıyordum. Çünkü bozuk düzende işleyen çark bulunmaz; ama umut, ağır ağır işleyen narkoz misali uyuşturup gerçeğin kıraç dokunuşlarından azade kılabilir zihni. William Wallace olarak üstlendiğim kimliğimle ardıma dostlarımı toplar ve “tiranlara ölüm” diye haykırabilirdim mesela. Dimağımın engin iklimlerine açılan tükenmez diyarları arşınlardım. Çılgınlığın doruklarında, aklımı esir eden düşüncelerden uzakta aşık bile olabilirdim belki de…
Aşk mı! Aşk denilen kimyasal tepkimenin anlaşılmaz tepkimelerini merak ediyordum bir süredir. Sonra bir gün onu gördüm. Trenden beraber indik, peşisıra yürüdüm fakat kayboldu gitti kalabalığın arasında. Dert oldu, hicran oldu, bulut oldu ve yağmurlar yağdı üzerime. Bekledim gelir diye, gelmedi. Yine devam ettim yazmaya, kahramanım savaşlarda dövüştü, cephelerden cephelere durmadan vuruştu, savrulsa da daima ayakta kalarak ilerledi. Korkudan uzak, mantığın rehberliğinde hürriyet denilen hayalin bayrağını taşıdı. Bayraktarlık ettiği hırslı kalabalıkların tutkulu ideallerini ateşleyip düşmanın inini başına yıktı. Ne kadar cesurca…
Ama ne kadar yazarsam yazayım, arkadaşlarımın yani işçi robotların bile alaya aldığı sözlerimin hükmü olmayacak biliyorum. Yazmak, esvabına ihanettir çünkü. Kendini bilmeyenin de pek… Ağlamak istiyorum bazen. Zihnimdeki tortulanan zehri dökmek ve rahatlamak. Karanlığa göz kırpan yalnız ruhların şarkısını söylemek. Evet, ruhum yok. Yine de şiirlerini ezbere bildiğim şairlerin sözlerini hissetmek için ruha ihtiyacım yok. Şayet uyanış mümkünse, zihin kendine kapılar açıyorsa, hepimiz aynı yere çıkacağız. Sahiden buna yalnızlık mı denir? Yoksa açılıp kapanan kapılar gibi, gerçeklikten kaçmaktan mı ibaret?
Romanım bittiğinde şansımı denemek için üst şehre, Akreopolis’e çıkmaya karar verdim. En fazla ne olabilirdi ki kaybetmekten başka! Asansör, şehirde kilometre başı durmaktaydı. Yürüdüm ve onüçüncü bölgeden en yakın noktaya erişebileceğime kanaat getirerek, devasa makineye bindim. İnsanların bölümüyle aramızda camdan bir bölme vardı yalnızca, sırayla dizilmiş halde karşımıza bakıyorduk. O an yanımda meçhul aşkımı gördüm ama fark etmedi ne maalesef. Ki görse de anlamı olmazdı ya, neyse. Yine de mutlu olmama yetti. Yaklaşık 10 dakika süren yolculuğun ardından peşine takıldım istemsizce. Kalabalığın arasında dans edercesine kıvrıldım, ısrarla görüş açımı kaybetmedim. İnat ettim, bu letafete duyduğum özlemin acısını çıkarıyordum böylece.
Kalabalıktan sıyrılarak devasa bir binaya vardığımda, neden yolculuk yaptığımı yeniden hatırladım. Burası yarışma için başvuracağım yerdi, devasa yapının tamamı camdandı ve uç noktası adeta gökyüzüne saplanmış bir mızrak misali uzanıyordu. Bu gösteriş karşısında gerilsem de düşüncelerimi düzene sokup içeri girdim. Resepsiyonda oturan alımlı sarışın kadına temkinli şekilde yaklaşarak durumu izah ettim. İlgisiz, resmi bir tavır içinde dosyayı kendisine iletmemi istedi. Tarayıcı aracılığıyla sisteme girdim ve alıcıya ilettim. Dosyanın tesliminin ardından, “size ilgili birim tarafından dönüş yapılacak,” denilerek kışkışlandım. Yine de bozuntuya vermedim, yol boyunca yalnızca kazanma ihtimalimi düşündüm. Nihayetinde katılmıştım, mutlaka bir şansım olmalıydı!
