güneşteki papatya

Güneşteki Papatya | Connie Willis (Kısa Öykü)

Diğerleri yardım etmeyecekti. Daisy’nin ağabeyi, kız mutfakta yere diz çöküp, “Büyükannenin yanında kaldığımız günleri anımsıyor musun, hani üçümüzden başka kimse yokken?” diye sorduğunda elindeki kitaba ifadesiz bir yüzle bakmıştı. “Okuduğun kitap neyle ilgili?” diye sormuştu kız kibarca. “Güneş hakkında mı? Sen her zaman büyükannenin evinde kitaplarını bana yüksek sesle okurdun. Hepsi de Güneş’le ilgiliydi.”

Ağabeyi ayağa kalkıp mutfak penceresinden yağan kara bakmıştı. Kar pencereyi hiç ıslatmadan, camın yüzeyinde şekiller oluşturmaktaydı. Daisy kitaba baktı, kitap başka bir şeyle ilgiliydi.

“Eskiden kar her zaman yağmıyordu, değil mi?” diye sordu büyükannesine Daisy. “Her zaman yağamaz ki, hatta Kanada’da bile her zaman yağamaz, öyle değil mi?”

Bu kez mutfak yerine trendeydiler, ama büyükanne buna hiç dikkat etmemiş gibi perdeler için pencerelerin ölçüsünü almaya başlamıştı. “Her zaman kar yağarsa trenler nasıl gidebilir ki?” Büyükannesi yanıt vermedi. Büyük içbükey tren pencerelerini elindeki uzun sarı mezuro ile ölçüyordu. Ölçümlerini küçük defterine yazıyor, defterin sayfaları tıpkı dışardaki kar gibi sessizce kadının cebinden kayıp düşüyordu.

Daisy sahne yeniden mutfak oluncaya kadar bekledi. Kırmızı perdeler pencerenin alt kısmına doğru sarkmıştı.  “Güneş perdeleri soldurmuş, değil mi?” diye sordu kız kurnazca, ama büyükannesini kandıramadı. Kadın ölçmeye, yazmaya ve ölçümlerini yazdığı kağıtları etrafa yağdırmaya devam etti. Kağıtlar tıpkı kül gibi savruluyordu.

Daisy büyükannesini bırakarak dikkatini yabancılara verdi. Yabancılar büyükannenin mutfağında bir aşağı bir yukarı geziniyorlardı. Onlara sormayacaktı. Onlarla konuşmak buraya ait olduklarını kabul etmek anlamına gelirdi. Yabancılar etrafta sersem gibi dolaşıyor, birbirlerine çarpıyorlardı.

Daisy ayağa kalktı. “Onları güneş soldurdu,” dedi. “Hatırlıyorum.” Kız, odasına giderek kapıyı kapattı.

Odası her zaman kendi odasıydı, dışarıda ne olursa olsun, hep aynıydı. Yatağın üstünde sarı müslinden bir örtü, pencerede sarı petunyalar. Annesinin pencerelere panjur takmasına izin vermemişti. Bunu çok iyi hatırlıyordu. Bütün gün odasına kapanmış, kapının açılmasını önlemişti. Ama annesinin panjurları neden takmak istediğini ya da sonrasında ne olduğunu hatırlamıyordu.

Daisy yatağın üstünde bağdaş kurarak oturdu, yataktan aldığı sarı renkli, buruş buruş yastığı göğsüne bastırdı. Annesi ona sürekli olarak artık genç bir kız olduğunu, bacaklarını toplayarak oturması gerektiğini anımsatırdı. “Artık onbeşindesin Daisy. Sevsen de sevmesen de artık bir genç hanımsın.”

Böyle şeyleri hatırladığı halde buraya nasıl geldiklerini, annesinin nerede olduğunu ve daima kar yağdığı halde havanın neden soğuk olmadığını hatırlayamadı. Yastığı sıkıca kucaklayarak hatırlamaya çalıştı, çalıştı.

Bu,  hem yumuşak hem de sert olan bir şeye bastırmak gibiydi. Aslında bastırarak göğüslerini içeri sokmaya çalışıyordu. Annesi büyüdüğünü, artık sütyen takması gerektiğini söylediğinden beri itmek istiyordu onları. Kendini eskiden olduğu gibi küçük bir kız haline getirmek istiyordu. Ama elleriyle ne kadar iterse itsin, hala oradaydılar. Aşılması imkânsız bir engel gibiydiler.

Daisy yumuşak yastığı kavradı, gözlerini sımsıkı yumdu. “Büyükanne, içeri girdi,” diye bağırdı, bir şey hatırlamıştı, “Büyükanne içeri girdi ve dedi ki…”

Ağabeyinin kitaplarından birine bakıyordu. Kitabı elinde tutuyor, ona bakıyordu, ağabeyinin Güneş hakkındaki kitaplarından biriydi bu, kapı açıldı ve ağabeyi kitabı kızın elinden alıverdi. Kızgındı—kitap yüzünden mi kızmıştı? Büyükannesi içeri girdi, sıcaktan bunalmıştı ve heyecanlı görünüyordu, ağabeyi de kitabı kızın elinden almıştı. Büyükanne “Malzemeler geldi. Bütün percerelere yetecek kadar satın aldım,” dedi. İçi kumaşla dolu bir çuval tutuyordu, şu kırmızı-beyaz kareli kumaşlardandı. “Neredeyse bir top kumaşın hepsini aldım,” dedi büyükannesi. Heyecanlıydı. “Güzel değil mi?” Daisy elini uzatarak incecik kumaşa dokundu. Ve… Daisy yastığı sıkıca kavradı. Yastığın kenarları buruştu. Elini incecik kumaşa dokunmak için uzanmıştı ki…

Yararı yoktu. Daha fazlasını hatırlayamıyordu. Bundan ötesini hatırlamayı hiçbir zaman başaramamıştı. Yatakta günlerce oturup anımsamaya çalıştığı olmuştu. Bazen de son kısımdan başlayıp, başlara doğru anımsamaya çalışırdı. Ama yararı yoktu. Baştan da başlasa, sondan da başlasa, anımsayamıyordu. Sadece kitabı ve büyükannesinin içeri girişini ve elini kumaşa uzatışını anımsayabiliyordu.

Daisy gözlerini açtı. Yastığı yerine geri koydu ve bacaklarını düzleştirdi. Derin bir nefes aldı. Diğerlerine sorması gerekecekti. Başka yolu yoktu.

Kapıyı açmadan önce önünde bir dakika bekledi. Kapıyı açınca karşısına neresinin çıkacağını merak ediyordu. Annesinin odasıydı. Duvarlar soğuk bir maviye boyanmıştı ve pencereler Venedik tarzı panjurlarla kapatılmıştı. Ağabeyi mavi-gri halının üzerine oturmuş, kitap okuyordu. Büyükannesi panjurlardan birini indirmişti. Büyük pencereyi ölçüyordu. Dışarıda kar yağmaya devam ediyordu.

