Annem beni aradığında, kızıl saçlı hemşire hasta yatağımın az ötesinde sütyeninin kopçasını açmakla meşguldü. Turkuvaz mavisi teni pencereden içeriye dolan yabancı bir güneşin ışığı altında parıldamaktaydı. Uzayın derinliklerinde kozmik barışı korumak adına savaşırken yaralanan ve son güncellenen evren haritasında bile yer almayan bu güneş sisteminin hayatla kutsanmış tek gezegeninde tedavi altına alınan cesur savaşçı için -ki bu ben oluyordum- yapmayacağı şey yok gibiydi. Görünüşe göre üzerindekileri çıkarmak da buna dâhildi. Tabii çıplak vücudunu sergilemesinin yaralarımın iyileşmesine ne gibi bir fayda sağlayacağını bilemiyordum. Elbette yapımcı firma gibi kullanıcıların da buna kafa yorduğu yoktu.
Ben de bu kullanıcılardan biriydim. Senaryodaki tutarsızlıkların canı cehenneme. Şu anda bu dünya dışı yaşam formunu çıplak görmekten başka bir şey düşünemiyordum. Annem de tam arayacak zamanı bulmuştu doğrusu. Bravo anne! En iyisi lensfona cevap vermemekti. Annem birkaç kez çaldırıp kapardı. Oysa kulağım titredikçe titriyor, annem vazgeçeceğe benzemiyordu. Sci-Fi Strip Club uygulamasını sonlandırıp aramayı cevaplasam iyi olacaktı. İyi olacaktı ama uygulama kapanmıyordu ki. Anlaşılan lensim yine takılmıştı. Son zamanlarda bir uygulama açıkken arama gelirse sıklıkla bu sorun oluşuyordu.
Hemşire sütyenini kafasının üzerinde çevirdikten sonra bana doğru fırlattı. Önce kadının dört dolgun memesine, sonra da cevap vermemi bekleyen annemin yüzüne baktım. Onun bu sahneyi görmesi olanaksızdı tabii. Yine de kendimi yakalanmış gibi hissediyordum. Yüzüm ateş gibi yanmaya başlamıştı. Sanki pencereden sızan güneş gerçekten yüzümü ısıtıyordu. Şu uygulamadan çıkmayı bir başarabilsem…
Lensim gelen aramaya kendi kendine cevap verince kafamdan aşağı kaynar sular boşaldı. Belli ki bugün beni çıldırtmaya yemin etmişti. Bu gidişle başaracaktı da. Neyse ki kucağıma bir yastık koyacak kadar hızlı davranmayı başardım. Gerçi annem beni görür görmez neler karıştırdığımı anlayacaktı kuşkusuz. On dokuz yaşındaysanız ve evde tek başınızayken kucağınızda bir yastıkla yatağınızda çıplak oturuyorsanız annenizi kandırmanız olanaksızdır. Oysa annem neler karıştırdığımla ilgilenemeyecek kadar telaşlı görünüyordu. Heyecan içinde bir şeyler anlatıyor, ama sesi, hemşireye eşlik eden müziğe karıştığından dediklerinden bir şey anlaşılmıyordu.
Hemşire eteğinin fermuarına uzandı, uzanmasıyla da mermerden bir heykel gibi donup kalması bir oldu. Hemen sonra ekranda, “Bir hata oluştu. Kapat ya da bekle,” yazısı belirdi. Oyalanmadan kapata tıklayıverdim. Hemşire de hastane odası da yok oldu. Rahat bir nefes aldım. Yeniden odama dönmüştüm ve sonunda annemin dediklerini anlayabiliyordum.
“…duyuyor musun beni? Dedenin vakti azaldı diyorum. Ne yapıyorsan bırak, oyalanmadan gel. Duydun mu? Cevap versene oğlum!”
“Duydum anne, duydum. Geliyorum hemen.”
“Kapatıyorum. Burası kalabalık. Çabuk gel, oyalanma.”
Bir an evden çıkmadan önce hemşire ile olan maceramı tamamlamayı düşündüm. Ama bir kez tadım kaçmıştı. Hem lensim yine takılabilirdi. Evde kalıp keyif yapmayı planlarken şu başıma gelene bakın. Hangi erkek, gününü dört memesi olan uzaylı bir afet ile geçirmek varken dedesinin cenaze kaydı ile meşgul olmak ister?