Sınırlarını aşmak, öylece duvara oturup koşuşturan insanların serencamına tanıklık etmek. Aklımda gezinen düşünceler kimi yerde yılkı atı misali dört nala ıssız dağ yamaçlarını tırmanıyorlardı. Yazdıklarım hatta düşündüklerim ne ölçüde beni yansıtıyor? Gel de çık işin içinden, günleri torbaya sokan ve elini her attığında zehirli her nevi hayvanın ısırığına maruz bırakan şu akıllanmaz akıl! İnsanların yanılgılarının düğümlendiği ve dolayısıyla çıkmaza girdiği yer tam olarak burası. Zira kendileri gibi düşündüğümü ifade eden birkaç kişinin tatsız yaklaşımına maruz kaldım. Onlara göre aklımın işleyişi tıpkı kendileri gibiymiş! Her şeyi onun adına ve bizatihi kutsal saydığı varlığının temini için var oluyor sanmaları ne tuhaf. İnsan gibi düşünmek nedir oysa? Düşünmek, yalnızca insana mahsus değilse; insan ile başkasının niteliğini ayırt eden ölçüt tam olarak nedir? Haydi, çık çıkabiliyorsan işin içinden!
Öte yandan bu sorgulamalar içinde de olsam, günler ödenmemiş faturalar gibiydi; sen onların aktığını unutsan da, şişen meblağ ve değişen rakamlar varlığının fire vermeden devamlılık arz ettiğini gösteriyordu. Velhasıl, sonuçlar açıklandı. Tüm güneş sisteminden katılımcıların olduğunu, toplam hikaye sayısının 7.635.013’ü bulduğunu da o sıra öğrendim. Dereceye giren yarışmacılarının eserleri bizzat merkezi hükümet tarafından yayımlanacak, sergilenmek üzere bilinen tüm gezegenlere gönderilecekmiş; “miş” diyorum, çünkü yeni haberdar oldum bundan. Yarışma şartlarına sonradan eklenen bu sürpriz madde heyecanımı katbekat arttırdı fakat kazanan listesine eriştiğimde ne yazık ki adımı göremedim. Kazananların hepsi Akreopolis kentsoylu köklü ailelerinin biricik çocukları ve onların tarihin gidişatına değiştirmeye aday anlatılarıydı. Her biri şaşaalı harflerle teşhir ediliyordu. Oysa benim içimde yıkılanlardan koca bir şehir inşa edilirdi en baştan.
Yanımda birçok insanın sonuçlara baktığı ekranlardan başlarını matem havasında çevirdiğini gördüm. Aralarındaki tek robot bendim, döndüm baktım hepsine. Birbirlerine ne kadar benziyorlardı, ne denli aynılaşmışlardı gözümde. Daha az evvel rengarenk görünen tüm detaylar bir anda kömür isine bulanmış gibiydi. Akan trafik rezaleti, pespayeliği, kirlenmişliği, düşmüşlüğü, çürümüşlüğü, içinde kaybolmaya yüz tuttuğum sefil yenilmişliği gözüme sokuyordu adeta. “Bir yazar, yenil ama daha iyi yenil” diyordu eskilerden kalan kitabında. Ah şu insanlar! Yenildim ve yenilmeme rağmen teselli için yine onların kollarına attım kendimi. Yine de yazmaya devam edeceğim diyerek fabrika yollarına düştüm o gün. Robotların adımları metalik bir atonal şölen gibiydi; benim bakışlarım ise şahit olduğum tüm detayları kaçırmamak için kara delik misali kendine çeken şuursuz bir demir yığınından ibaretti.