Yabancılar mavi halının üstünde ileri geri yürüyorlardı. Bazen Daisy onları tanıyormuş gibi hissediyordu. Anne babasının arkadaşlarıydılar, ya da okulda gördüğü kişiler. Ama emin olamıyordu. Bıkıp usanmadan yürüyorlar ve birbirleriyle hiç konuşmuyorlardı. Hatta birbirlerini gördükleri bile yoktu. Bazen trenin uzun koridoru boyunca yürüyor, bazen de büyükannenin mutfağında daireler çiziyorlardı. Kimi zaman da mavi oturma odasındaydılar. Yürürken birbirlerine çarptıkları zaman özür dilemiyorlardı. Çarpıştıklarının ayırdına bile varmadan yollarına devam ediyorlardı. Çarpıştıklarında ses de çıkmıyordu, bir şey hissettikleri de yoktu. Her çarpışmadan sonra Daisy onları kendine daha da yabancılaşmış gibi hissediyordu. Daisy endişeyle bakıyordu onlara, soru sorabilmek için içlerinde bir tanıdık arıyordu.

Genç adam dışarıdan gelmiş, kapıdan içeriye girmişti. Gerçi beraberinde soğuk hava getirmemişti ama Daisy yine de onun dışarıdan geldiğinden emindi. Genç adamın saçlarında ya da omuzlarında silkelenecek kar da yoktu. Ötekilerin arasından sıyrılarak yaklaştı. Ötekiler dönüp ona baktılar. Genç adam mavi kanepeye oturdu ve Daisy’nin ağabeyine gülümsedi. Ağabeyi başını kıtabından kaldırdı ve o da genç adama gülümsedi. Dışardan gelmiş olmalı, diye düşündü Daisy. Biliyordur. Bilmesi gerek.

Daisy, genç adamın yanına oturdu, kanepenin ucuna. Kollarını kavuşturmuş, genç adamın karşısına dikilmişti. “Güneş’e bir şey mi oldu?” diye sordu fısıldayarak.

Genç adam başını kaldırıp baktı. Yüzü en az kızınki kadar gençti. Cildi yanıktı ve gülümsüyordu. Daisy’nin kasıklarından bir ürperti geçti. İlk âdetin gelişi gibi yadırgatıcı bir duyguydu bu. Ayaga kalktı ve geriledi. Sadece bir adım. Az kalsın yabancılardan birine çarpıyordu.

“Vay! Merhaba,” dedi oğlan. “Küçük Daisy de buradaymış!”

Kızın elleri yumruk haline geldi. Onu nasıl da tanıyamamıştı—şu kendine güvenli tavırlar, şu gıcık gülüş. Bu oğlan ona yardım falan etmezdi. Biliyordu, elbette biliyordu, o her şeyi bilirdi. Ama Daisy’ye söylemezdi. Kıza gülecekti. Onun kendisine gülmesine izin veremezdi Daisy.

“Merhaba, Ron,” diyecekti, ama son harf dilinden kayıp gitti. Oğlanın adının ne olduğundan hiçbir zaman emin olamamıştı Daisy.

Oğlan güldü. “Güneş’e bir şey olduğunu sana düşündüren nedir Daisy-cik?” Kolları kanepenin arkasındaydı. “Hadi yanıma otur da anlat.” Daisy onun yanına otursaydı oğlan kollarıyla Daisy’ye sarılabilirdi.

“Güneş’e bir şey mi oldu?” diye tekrarladı sorusunu, ama bu kez daha yüksek sesle sormuştu. “Artık parladığını hiç görmüyorum.”

“Emin misin?” dedi oğlan ve yine güldü. Kızın göğüslerine bakıyordu. Kız kollarını göğsünde kavuşturdu.

“Parlıyor mu yani?” dedi inatla, çocuk gibi.

“Ne sandın ki?”

“Belki de herkes Güneş hakkında yanılıyordur.” Daisy sustu. Söylediğine kendi de şaşırmıştı. Şimdi anımsadığına şaşırmıştı. Ardından devam etti. Kollarını göğsünde kavuşturmayı bu kez unutmuştu. Ağzından çıkacak olan şeye dikkat kesilmişti. “Herkes Güneş’in patlayacağını sanıyordu. Diyorlardı ki Güneş şişecek ve Dünya’yı yutacak. Ama belki de öyle olmadı. Belki de sadece sönüverdi. Tıpkı bir kibrit gibi… Ve bu yüzden artık parıldamıyor ve bu yüzden sürekli kar yağıyor, hem—”

“Peki ya soğuk?” dedi Ron.

“Ne?”

“Soğuk,” dedi oğlan. “Öyle olsaydı her yer soğuk olmaz mıydı?”

“Ne?” dedi kız aptal aptal.

“Daisy,” dedi oğlan ve gülümsedi. Kız biraz sarsıldı. Hissettiği ürperti bu kez daha aşağıda ve daha belirgindi.

“Oh,” dedi kız, ve kaçtı. Yabancılardan kurtulmak için manevra yapmak zorunda kaldı. Yabancılar yukarı aşağı yürümeye devam ediyorlardı. Daisy sonunda odasına girdi ve kapıyı çarparak kapattı. Kendini yatağına attı, elleriyle karnını tutuyordu ve anımsıyordu.

Babası herkesi oturma odasında yemeğe çağırmıştı. Annesi mavi kanepenin ucuna tünemişti, çok korkmuş görünüyordu. Ağabeyi masaya elinde bir kitapla gelmişti, sayfaya bakıyor ama okumuyordu.

Oturma odası soğuktu. Daisy pencereden gelen bir güneş ışını parçasına sığındı ve beklemeye başladı. Bir yıldır zaten korku içindeydi. Bir dakika sonra, diye düşündü, beni daha da korkutacak bir şey duyacağım.

Birden ailesinden ölesiye nefret etti, bu nefret o kadar yoğundu ki sığındığı güneş parçasından çıkarak karanlığa çekildi. Ailesi sadece onunla konuşarak bile kızlarını korkutabiliyordu. Bugün verandada oturmuştu. Ondan önceki gün de sarı mayosuyla güneş banyosu yaparken annesi onu içeri çağırmıştı.

“Artık büyüdün,” demişti annesi odaya girdiğinde. Göğüslerini sıkan ve bacaklarını geren eski sarı mayoya bakıyordu. “Bilmen gereken şeyler var.”

Daisy’nin kalbi çarpmaya başlamıştı. “Dedikodu çıkmaması için sana söylemem gereken şeyler.” Elinde bir kitapçık tutuyordu. Pembe, beyaz renkli, korkutucu bir kitapçıktı bu. “Bunu okumanı istiyorum, Daisy. Değişiyorsun. Farketmiyor olabilirsin, ama değişiyorsun. Göğüslerin gelişiyor ve yakında adet göreceksin. Bunun anlamı—”

Daisy bunun anlamını biliyordu. Okuldaki kızlardan duymuştu. Karanlık ve kan. Göğüslerine dokunmak isteyen oğlanlar, karanlığına girmeye çalışan oğlanlar. Ve sonra daha çok kan.

“Hayır,” dedi Daisy. “Hayır. İstemiyorum.”

“Biliyorum, şimdi korkunç geliyor. Ama bir gün iyi bir oğlanla tanışacaksın ve o zaman anlayacaksın…”

Hayır, anlamayacağım. Asla. Oğlanların kızlara ne yaptığını biliyorum.

“Bundan beş yıl sonra böyle hissetmeyeceksin, Daisy. Anlayacaksın…”

Beş yıl sonra olmaz. Yüz yıl sonra bile olmaz. Hayır.