Dedem birkaç sokak ötemizde oturduğu için herhangi bir araca binmem gerekmiyordu. Hem yürürken araçların başımın üzerinden geçmesi hoşuma gidiyordu. Hızlı sayılmayacak bir tempoda yürüsem de on üç dakika sonra oraya vardım. Dedemin evi akrabaların ve konu komşunun hologramlarıyla doluydu. İğne atsan yere düşmezdi. Tam bir dijital göçmen olan Haşim dayım bile bir köşede titreşerek dikiliyordu. Dedemin Mars’ta dönüm dönüm arazisi olmasa burada bu kadar kişi olur muydu, düşünmeden edemedim doğrusu. Herhalde bir tek babam orada değildi. Gezegenler arası ticaret yapan bir iş adamıysanız kafanızı kaşıyacak vaktiniz olmaz. Üstelik siz de biliyorsunuz ki gezegen dışından bağlanmak öyle ucuz değildir. Babamın hayatta asla boşa harcamayacağı iki şey vardır: Para ve zaman.
Ev sahibi sayıldığımdan herkesle tek tek selamlaşmak zorunda kaldım. Çinliler işkence olarak bu yöntemi de kullanmalıydılar. Bir noktadan sonra nefes alamayıp öleceğinizi sanıyorsunuz. İnsanlar sizin ne yaptığınız ve ne yapacağınızla amma da ilgileniyorlar. Yok Asteroit Madenciliği varken neden Uzay Turizmi okuyormuşum, yok ne zaman evleniyormuşum, yok babam gibi ticarete atılsaymışım ya, yok bilmem ne… Elbette hiçbirine Mars’da bir striptiz kulübü açma fikrimden bahsetmedim. Henüz bunu duymaya hazır olduklarını düşünmüyorum. Ne zaman hazır olacakları konusunda da en ufak bir fikrim yok açıkçası.
İnsanlardan uzaklaşmak için soluğu dedemin yanında aldım. Geçen ay, yüz elli yedi yaşına basan dedem son teknoloji yaşam destek yatağının içinde sırt üstü yatmaktaydı. Beyaz bir örtünün altından çıkan çıplak kafası dışında bir yeri görünmüyor, tepesindeki ekranda tahmini yaşam süresi otuz yedi dakika yazıyordu. Yüz elli yedi sene yaşadıktan sonra geriye kalan hayatınızın dakikalarla ölçülebilmesi korkunç bir şey. Koca bir ekmekten geriye kırıntılardan başka bir şey kalmaması gibi. Örtüyü açıp yarı mekanik bedenine ve bu bedenden çıkıp yatağın içinde kaybolan kablolara bir göz atmayı düşündüm ama sonra hemen vazgeçtim. Böyle bir görüntü gece kesin rüyama girer. Beni hayatta tutmak için buna benzer şeyler yapmayacaklarından emin olacağım. İsterseniz geri kafalı deyin bana, umurumda değil. Kıçına vidalar takılmış bir halde ölmek istememem suç değil herhalde.
Kafamı kaldırınca kalabalığın içinde annemi gördüm. İri cüssesiyle hologramları yara yara yaklaşıyordu. İnsanlar iyi ki gerçekten burada değillerdi. Yoksa bir omuz darbesi ile kendilerini yerde bulurlardı. Yanıma ulaşır ulaşmaz annemin ilk işi bana çatmak oldu.
“Oğlum e-imam nerede?”
Yüzüne boş boş bakınca tepesi attı.
“Her şeyi illa benim mi düşünmem gerekiyor? Bir şeyi de kendin düşün. Kime çektin bilmiyorum ki. Off of!”
Kime çektiğimi çok iyi biliyordu ya… Neyse, böyle bir anda onunla tartışmak doğru olmazdı. Ne yaparsam yapayım haklı çıkamazdım. İtiraz etmeden dediğini yapmaya karar verdim. Dedemin bilgilerini girip e-imamı eve bağladım. Beyaz bir cübbe içindeki adam kısa bir konuşmanın ardından dedemin başında Kuran okumaya başladı. Arapça sözcükler duvarlarda yankılanınca eve sessizlik çöktü. Herkesin yüzüne bir hüzün yerleşmişti. Anlaşılan ilk kez o zaman ölümle randevusu olan birinin evine bağlandıklarının farkına varmışlardı. Dedemden iyiden iyiye uzaklaştılar. Sanki ölümün dedemle birlikte ona yakın duranları da götüreceğini düşünmekteydiler. Ben mi? Ben hala dedemin yanındaydım. Böyle bir şeye inanmamı beklemiyordunuz herhalde. Yirmi ikinci yüzyılda yaşıyoruz. Elbette annem de yanımdaydı. Dedemin elini tutuyordu ama gözlerini bana dikmişti. Ona bir kez daha boş boş baktığımı görünce, “Kaydediyorsun değil mi oğlum?” diye sordu. Yüzünde sakın bana hayır deme, dermiş gibi bir ifade vardı.
Amanın! Bu kayıt işi tamamen aklımdan çıkmıştı. Oysa buraya çağrılmamın asıl nedeniydi. Elbette bunu anneme söyleyemezdim. Bu yüzden yalana başvurdum.