“Göğüslerim çıkmayacak,” diye bağırdı Daisy. Yastığını annesine fırlattı. “Adet görmeyeceğim. Bunun olmasına izin vermeyeceğim. Hayır!”

Annesi ona acıyarak baktı. “Ama çoktan olmaya başladı bile, Daisy.” Kızı kollarıyla sardı. “Korkacak bir şey yok, tatlım.”

Daisy o günden beri hep korku içindeydi. Hele şimdi babası konuşunca daha da korkacaktı.

“Hepiniz bir aradayken söylemek istedim,” dedi babası, “başka birinden duymayın diye. Gerçekten olacakları bilmenizi istiyorum, dedikoduları değil.” Sustu ve hırıltılı bir nefes aldı. Konuşmaya bile annesi gibi başlamıştı.

“Sanırım bunu benden duymanız daha iyi olur,” dedi babası. “Güneş bir novaya dönüşüyor.”

Annesinin nefesi kesilmişti. İç çeker gibi uzun, rahat bir nefes aldı. Annesinin alacağı son rahat nefesti bu. Ağabeyi kitabı kapadı. Bu mu yani? diye düşündü Daisy, şaşırmıştı.

“Güneş, çekirdeğindeki hidrojenini tüketti. Kendi kendini yakmaya başladı, böyle olunca da şişmeye başlayacak ve—” Dilinin ucuna gelen sözcüğü söylemekte tereddüt ediyordu.

“Bizi yutacak,” dedi ağabeyi. “Kitapta okudum bunu. Güneş patlayacak, ta Mars’a kadar. Merkür, Venüs ve Dünya’yı yutacak. Hepimiz öleceğiz.”

Babası başıyla onayladı. “Evet,” dedi. Olabilecek en kötü şey söylendiği için rahatlamış gibiydi.

“Hayır,” dedi annesi. Bu hiçbir şey, diye düşündü Daisy. Hiçbir şey. Annesinin söyledikleri bundan bile kötüydü. Kan ve karanlık.

“Güneş’te değişimler olacak,” dedi babası. “Daha fazla Güneş fırtınası olacak, çok fazla. Güneş olağandışı miktarlarda nötrino salmaya başladı. İşte bu da şeyin işareti—”

“Kaç yıl?” diye sordu annesi.

“Bir yıl. En fazla beş. Bilmiyorlar.”

“Bunu durdurmalıyız!” Daisy’nin annesi çığlık attı. Daisy bulunduğu yerden Güneş’e baktı. Annesinin korkusu kızı şaşırtmıştı.

“Yapabileceğimiz bir şey yok,” dedi babası. “Çoktan başladı bile.”

“Buna izin vermeyeceğim,” dedi annesi. “Çocuklarıma bunu yapmasına izin vermeyeceğim. Olmayacak. Daisy’me bunu yapamayacak. O hep güneşi severdi.”

Annesinin sözleri Daisy’ye bir şey hatırlattı. Üzerine annesinin bir şeyler yazdığı eski bir fotoğraftı bu. Alt kısma beyaz mürekkeple bir şeyler yazılmıştı. İçe çökmüş göğsü, çıkık karnı ve sarı mayosuyla küçük bir kızın fotoğrafıydı bu, Daisy’nin iki yaşındaki haliydi. Kova ve kürek elinde, ayakparmakları sıcak kumlara gömülmüş, gözlerini kısarak güneşe bakıyordu. Ve annesi fotoğrafın altına “Daisy güneşte” diye yazmıştı.

Babası annesinin elini almış, avucunda tutuyordu. Kolunu da ağabeyinin omzuna atmıştı. Başları bir darbeyi önlemek istermiş gibi öne eğilmişti. Sanki gökten bir bomba düşmek üzereydi.

Daisy düşündü. Hepimiz, bir ya da beş yıl sonra, muhtemelen beş yıl, yeniden sıcak ve mutlu bir şekilde Güneş’in içinde olacağız. Kendi kendini korkutmayı başaramıyordu.

Yeniden trendeydiler. Yabancılar restoran vagonunun koridoru boyunca ileri geri hareket ediyor, birbirleriyle rastgele çarpışıyorlardı. Büyükannesi vagonun dip kısmındaki küçük pencereyi ölçüyordu. Dışardaki kül karına bakmıyordu bile. Ağabeyi ortalıkta görünmüyordu.

Ron, yemek vagonunun yıpranmış Şam ipeğinden örtülerle kaplı masaların ucunda oturmaktaydı. Masaların üzerindeki vazo ve kararmış gümüş eşyalar trenin hareketiyle devrilmesinler diye ağır madenden yapılmıştı. Ron sandalyenin arkasına yaslanmış, pencerenin dışında yağan kara bakıyordu.

Daisy oğlanın tam karşısına oturdu. Göğüs kafesinin içinde kalbi acı verecek denli hızlı çarpıyordu. “Selam,” dedi kız. Oğlanın adını eklemeye cesareti yoktu, daha önce olduğu gibi son harfi yutmak istemiyordu çünkü. Korktuğu anlaşılabilirdi.

Oğlan kıza dönerek gülümsedi. “Selam, Daisy-cik,” dedi.

Kız, bir anda oğlandan ailesinden nefret ettiği kadar nefret etti. Çünkü o da onlar gibi kızı korkutabiliyordu. Ondan nefret etmesinin nedeni buydu.

“Burada ne arıyorsun?” diye sordu kız.

Oğlan oturduğu yerden hafifçe dönerek kıza sırıttı.

“Sen buraya ait değilsin,” dedi kız savaşçı sesiyle. “Ben büyükannemle yaşamak için Kanada’ya gittim.” Kızın gözleri büyüdü. Söylemeden önce bilmiyordu bunu. “Seni tanımıyordum bile. Biz Kaliforniya’dayken sen bir markette çalışıyordun.” Birden kendi söylediklerinden utandı. “Buraya ait değilsin,” diye mırıldandı.

“Belki de bütün bunlar bir rüyadır, Daisy.”

Kız kızgın bir şekilde oğlana baktı. Hatırlamanın şokuyla nefes nefese kalmıştı. “Ne?”

“Dedim ki, belki de sen bütün bunları rüyanda görüyorsundur.” Dirseklerini masaya koydu ve kıza doğru eğildi. “Sen her zaman böyle muhteşem rüyalar görürdün, Daisy-cik.”

Kız kafasının sallayarak reddetti. “Böyle değil. Böyle değildi. Ben her zaman güzel rüyalar görürdüm.” Şimdi hafızası yerine gelmeye başlamıştı. Bu kez daha hızlıydı. Yan taraflarında, pembe kitabın yumurtalıklarının olduğunu söylediği yerde bir zonklama hissetti. Odasına kaçıp kaçamayacağından emin değildi. Ayağa kalkarken beyaz masa örtüsüne takılmıştı. “Böyle değillerdi.” Odasına kaçarken gezinen yabancıların arasından manevra yapmak zorunda kaldı.

“Ah, Daisy-cik,” dedi Ron. Kız durdu. Eli odasının kapısınının kolundaydı. Hatırlamak üzereydi. “Hala soğuksun.”

“Ne?” dedi kız ifadesizce.

“Hala soğuksun. Gerçi birazcık ısınmışsın.”

Kız, oğlana ne kastettiğini sormak istiyordu. Ama hatıraları bunu önlüyordu. Kapıyı arkasından kapadı, soluk soluğa kalmıştı. Yatağa girdi.

Ailedeki herkesin kâbusları vardı. Üçü birlikte kahvaltı sofrasına oturmuşlar, yorgun asık suratlar ve kızarmış gözlerle birbirlerine bakıyorlardı. Mutfak için ısmarlanan kurşunlu perdeler henüz gelmemişti, bu yüzden sofra, pencerelerinde Venedik usulü pancurlar bulunan oturma odasına kurulmuştu. Annesiyle babası mavi kanepede oturmuşlar dizlerini kahve sahpasına yaslamışlardı. Daisy ve ağabeyi yere çökmüştü.

Annesi kapalı pancurlara gözünü dikerek, “Rüyamda vücudum İsveç peyniri gibi delik deşikti,” demişti.

“Şimdi yeri değil, Evelyn,” demişti babası.

Ağabeyi “Ben de rüyamda evin yandığını gördüm. İtfaiye gelip söndürdü. Ama sonra itfaiye araçları da tutuştu. İtfaiyeciler, ağaçlar ve—”

“Yeter!” demişti babası. “Kahvaltını ye.” Sonra karısına döndü, sesi yumuşamıştı. “Nötrinolar her zaman vücudumuzdan gelip geçerler. Dünya’nın içinden bile geçerler. Zararsızdırlar. Bizi delemezler. Korkacak bir şey yok, Evelyn. Nötrinoları kafana takma. Sana zarar vermezler.”

“Daisy, eskiden puanlı bir elbisen vardı, değil mi?” demişti annesi. Hala panjurlara bakmaktaydı. “Sarıydı. Üzerindeki puanlar deliklere benziyordu. Elbisen delik deşik gibiydi.”

“Kalkabilir miyim?” diye sormuştu ağabeyi. Kapağında Güneş fotoğrafı olan bir kitap tutuyordu elinde.

Babası başıyla onaylayınca ağabeyi dışarı çıkmıştı. Çoktan okumaya başlamıştı bile. “Şapkanı giy!” Daisy’nin annesi oğlanın arkasından bağırmıştı, giderek yükselen bir ses tonuyla. Ağabeyi odadan çıkıncaya kadar da gözlerini onun üzerinden ayırmamıştı, sonra kızarmış gözleriyle Daisy’ye bakmış, “Sen de kâbus gördün, değil mi Daisy?” diye sormuştu.

Daisy başını olumsuz anlamda salladı. Bu arada masanın üzerindeki gevrek tabağına bakıyordu. Kahvaltıdan önce pancurların arasından dışarıya bakmaktaydı, yasak Güneş’e. Sert plastik panjur biraz açık kalmıştı ve şimdi bu açıklıktan sızan ışınlar Daisy’nin tabağında üçgen bir ışık parçası oluşturuyorlardı. Annesi de Daisy gibi o ışık parçasına bakmaktaydı. Daisy ışığı eliyle kapadı.

“Öyleyse güzel bir rüya gördün, Daisy. Yoksa hatırlamıyor musun?” Sesinde bir suçlama tonu vardı.

“Hatırlıyorum,” dedi Daisy, elinin üstüne vuran ışığı incelerken. Bir ayı görmüştü düşünde. Devasa, altın sarısı, parlak tüyleri olan bir ayı. Daisy onunla top oynuyordu. Ellerinde küçük mavi-yeşil bir top tutuyordu. Ayı uyuşuk bir hareketle altın sarısı pençelerini uzattı ve Daisy’nin elindeki topa vurdu. Top kızın elinden düştü. Açılmış koca pençe Daisy’nin hayatında gördüğü en güzel şeydi. Daisy bunu anımsayınca gülümsedi.

“Bana rüyanı anlat, Daisy” dedi annesi.

“Tamam,” dedi Daisy öfkeyle. “Büyük sarı bir ayı ve küçük mavi bir topla ilgiliydi. Ayı topa pençesiyle vurdu.” Kolunu annesine doğru salladı.

Annesi ürktü.

“Hepimizi öldürdü, Anne!” diye bağırdı ve oturma odasının karanlığından kaçarak dışardaki parlak sabah güneşine çıktı.

“Şapkanı giy,” diye bağırdı arkasından annesi, son hece neredeyse bir çığlık gibi çıkmıştı.

Daisy kapının önünde uzun süre bekledi, onu izliyordu. Oğlan büyükannesiyle konuşuyordu. Kadın, üzerinde siyah rakamlar olan sarı mezuroyu bırakmış, oğlanın söylediklerini başyla onaylıyor ve gülümsüyordu. Uzun bir süre sonra oğlan kadının elini tuttu ve üstüne kibarca pat pat diye vurdu.

Büyükannesi yavaşça ayağa kalktı ve pencereye gitti, solmuş kırmızı perdeler karın görünmesini engellemiyordu, ama kadın zaten perdelere bakmıyordu. Pencerenin önünde durup karı izliyordu, belli belirsiz gülümsüyor ve hiç de enşeli görünmüyordu.

Daisy mutfaktaki insan kalabalığın içinde yolunu açarak Ron’un karşısına oturduğunda suratı asıktı. Oğlanın elleri hala kırmızı muşamba kaplı masanın üzerindeydi. Daisy de ellerini masanın üzerine yerleştirdi. Neredeyse oğlanın ellerine dokunacaktı. Daisy çaresizlik içinde avuçlarını yukarıya doğru çevirdi.

“Bu bir rüya değil, öyle değil mi?” diye sordu oğlana.

Oğlanın parmakları neredeyse kızınkine dokunmak üzereydi. “Yanıtı bildiğimi sana düşündüren ne? Ben buraya ait değilim, hatırlamıyor musun? Ben bir markette çalışıyorum, hatırlamıyor musun?”

“Her şeyi biliyorsun,” dedi kız kısaca.

“Her şeyi değil.”

Kız, kramp girmiş gibi kasıldı. Elleri titremeye başladı. Ellerini düzleştirmek için masanın metal uçlarından yardım aldı.

“Her zaman sıcağı sever Daisy-cik,” dedi oğlan.

Kız, odasına kaçamadı. Çaresizce kapıya yaslandı ve büyükannesini izledi. Kadın hala pencereleri ölçüyor, yazdığı kâğıtlar cebinden düşüyordu. Hatırladı.

Annesi oğlanı tanımıyordu bile. Onu markette görmüştü. Her zaman güneş gözlükleri takan, uzun kollu gömlekler giyen, karanlık mavi odasında bile şapkayla duran ve hiç dışarı çıkmayan annesi—onu markette görmüş ve eve davet etmişti.  Şapkasını ve gülünç bahçıvan eldivenlerini çıkarmış ve onu bulmak için markete gitmişti. Gerçekten bunu yapabilmek büyük cesaret isterdi.

“Seni okulda gördüğünü söyledi ve seninle çıkmak istiyormuş. Ama benim itiraz edeceğimi düşünmüş. Senin daha çok küçük olduğunu söyleyeceğimden korkmuş. Öyle değil mi, Ron?” Annesi gergin bir şekilde, hızla konuşmuştu. Daisy annesinin ne dediğinden tam emin olamadı. Ron mu demişti, yoksa Rob mu, yoksa Rod mu? “Ben de neden şimdi benimle eve gelip onunla tanışmıyorsun, dedim. En iyi zaman şimdiki zamandır, dedim. Öyle değil mi, Ron?”