“Sen merak etme anne,” dedim, kendimden emin bir şekilde. “Güzelce çekiyorum her şeyi.”
Dedemin son anlarını ExTube’da paylaşmazsak annem kimsenin yüzüne bakamazdı. Onun kimin yüzüne bakıp bakamayacağı umurumda değildi gerçi, ama buna neden olan kişi ben olursam vay halime; annem canıma okurdu. Bana inanın, annem canınıza okumasını isteyeceğiniz son kişidir.
Neyse ki çok da bir şey kaçırmış sayılmazdım. Hemen lensdeoyu açtım. Filtreye çoktan karar vermiştim. Böyle kapalı bir havada Gün Işığı filtresi en uygun olanıdır. Hologramları daha bir gerçekçi gösterir. Öyle ki insanlar hologram olarak bağlanmamış da gerçekten kalkıp gelmiş sanırsınız. ExTube’a video yüklediyseniz zaten bunu biliyorsunuzdur.
Bir süre içli içli Kuran okuyan e-imamı, ardından da kıpırtısız yatan dedemi çektim. Sonra sanal yas kıyafetleri içinde yapay gözyaşları döken kalabalığa göz gezdirdim. Kimlerden dedem hakkında görüş alsam diye düşünüyordum ki bir kıyamettir koptu. Hoppalaaa, bir bu eksikti. Geldiğimden beri bir köşede sessiz sedasız dikilen Haşim dayım, şimdi ağza alınmaz küfürler ediyor, etrafa tehditler savuruyordu. Anlaşılan hologram ayarlarını da kurcalamıştı. Yoksa neden Noel baba kostümü içinde olsundu ki? Üstelik o kadar sarhoştu ki neler olduğunun farkında bile değildi. Herkes durmuş onu seyrediyordu. Bıyık altından gülenlerin sayısı, endişeli görünenlerden daha fazlaydı. İnsanlar böyledir işte. Sağda solda anlatacakları bir rezalet görmesinler, hemen aç kurtlar gibi üşüşürler başına.
Elbette onu sakinleştirmeye uğraşanlar da yok değildi. Ama dediğim gibi, dayım söylenenleri mantık süzgecinden geçiremeyecek kadar sarhoştu. Necmiye teyzeme bile yumruk salladı. Ağzından sanal tükürükler saçıyordu. Rezalet çıkarmak için tam zamanını bulmuştu. Dedemin mirasından zırnık alamayacağını düşünürsek buna çok da şaşırmamak gerek. Aramızda kalsın ama çocuk yaşta iş hayatına atılan dedem, bu yaşa gelip de hala bir baltaya sap olamayan Haşim dayımı hiç sevmez.
Bu kargaşanın ortasında kalanlardan biri düşüp bayıldı. Bağlantısı kesilmeden önce kim olduğunu anlamaya çalışıyordum ki annemin kükremesi evi çınlattı.
“Neler oluyor burada? Ne yapıyorsun Haşim? Tu sana verdiğim emeklere! Yazıklar olsun!”
Dayım geri adım atmamaya çalıştı ama hiç şansı yoktu. Annem deliye dönmüştü; bağırıp çağırıyordu. Dayım yaramazlık yapmış bir çocuk gibi sindi. Üzerindeki kostümün farkına vardığındaysa yüzü mosmor kesildi. Yeniden siyah takım elbisesine dönmek için çabalamaya başladı. Ama başaracak gibi görünmüyordu. Zavallının ecel terleri döktüğünü görebiliyordum. Sonunda koca göbeği yüzünden zar zor görünen bir kadın donuyla kalınca oradakilerin yüzünü görmeliydiniz. Şişman memelerini kapatan sütyeninden ve beline kadar uzanan sarı saçlarından bahsetmiyorum bile. İnsanlar buz dağı gibidir, diye boşa demezmiş demek anneannem. Suyun altında neler sakladıklarını asla tahmin edemiyorsunuz.
Dayımın bağlantısı kesildiğinde annem bir köşeye yığılıp kaldı. E-doktorunu bağlamak zorunda kaldım. Neyse ki önemli bir şeyi yoktu. Biraz heyecanlanmıştı, hepsi o kadar. Kendine gelince soluğu dedemin yanında aldık. Çıkan olay yüzünden onu ihmal etmiştik. Yaşam destek yatağı yalnızca beş dakikası kaldığını gösteriyordu. Dedem ruhunu teslim etmek üzereydi. Artık cenaze işlemlerinin başlatılması gerekiyordu. Çektiğim videoyu ExTube’a yükledikten sonra cenaze işlemlerini başlatıyordum ki ekrandaki tahmini yaşam süresi gözlerimin önünde beş dakikadan on yedi dakikaya yükseliverdi. Sonra yirmi beş dakikaya, ardından da yarım saate çıktı. Sayı herkesin şaşkın bakışları altında gittikçe artıyordu. En az benim kadar afallamış olan insanlar homurdanmaya başladılar. Dedem ölmeyecek miydi yani? Buraya boşu boşuna mı bağlanmışlardı? Dayımdan sonra bir de bu mu çıkmıştı? Bu kadarı da fazlaydı artık. Herkes bir bir bağlantısını kesmeye başladı. Annemin yüzü yeniden kireç gibi oldu. Yine de bu kez ayakta kalmayı başardı. Dedemse kendine gelmiş etrafa bakıyor, neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Yaşam destek yatağına göre sağlığı tamamen yerine gelmişti. Ekran artık yeşil yanıyordu. Bu arada dedemin ExTube videosu popüler olmuştu. Like’lar havada uçuşuyordu. Gerçekten tuhaf bir durumdu.