Ron annesinin söylediklerinden hiç de utanmış görünmüyordu. “Benimle bir kola içmeye ne dersin, Daisy? Arabam var.”

“Elbette seninle gitmek istiyor. İstemiyor musun, Daisy?”

Hayır. Güneş’in, altın renkli büyük ayının tembelce uzanıp, pençesiyle hepsini yere yapıştırmasını istiyordu Daisy. Hemen şimdi.

“Daisy,” dedi annesi. Bir yandan da parmaklarıyla alel acele kızın saçını düzeltiyordu. “Çok az zaman kaldı. Senin de herkes gibi…” Karanlık ve kan. Benim de senin gibi korkmamı istiyorsun. İyi o zaman, korkmuyorum işte, Anne. Artık çok geç. Sonuna geldik sayılır.

Ama yine de onunla çıkmayı kabul etmişti. Oğlanın kapının önüne park ettiği üstü açılabilen arabayı görünce kızın içi hafifçe ürperdi. Arabanın üstü kapatılmıştı. Oğlanın yanık derisine ve gülümseyen yüzüne bakınca onun da korkmadığını anladı.

“Nereye gitmek istersin, Daisy?” diye sordu oğlan. Çıplak kollarını kanepenin arkasına doğru uzatmıştı. Oradan kolayca uzanıp elini Daisy’nin omzuna atabilirdi. Daisy kapıya doğru sıkışmış, kollarını da göğsünün üzerinde kavuşturmuştu.

“Biraz gezmek istiyorum. Arabanın üstünü açsana. Güneş’i seviyorum,” dedi oğlanı korkutmak umuduyla. Oğlanın suratında, uydurma rüyalarını anlatınca annesinin yüzünde oluşan korkunun aynısını görmek istiyordu.

“Ben de severim,” dedi oğlan. “Güneş hakkında bize anlatılan şu zırvalara sen de inanmıyorsun galiba. Masaldan başka bir şey değil. Baksana bana, cilt kanseri falan olduğum yok, değil mi?” Yanık kolunu yavaş hareketlerle kızın omzunun üzerinden geçirdi. “Birçok insan boş yere panik yapıyor. Fizik öğretmenim diyor ki güneş çökmeden önce beş bin yıl boyunca şimdiki yaydığı oranda nötrino yayabilirmiş. Şu kuzey ışıkları meselesi var bir de. Sanki daha önce hiç Güneş parlaması görmemişler! Korkacak hiçbir şey yok, Daisy-cik.”

Oğlan kolunu kızın göğüslerine tehlikeli derecede yaklaştırdı.

“Kâbus görüyor musun?” diye sordu kız oğlana, hala onu korkutmaya çalışıyordu.

“Hayır. Benim bütün düşlerim seninle ilgili.” Kızın bluzuna parmaklarıyla çizgiler çizmeye başladı. “Ya sen düşünde neler görüyorsun?”

Annesini korkuttuğu gibi onu da korkutacağını sanmıştı. Rüyaları her zaman çok güzel olurdu, ama onları annesine anlatmaya başlayınca annesinin gözleri fal taşı gibi açılır ve suratı korkudan kararırdı. Sonra Daisy rüyayı değiştirir, korkunçlaştırırdı. Güzelliğini yok ederdi böylece. Sırf annesini korkutmak için…

“Rüyamda altın renkli bir hulahop çeviriyordum. Sıcaktı. Dokunduğumda elimi yakıyordu. Küpelerim vardı, kulaklarımdaki küçük altın halkalar, koşarken hulahhop gibi kulağımda dönüyorlardı. Ve bir de altın bilezik.” Rüyasını anlatırken oğlanın yüzünü seyretti, korktuğunu görmek istiyordu. Ama o parmağıyla çizgiler çizmeye devam ediyor, kızın göğüs uçlarına daha da yaklaştırıyordu.

“Hulahopu tepeden aşağı yuvarladım, hızlanarak aşağı inmeye başladı. Arkasından yetişemiyordum. Kendi kendine gidiyordu, tıpkı altın renkli bir tekerler gibiydi, önüne çıkan her şeyin üzerinden aşıyordu.”

Kız amacını unutmuştu. Rüyayı tam da anımsadığı gibi anlatıyor, anımsadıkça gizliden gülümsüyordu. Oğlan kızın göğsünü tuttu ve elini geri çekmedi. Elleri kızın yüzüne vuran güneş kadar sıcaktı.

Sanki eli orada değilmiş gibi davranıyordu. “Vay be, psikoloji öğretmenim bu rüyayı nasıl da yorumlardı! Senin gibi bir çocuk böyle cinsel içerikli bir rüya görsün ha! Vay be! Tam Freud’lük… Psikoloji öğretmenim derdi ki…”

“Her şeyi bildiğini düşünüyorsun, değil mi?” dedi Daisy.

Oğlanın parmakları ince bluzun üstünden kızın göğüs ucunu bulmuş, etrafında çember çiziyordu. Ateşten çemberler! Alev alev yanan küçük hulahoplar.

“Her şeyi değil,” dedi oğlan, yüzünü kızın yüzüne yaklaştırarak. Karanlık ve kan. “Seni nasıl elde edeceğimi bilmiyorum.”

Kız oğlandan uzaklaştı. Kendini saran koldan da kurtuldu. “Beni hiçbir zaman elde edemeyeceksin. Hiçbir zaman. Öleceksin. Güneş hepimizi öldürecek!” Arabadan indi ve evin karanlığına döndü.

Hatıra kaybolduktan sonra Daisy uzun bir süre yatağında iki büklüm yattı. Artık onunla bir daha konuşmayacaktı. Onsuz hiçbir şeyi hatırlamıyordu, ama yine de umrunda değildi. Ne de olsa bütün bunlar sadece bir rüyaydı. Ne fark ederdi ki? Kollarıyla kendini kucakladı.

Rüya değildi. Rüyadan da beterdi. Yatağında dimdik oturdu, başını kaldırmış ve kollarını yana uzatmıştı. Ayakları bitişikti, tıpkı genç bir kızın oturması gerektiği gibi oturuyordu. Ayağa kalktığında tavırlarında tereddüt yoktu. Doğruca kapıya gidip açtı. Hangi oda olduğuna bakmadı bile. İleri geri yürüyen yabancılara bile bakmadı. Doğruca Ron’a gitti ve elini oğlanın omzuna koydu.

“Burası cehennem, öyle değil mi?”

Oğlan döndüğünde yüzünde umut vardı. “Neden, Daisy?” dedi ve kızın ellerini yakalayıp çekerek yanına oturmasını sağladı. Trendeydiler. Kenetlenmiş elleri Şam işi beyaz örtünün üzerindeydi. Kız ellerine baktı. Kurtulmaya çalışmanın bir anlamı yoktu.

Kız sesi hiç titremeden konuştu. “Anneme çok kaba davranıyordum. Sırf korksun diye ona düşlerimi anlatıyordum. Dışarı çıkarkan şapka giymiyordum, çünkü annem böyle yapmamdan çok korkuyordu. Elinde değildi. Güneş’in patlayacağından ölesiye korkuyordu.” Durdu ve ellerine baktı. “Sanırım Güneş patladı ve herkes öldü. Babamın dediği gibi… Sanırım… Rüyalarım hakkında anneme yalan söylüyordum. Keşke ona rüyamda oğlanları gördüğümü söyleseydim. Büyüdüğümü, onu korkutmayan şeyler gördüğümü… Tıpkı ağabeyim gibi ben de kâbuslar uydurabilirdim.”