Hemen dedemin doktorunu ve yaşam destek yatağı bakım servisini eve bağladım. Doktora göre dedem turp gibiydi; bakım servisi de yatakta bir sorun bulamadı. Tabii hem doktor hem de bakım servisi daha ayrıntılı incelemeler yapmak istiyorlardı. On dakika sonra dedemi almak için bir uçanbulans, yatağı almak içinse eski tip dört tekerlekli bir araç geldi. Ama dedem, “Ben bir yere gitmek istemiyorum,” diye diretiyordu. Sapasağlam olduğunda kararlıydı. Gerçekten de öyle görünüyordu. İnanılacak gibi değildi.
“Olur mu öyle şey baba?” dedi annem, dedemi zorla giydirirken. “Şöyle bir baksınlar, zaten hemen döneceğiz eve. Söz veriyorum.”
“Mavi hemşire de var mı orada?”
Eyvah eyvah! Şimdi hapı yutmuştum işte. Keşke ışınlanmak mümkün olsaydı. Herhalde dünyanın öbür ucuna ya da ayın karanlık tarafına ışınlanır, uzun bir süre ortalarda görünmezdim.
“Hangi hemşire?” diye sordu annem.
Bir şeyler söyleyip konuyu değiştirmeye çalıştım ama işe yaramadı.
“Mavi hemşire dedim ya, sağır mısın kızım?” diye çıkıştı dedem, annemin elinden kurtularak. “Ben mavi hemşireyi istiyorum!”
Size söylemedim belki ama Sci-Fi Strip Club uygulamasını dedemin lensine yüklemiş olabilirim. Ne yani, dedemin son anlarını mutlu geçirmesini istemem suç mu? Hem uygulamayı açabilmesi de başlı başına bir mucize. Kim bilir belki de ona umduğumdan büyük bir iyilik yapmışımdır. Dedem belki de mavi hemşireyi görünce ölümün kapısından dönüp böyle dikildi ayağa.
Annem bana seninle evde görüşeceğiz, dermiş gibi bir bakış attığı sırada lensfonum çaldı. Arayan babamdı. Annem görüntüsünü dışarıya vermemi istedi. Babamın pancar gibi kızarmış yüzü odanın ortasında belirdi. Kulaklarından duman çıksa yeriydi.
“Bu rezalet nedir? Nasıl yüklersiniz bu videoyu ExTube’a?”
Amanın! Hemen silmeliydim o videoyu. Ölmeyen dedemin ExTube’da ne işi vardı?
“Merak etme baba,” dedim, “hemen siliyorum.”
Babam beni es geçip anneme döndü.
“O kardeşinden bu kadarını da beklemezdim doğrusu. Rezil etti bizi herkese. Umarım işlerim kötü etkilenmez bu kepazelikten. Yoksa sorarım ben o serseriye.”
Anlaşılan babam henüz dedemin ölmediğini bilmiyordu. Onu böylesine kızdıran video değil, videodaki dayımdı. Ben o telaş içinde çektiğim videoyu hiç kontrol etmeden ExTube’a yüklemiştim. Aferin bana! Demek video bu yüzden like almayı sürdürüyordu; içinde dedem değil, rezalet çıkarıp sonunda kadın çamaşırlarıyla kalan yüz kiloluk bir adam olduğu için.
“Oğlum,” diye araya girdi dedem, babam dayımın kulaklarını çınlatmayı sürdürürken. “Bunlar beni mavi hemşireye götürmüyorlar.”
“Baba!” dedi, dedemi kanlı canlı görünce şaşkınlık yaşayan babam. “Ne hemşiresi? Hangi hemşire? Sen yaşıyor musun?”
“Ateş!” dedi, beni kulağımdan sımsıkı yakalayan annem. Ben mi ne dedim? Artık benim söyleyeceğim bir şey kalmamıştı.
“Hangi hemşire olacak oğlum,” dedi dedem. “Hani şu dört memesi olan.”