“Daisy,” dedi oğlan. “Günah çıkarma konusunda pek iyi değilimdir. Ben—”

“Kendini öldürdü,” dedi Daisy. “Bizi Kanada’daki büyükannemize gönderdi ve sonra da kendini öldürdü. Hepimiz öldük ve ben cehennemdeyim. Böyle olduğunu düşünüyorum. Cehennem böyledir, değil mi? Orada en büyük korkunla yüzleşirsin.”

“Ya da en çok sevdiğin şeyle… Ah, Daisy,” dedi oğlan. Kızın parmaklarını sımsıkı tutuyordu. “Sana buranın cehennem olduğunu düşündüren nedir?”

Kız oğlanın gözlerinin içine bakabilidiğine şaşırıyordu. “Çünkü burada Güneş yok,” dedi sonunda.

Oğlanın gözleri kızı yakıyordu. Yakıyordu. Kızın gözleri kör olmuş gibiydi, beyaz örtülü masayı görebiliyordu ama oda değişmişti. Artık odayı göremiyordu. Oğlan kızı yanına çekti. Mavi kanepeye… Hala ellerini bırakmamıştı. Hala onu kendine çekiyordu. Kız hatırladı.

Güneş’ten korunsunlar diye başka bir yere gönderilmişlerdi. Daisy gittiğine memnundu. Annesi ona her zaman kızıyordu. Her sabah kahvaltıdan önce, oturma odasında Daisy’ye zorla rüyalarını anlattırıyordu. Annesi panjurların üstüne karartma perdeleri takmıştı. İçeri ışık girmesini istemiyordu. O pırıl pırıl günde bile panjur tahtaları arasından mavi odaya en küçük bir ışık sızmıyordu. Kadının korku dolu yüzüne hiç ışık düşmüyordu.

Plajlarda kimseler yoktu. Annesi dışarı çıkmasına izin vermiyordu. Hatta şapka ve gözlük takmadan markete bile gidemiyordu. Kanada’ya uçakla gitmesine de izin vermemişti. Manyetik fırtınalardan korkuyordu. Zaman zaman radyo yayınını engelliyorlardı. Annesi uçağın düşeceğinden korkuyordu.

Trene bindirmişti onları. İstasyonda ikisini de öperek veda etmişti. O an için istasyonun büyük pencerelerinden sızan uzun Güneş ışınlarına bile aldırmamıştı. Ağabeyi onlardan uzaklaşmış, platformun dışına çıkmıştı. Annesi Daisy’yi aniden çekerek gölgeli köşeye çekmişti. “Daha önce adet görmenle ilgili anlattıklarım gerçekleşmeyecek. Radyasyon yüzünden—doktorla konuştum ve endişelenecek bir şey olmadığını söyledi. Herkese oluyormuş.”

Daisy aniden bir korku hissetti. Bir ay önce adet görmeye başlamıştı bile, karanlık ve kanlı, tam düşündüğü gibi. Kimseye söylememişti. “Endişelenmiyorum,” dedi kız.

“Ah, benim Daisy’im,” dedi annesi. “Ah benim güneşteki papatyam!” Sanki karanlığın içinde küçülerek kaybolmuştu. Ama tren istasyondan çıkarken kadın güneş ışığına çıktı ve onlara el salladı.

Tren harikaydı. Az sayıda yolcu, vagonlarına çekilmiş ve pencerelerini sımsıkı kapamışlardı. Yemek vagonunda hiç gölge yoktu. Daisy’ye güneşten kaçınmasını söyleyecek hiç kimse yoktu. Bomboş vagonda tek başına oturup geniş pencerelerden dışarı baktı. Tren ormanların içinden geçiyordu, çam ve meşe ormanlarının ince dalları arasında yol alıyordu. Güneş ışınları Daisy’nin teninde titreşiyordu—ışık ve gölge, ışık ve gölge, sırayla yüzünden geçiyorlardı. Kız ve ağabeyi milkshake ve tatlı ısmarlamışlardı. Kimse de bunu yapmalarına engel olmamıştı.

Ağabeyi Güneş’le ilgili kitaplarını yüksek sesle okuyordu Daisy’ye. “Güneş’in ortasında olmanın nasıl bir şey olduğunu biliyor musun?” diye sordu kıza. Evet. Elinde bir kova ve bir kürekle Güneş ışığının ortasında durursun. Çıplak ayak parmakların kuma gömülür. Yeniden korkusuz bir çocuk olursun, sarı renkli güneşe bakarken gözlerini kısarsın.

“Hayır,” dedi ağabeyi.

“Güneş’in ortasında atomlar bile bütünlüğünü koruyamaz. Orası öylesine kalabalıktır ki sürekli çarpışırlar, bam bam bam, işte böyle. Elektronlar etrafa saçılır ve serbestçe dolaşmaya başlar. Bazen bir çarpışma olduğunda bir X-ışını fotonu oluşur ve ışık hızıyla sağa sola çarpmaya başlar. Tıpkı pinball oyununda olduğu gibi… Bing-bang-bing-bang… Çarpışa çarpışa en sonunda yüzeye ulaşır.”

“Neden bu kitapları okuyorsun ki? Kendini korkutmaya mı çalışıyorsun?”

“Hayır. Annemi korkutmaya çalışıyorum.” Bu dürüstçe bir itiraftı. Büyükannenin evinde bile böylesine dürüst olunamazdı. Ancak bir trende böylesine dürüst olunabilirdi. Kız ağabeyine gülümsedi.

“Sen korkmuyorsun, öyle mi?”

Kız, kendini aynı dürüstlükle yanıt vermek zorunda hissetti. “Hayır,” dedi. “Hiç korkmuyorum.”

“Peki, neden?”

Çünkü hiç acıtmayacak. Çünkü sonrasını hatırlamayacağım.

Çünkü Güneş’in altında elimde kovam ve küreğimle oturacağım, ona bakacağım ve hiç korkmayacağım. “Nedenini bilmiyorum,” dedi Daisy. “Sadece korkmuyorum.”

“Ben korkuyorum. Her zaman yanmakla ilgili düşler görüyorum. Parmağım yandığında ne kadar acıdığını düşünüyorum. Sonra bu acının sonsuza dek süreceğini düşünüyorum.” Ağabeyi de rüyaları konusunda annesine yalan söylüyordu demek.

“Öyle olmayacak,” dedi Daisy. “Olan biteni anlamayacağız bile. Hiçbir şey hatırlamayacağız.”

“Güneş novaya dönüştüğünde, kendi kendini tüketmeye başlayacak. Çekirdeği atomik külle dolacak. Bu da kendi yakıtını tümüyle bitirmesine neden olacak. Merkezinin zifiri karanlık olduğunu biliyor muydun? Oradaki bütün ışık X-ışınlarından ibaret, bizim göremeyeceğimiz kadar kısa dalga boylu bir ışık bu. X-ışınlarını göremeyiz. Zifiri karanlık ve her yere yağan küller… Bunu kafanda canlandırabiliyor musun?”

“Farketmez.” Bir çayırdan geçiyorlardı ve Daisy’nin yüzüne ışık vurmuştu. “Orada olmayacağız. Ölmüş olacağız. Hiçbir şey anımsamayacağız.”

Daisy büyükannesini görünce ne kadar rahatladığına inanamadı, güneş yanığı uzun bir yüz, çıplak kollar. Şapka bile giymemişti. “Daisy, canım, büyüyorsun,” dedi kadın. Bunu bir ölüm fermanı gibi söylememişti. “David, anladığım kadarıyla hala burnun kitapların içinde.”

Büyükannesinin küçücük evine geldiklerinde hava neredeyse kararmıştı. “Bu nedir?” diye sordu David verendada dikilirken.

Büyükannesinin sesi hiçbir zaman yükselmiyordu. “Kuzey Işıkları. Son zamanlarda hep oluyor. Sanki 4 Temmuz gösterisi gibi değil mi?”

Daisy korkusuz biriyle konuşmayı ne kadar özlediğini fark etti. Gökyüzüne baktı. Azimuta kadar uzanan ışıktan kızıl bir perde gökyüzünde, Güneş’in rüzgârında dalgalanıyordu. “Çok güzel,” diye fısıldadı Daisy, ama büyükannesi içeri girmesi için açık tuttuğu kapıda bekliyordu, yaşlı kadının gözlerindeki ışıltıyı görmek çok güzeldi, Daisy büyükannesinin peşinden küçük mutfağa girdi. Mutfak masası kırmızı muşambayla kaplanmıştı ve pencerelerde kırmızı perdeler sarkıyordu.

“Yalnız olmamak ne güzel,” dedi büyükannesi. Sandalyeye oturmuştu. “Daisy, şunun ucundan tutar mısın?” Sarı plastik bir kurdelenin ucunu Daisy’ye doğru uzatmıştı. Daisy kurdeleyi aldı, büyükannesine endişeyle baktı. “Ne yapıyorsun?” diye sordu kadına.

“Yeni perdeler için pencereyi ölçüyorum,” dedi kadın. Cebinden bir defter ve bir kurşunkalem çıkardı. “Uzunluğu ne kadar, Daisy?”

“Yeni perdeye ne gerek var?” diye sordu Daisy. “Bunlar gayet güzel bence.”

“Onlar güneşi engellemiyor,” dedi büyükannesi. Gözleri korkudan kömür karasına dönmüştü. Sesi her sözcükte daha da yükseliyordu. “Yeni perdeler almalıyız, Daisy, ama kumaş kalmamış. Bütün kasabada, Daisy, hiç kalmamış. Düşünebiliyor musun? Ottawa’dan sipariş etmek zorunda kaldık. Kasabadaki bütün kumaşları satın almışlar. Düşünebiliyor musun, Daisy?”

“Evet,” dedi Daisy, ve keşke ben de korkabilseydim, diye düşündü.

Ron hâlâ kızın elini sımsıkı tutuyordu. Kız, gözünü kırpmadan bakıyordu ona. “Daha sıcak, Daisy,” dedi oğlan. “Çok yaklaştın.”

“Evet,” dedi kız.

Oğlan parmaklarını kızınkinden ayırarak kanepeden kalktı. Mavi oturma odasındaki kalabalığın arasında yürüyerek kapıdan çıktı ve karın içine daldı. Kız, odasına kaçmaya çalışmadı bile. Herşeyi izledi, rastgele biçimde durmaksızın hareket eden kalabalığı… Ağabeyi de bir yandan okurken bir yandan yürüyordu. Büyükannesi bir sandalyeye tünemişti. Daisy acı çekmeden, sessizce ve kendiliğinden anımsadı.

“Sana bir şey göstereyim mi?” diye sordu ağabeyi.

Daisy pencereden dışarı bakıyordu. Bütün gün boyunca ışık titreşiyordu. Oysa dışarısı sessiz ve sakindi. Büyükanneleri ısmarladığı kumaşlar gelmiş mi diye bakmaya şehre inmişti. Daisy, ağabeyine yanıt vermedi.

Ağabeyi kitabı Daisy’nin yüzüne doğru uzattı. “İşte bu bir Güneş püskürmesi,” dedi. Fotoğraf renksizdi. Eski fotoğraflar gibi… Ama resmin altında annesinin beyaz mürekkeple yazdığı kargacık burgacık yazı yoktu. Resmin altında “Yüksek İrtifa Gözlemevi, Boulder, Colorado” yazıyordu.

“Bu sıcak gaz püskürmesi. Yüzbinlerce metre uzunluğunda.”

“Hayır,” dedi Daisy. Kitabı kucağına aldı. “Bu benim altın hulahopum. Ben bunu rüyamda gördüm.”

Sayfayı çevirdi.

David omzunun üstünden kitapta bir şeyi işaret etti. “Bu 1946’daki büyük püskürmenin fotoğrafı. Kütlesi bir milyar tonmuş. Gaz, bir milyon kilometre uzağa kadar püskürmüş.”

Daisy fotoğrafı çok sevdiği birinin fotoğrafıymış gibi tutuyordu elinde.

“Patladı ve bütün bu gazı uzaya püskürttü. İçinde her türlü—”

“O altın ayı,” dedi Daisy. Alevin büyük pençesi Güneş’in karartılmış yüzeyinden dışarıya doğru tembel tembel uzanıyordu. Tutuşmuş gazın vahşi ipekten pençesiydi bu.

“Rüyanda bunu mu görüyordun sen?” diye sordu ağabeyi. “Bana anlattığın şey bu muydu?” Sesi giderek yükseliyordu. “Rüyalarının güzel olduğunu söylemiştin!”

“Güzeldi,” dedi Daisy.

Kitabı kızın elinden kaptı. Sayfalarını öfkeyle çevirdi ve siyah arka plan önüne çizilmiş renkli bir diyagram buldu. Diyagramda içine eşmerkezli çemberler çizilmiş parlak kırmızı bir top görünüyordu. “İşte,” dedi ağabeyi, Daisy’ye göstererek. “Başımıza gelecek olan bu, bak işte!” Çok öfkelenmişti. Kırmızı topun içindeki çemberlerden birini gösterdi. “İşte bu biziz. Biziz! Güneş’in içine gireceğiz! Demek rüyanda bunu gördün ha!”

Kitabı hırsla kapattı.

“Ama hepimiz öleceğiz, ne fark edecek ki!” dedi Daisy. “Canımız yanmayacak bile. Hiçbir şeyi anımsamayacağız.”

“Bu senin düşüncen! Her şeyi bildiğini sanıyorsun. Ama hiçbir şey bilmiyorsun. Bunun hakkında bir kitap okudum. Ne yazıyordu, biliyor musun? Sen hafızanın ne olduğunu bile bilmiyorsun. Hafızanın beyin hücrelerinde olmayabileceğini söylüyorlar. Diyorlar ki hafıza atomların içinde bir yerlerde saklı olabilir. Parçalanıp gitsek bile anılarımız yok olmayabilirmiş! Ya Güneş’in bizi yakışını anımsamaya devam edersek ne olacak? Ya sonsuza kadar yanmaya devam edersek ve sonsuza kadar da bunu anımsarsak ne olacak?”

Daisy yavaşça konuştu. “O bunu bize yapmaz. Bize acı çektirmez.” Ayakta dikilip parmaklarıyla kumları kazarken hiç korkmamıştı. Başını kaldırıp Güneş’e baktığında da… Sadece merak etmişti. Sadece. “O—”

“Sen delirmişsin!” diye bağırdı ağabeyi. “Biliyor muydun bunu? Delirmişsin. Ondan erkek arkadaşın falanmış gibi bahsediyorsun! Güneş o, kızım, Güneş! Hepimizi öldürecek olan harika Güneş!” Kitabı kızdan uzaklaştırdı. Ağlıyordu.

“Özür dilerim,” demek üzereydi Daisy, ama aniden içeriye büyükannesi girdi. Sapkası yoktu. Güneş yanığı uzun yüzünün etrafında saçları darmadağındı.

“Kumaşları getirdiler,” dedi yaşlı kadın sevinçle. “Bütün pencerelere yetecek kadar satın aldım.” Kırmızı kumaş dolu çuvalları boşalltı. Kumaşlar masanın üzerine kuzey ışıkları gibi yayıldı. Kırmızının üstünde kırmızı. “Hiç gelmeyecek sanmıştım.”

Daisy elini uzatarak kumaşlara dokundu.

Onu bekledi. Yemekli vagonun ak örtülü masasında oturuyordu. Kapıda tereddüt ediyordu. Yağan kar tarafından oluşturlan çerçevenin önündeydi. Sonra neşeyle, şarkı söyleyerek içeri daldı.

“Daisy, Daisy, anlat teorini bana.” Şarkının sözleri böyleydi. Kollarında bir top kırmızı kumaş taşıyordu. Kumaşları büyükannesine verirken kumaşın ucu bayrak gibi sallanıyordu—büyükannesi neşeden coşmuş, sandalyesinde otururyor, kağıtlar ve sarı mezurosu durmaksızın ceplerinden düşüyordu.

Daisy oğlanın karşısına dikildi.

“Daisy, Daisy,” dedi oğlan neşeyle. “Söyle bana—”

Kız ellerini oğlanın göğsüne dayadı. “Teori falan değil,” dedi. “Biliyorum.”

“Herşeyi mi biliyorsun, Daisy?” Gamsız bir şekilde gülmekteydi oğlan. Kız üzüntüyle düşündü: Kim olduğunu bilsem bile onu olduğu gibi görmem olanaksız. Onu sadece markette çalışan oğlan olarak görebilirim ancak. Şu herşeyi bilen oğlan olarak…

“Hayır, ama galiba biliyorum.” Elini oğlanın göğsüne bastırdı. Göğsündeki alevden hulahopa doğru… “Sanırım artık bizler insan değiliz. Ne olduğumuzu bilmiyorum—elektronlarını kaybetmiş atomlarız belki de, Güneş’in merkezinde sonsuza değin birbiriyle çarpışan atom çekirdekleriyiz. Bu yağan kar da kendi kendini yakıp tüketen Güneş’in merkezine yağan küller…”

Oğlan hiç açık vermiyordu. Gülüşü hala kendine güven doluydu. “Ya ben kimim, Daisy?” diye sordu.

“Bence sen benim altın ayımsın, alevden hulahopumsun, bence sen Ra’sın. İsminin sonundaki harf yok. Ra herşeyi bilir.”

“Peki, ya sen kimsin?”

“Ben Daisy’yim. Güneş’e aşık olan Daisy.”

Oğlan gülmüyordu artık, ama yüzündeki alaycı ifade kaybolmamıştı. Kızın ellerini kavradı. Elleri oğlanın göğsünün üzerinde kenetlendi.

“Bana şimdi ne olacak? Yüzeye doğru zig zag yapan bir X-ışını fotonu mu olacağım? Yüzeye ulaştığımda görünür ışığa mı dönüşeceğim? Beni elde ettikten sonra nereye götüreceksin? Satürn’e mi? Halkaları Güneş’te eriyen mutlu Satürn’e mi? Şimdi orada mı parlayacaksın, Satürn’de? Beni de oraya götürecek misin? Yoksa sonsuza kadar burada mı kalacağız? Ellerimde kovam ve küreğimle, gözlerimi kısıp sana mı bakacağım?

Oğlan kızın elini yavaşça bıraktı. “Nereye gitmek istersin, Daisy?”

Büyükannesi hala sandalyede oturuyordu. Kutsal bir şeymiş gibi kumaşlara sarılmıştı. Daisy uzanarak kumaşa dokundu. Güneş novaya dönüştüğünde yaptığı gibi… Büyükannesine gülümsedi. “Çok güzel,” dedi. “Kumaşlar geldiği için çok memnunum.”

Aniden pencereye yöneldi. Solgun perdeleri yana doğru çekti. Sanki kendisine özel bir görüntü vardı orada. Sanki bir zamanlar kendisi olan küçük kızı görebilecekti. Çökük göğüslü, şişik karınlı o küçük kızı görebilecek miydi? Gerçekten kendini olduğu gibi görebilecek miydi, güneşteki bir papatya gibi? Ama tek görebildiği durmaksızın yağan kardı.

Ağabeyi annesinin oturma odasındaki mavi kanepede oturmuş kitap okuyordu. Kız ne okuduğuna baktı, “şimdi korkuyorum artık,” dedi. Ama kendisine bakan yüz ağabeyine ait değildi.

Tamam o halde, diye düşündü Daisy. Kimse bana yardım etmeyecek. Ne fark ederdi ki? En çok korktuğu şeyle yüzleşmenin vakti gelmişti. Ve en çok sevdiği şeyle… Zaten ikisi de aynı şeydi.

“Peki, madem öyle,” dedi Daisy ve Ron’a döndü. “Gezmeye götür beni. Ama arabanın üstünü aç.” Durdu ve gözlerini kısarak oğlana baktı. “Güneş’i seviyorum,” dedi.

Oğlan kolunu kızın omzuna attı. Kız bu kez kaçmadı. Oğlan elleriyle kızın göğsünü kavradı ve öpmek için eğildi.

Çeviri: Sinan İpek | Öykünün Özgün Adı: Daisy, in the Sun

Yazar: Sinan İpek

Yazar, çizer, düşünür, öğrenir ve öğretmeye çalışır. Temel ilgi alanı Bilimkurgu yazarlığıdır. Bunun dışında Matematik, bilim, teknoloji, Astronomi, Fizik, Suluboya Resim, sanat, Edebiyat gibi konulara ilgisi vardır. Ara sıra sentezlediklerini yazı halinde evrene yollar. ODTÜ Matematik Bölümü mezunudur ve aşağıdaki başarılarıyla gurur duyar:TBD Bilimkurgu Öykü yarışmasında iki kez birincilik, 2. Engelliler Öykü yarışmasında birincilik, Ya Sonra Öykü Yarışması'nda finalist, Mimarlık Öyküleri Yarışması'nda finalist, 44. Antalya Altın Portakal Belgesel Film Yarışmasında finalist. Ithaki yayınları Pangea serisinin 5. üyesi "Beyin Kırıcı" adlı bir romanı var.

İlginizi Çekebilir

depresyon

Depresyon | Erkan Ceylan (Kısa Öykü)

Dr. Zeynep Altın, psikiyatri kariyerinin beşinci yılında mesleğinin sınırlarını zorlayacak bir vaka ile yüzleşmek üzereydi. …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin