Hain | Murat Yıldırım (Kısa Öykü)

Bütüris Cumhuriyeti`nde sıradan bir gündü. Ortasından sığ bir nehir geçen bu ufak şehirde ilkbahar güneşi parlıyor, ılık bir rüzgar yavaş yavaş esiyordu. Birkaç haftadır iyi giden havaların etkisiyle, etraftaki tek tük ağaçlarda tomurcuklar patlamaya başlamıştı.

Ama eksik bir şeyler vardı. İlk olarak etrafta kuşlar ve sokak hayvanları yoktu. Sonova Savaşı başladığından beri süregelen kıtlık en çok bu hayvancıkları etkilemişti. İsterseniz yiyecek bulamamışlardı diye düşünün isterseniz de onlar yiyecek… Her neyse.

İkinci olarak bir zamanlar kalabalıktan basacak yer bulamadığınız sokaklar bomboştu. Nadiren denk gelinen insanların hepsinin yüzleri asık, benizleri soluktu. Tenhalığı şu an herkesin işte olmasına bağlayabilirdiniz belki ama bir şeylerin ters gittiği açıktı.

Son olarak da gökyüzünde parıldayan ikindi güneşi yan yana dizilmiş, hepsi farklı boydaki düzensiz ve çirkin apartmanları aydınlatmıyordu sanki. Bir zamanlar hepsinin farklı renkte olduğu belli olan apartmanların hepsi birkaç yıla aynı çirkin renkte buluşacak gibiydi. Karanlık gri ile koyu toprak rengi arasında renkten bile sayılmaması gereken bir renkte… Renklerin hepsi silinip gittiğinde, sanki tüm binalarda silinip yok olacaklardı.

Sokaklardaki asık suratlı adamlardan biri, birbirinden ayırt etmesi zor apartmanlardan birinin önünde durdu. Ürkek hareketlerle etrafını kontrol etti. Sonra kapıdan içeri girdi. Yavaş yavaş merdivenlerden yukarı, dördüncü kata çıktı. Sonra, hızla merdivenleri ikişer ikişer atlayarak üçe indi. Amaç takip eden biri varsa onu hazırlıksız yakalamaktı. Kemal Sunmaz bunu çok anlamsız buluyordu. Ama eğer “Direniş“e dahil olduysanız, kurallara uymalıydınız. Eski sinema aktörlerinin isimlerinden bozma takma isimleri kullanmak zorunda olduğunuz gibi.

Merdivenlerden hızla indikten sonra kapıyı iki kere uzun, iki kere kısa çaldı. Kapı hemen açıldı. Kemal çabucak içeriye giriverdi.

“N`aber, Kadir?“ dedi.

Kimse Kadir İnanmaz`ın kendi seçtiği ilk ismi hatırlamıyordu. Kadir`e ismini bıyığı ve yüzündeki beninden dolayı diğerleri takmıştı. Kadir cevap vermeyince Kemal yüzüne baktı. Kadir gergin görünüyordu.

“Bir şey mi oldu?“ diye sordu, Kemal.

“İçerde iri yarı bir herif var, Direniş`in merkezinden gönderildiğini söylüyor. Tehlikeli birine benziyor. Omuz askılıklarında iki tane tabanca var. İçerde, salonda oturuyor.”

“Merkezle irtibatı olan sadece Yılmaz. O gelsin anlarız.”

Kemal, girişin az ilerisinde sağdaki kapıyı açtı. Karşısındaki manzara karşısında gerçek bir sürpriz yaşadı. İçerideki, adam değil bir insan azmanıydı. 1.95 falan olmalıydı. Ama ince, sırık falan gibi değildi. Hem enine hem boyuna maşallahı vardı. Herhalde 130-140 kilo vardı. Hafif bir göbeği olmasına rağmen, kilosu vücuduna orantılı dağılmış sayılırdı. Kocaman elleri, geniş omuzları, kolları hareket ettiğinde ceketin üzerinden bile belli olan iri pazıları ile adam gerçekten ürkütücüydü. Kemal, Kadir`le beraber odaya girdi ve “Merhaba, ben Kemal, nasılsınız?” dedi.

Kemal`in sesini duyunca adamın geniş yuvarlak yüzü aydınlandı. Yüzünde sıcak ve içten bir gülümseme belirdi.

”Merhaba, ben Cüneyt.“

Cüneyt`in gülümsemesinin altından, sigara lekesi olmuş çarpık ve uçları kırık dişleri ortaya çıkmıştı. Birkaç kez kırıldığı belli olan burnunu ve yüzünde çok sayıdaki iyileşmiş yara izlerini de fark ettiğinde, Kemal bu adamın kavga ve dövüşe yabancı olmadığını görebiliyordu. Büyük bir ihtimalle okumak ve sohbet etmekten ibaret direniş günleri geride kalmak üzereydi.  O sırada bir ufak bir patırtı oldu. Birisi merdivenlerden hızla iniyordu. Kemal:

“Şehir sorumlusu arkadaş da geldi.“

Kadir kapıya bakmaya giderken Kemal hâlâ Cüneyt`i inceliyordu. Gelen tabii ki Yılmaz`dı. Cüneyt`le arasındaki kısa bir tanışma faslından sonra Yılmaz, Cüneyt`e sorular sormaya başladı. Grubun en küçüğü Kadir karıştırdığı bitkilerden çay niyetine sıcak bir içecek hazırlamıştı. Çayın, kahvenin ve şekerin olmadığı yoklukta tadı fena değildi. Cüneyt çayı içmeye başlayınca ceketini çıkarmıştı. Koltuklarının altında –Kadir`in dediği gibi- iki tane kocaman tabanca vardı.

İçilen çayla birlikte ortam yumuşamaya başlamış, herkes biraz rahatlamıştı. Ama tam anlamıyla değil. Neredeyse iki metrelik dev gibi hem de silahlı bir adam, yanınızda otururken tam anlamıyla gevşemek biraz zordu. Direniş`in merkezi ile irtibatı olan sadece Yılmaz`dı. Yılmaz, Cüneyt`e sorular sormaya başladı. Cüneyt üşenmeden hepsini detaylıca cevapladı. İsimler verdi. Küçük hikayeler anlattı. O anlattıkça Yılmaz başını sallıyor, yüzündeki gergin çizgiler birer birer kayboluyordu. On beş dakika sonra, Cüneyt hepsiyle ahbap olmuştu. Hep beraber gülüp, eğlenen dört arkadaş gibilerdi. Yılmaz sonunda beklenilen soruyu sordu.

“Cüneyt, niçin buradasın, abi ?”

Cüneyt konuşmak için tam ağzını açmıştı ki Yılmaz`ın iletişim cihazı ötmeye başladı. Herkes bir anda Yılmaz`a döndü.

“Drone geliyor, iki dakikamız var. Arka odada termal kameradan koruyan battaniyeler var. Hemen altına girelim.“

Arka odada üç tane battaniye vardı. Cüneyt cüssesinden beklenmeyecek bir çabuklukla hemen birinin altına girip kanepeye uzanmıştı bile. Diğer üçü bir an bakıştı. Sonra yere yan yana uzanıp iki battaniyeyi üzerlerine örttüler. Sıkıntılı bir bekleyiş başlamıştı. Önce hafiften bir vınlama sesi duyuldu. Sonra ses yaklaştı ve yükseldi. Üzerinde ışıklar ve otomatik bir silah olan, altı pervaneli kocaman bir drone pencerenin önünden geçti ama az ileride durdu. Işıkları hâlâ odayı aydınlatıyordu. Sonra palet sesleri duyuldu. Yerde de paletli robotlar olduğuna göre bugünkü denetim sıkıydı demek. Geçmek bilmeyen dakikalardan sonra vınlama ve palet sesleri uzaklaşmaya başladı. Aynı battaniyelerin altındaki üçü bir müddet daha kıpırdamadı. Sonra battaniyenin altından ilk Kadir çıktı. Cüneyt hâlâ battaniyenin altındaydı. Battaniyenin ucunu yavaşça kaldırınca odaya hafif bir horlama sesi doldu. Cüneyt battaniyenin altında uykuya dalmıştı. Battaniyenin altından çıkıp battaniyeyi katlamaya başlayan Kemal “Abi, bir insan nasıl bu kadar geniş olabilir?” diye söyleniyordu. Cüneyt`i kaldırıp alacakaranlık salona geçtiler.

Cüneyt “İşte, arkadaşlar size anlatmak istediğim tam da buydu.” diye söze girdi.

“Bir rejim düşünün ki vatandaşlarını kul diye çağırıp, sürekli kontrol ediyor. Hatta polisinden korktuğu için ona silah bile vermiyor.“

Bütüris`te Teşkilat adını almış gizli polis dışında hiçbir güvenlik gücü silah taşımıyordu. Fakat halkın `güvenliğini sağlamak` için polisin korunumlu giysileri ve elektrojopları yeterliydi.

“Bir rejim düşünün ki inadına gereksiz bir savaşı sürdürüyor. Halkını mantar yemeye ve kıtlığa mahkum ediyor. Bir rejim düşünün ki halkının rüyalarını bile kontrol etmeyi düşünüyor. Evet, bir kaç ay sonra uygulanacak projeyle rüyalarınız bile kontrol edilmeye başlanacak.“

Cüneyt daha da ciddileşti. Çay sohbeti esnasında gözlerinde dolaşan çocuksu pırıltılar artık yoktu.

“Artık harekete geçme zamanı arkadaşlar. Şanslısınız bu hareket sizin şehrinizde başlayacak. Teşkilat`tan önemli birinin şehirde olduğu haberini aldık. Karşı istihbarat şefi ve Kutlu Başkanın damadı Şükrü Çelik. Onu ölü ya da diri ele geçirmemiz gerek.”

Teşkilat doğrudan Kutlu Başkana bağlı gizli polisti. En gizli operasyonları yapan, en acımasız güvenlik gücüydü. Devlet görevlileri bile Teşkilat`tan bahsederken fısıldaşarak konuşurlardı. Şeytanı çağırmak için ıslık çalmanın bir anlamı yoktu.

Odadaki üç eski arkadaş ve direnişçi birbirlerine baktı. Ne diyeceklerini şaşırmışlardı. Onlar için direniş şimdiye kadar gizli gizli toplanmak, rejim aleyhtarı kitaplar okuyup, rejim hakkında ileri geri konuşmak demekti.

Kadir ürkek bir şekilde ayağa kalktı. Sesi titreyerek “Ben Emniyet ve Huzur Vekaleti`nden gizli görevle buraya geldim. Kutlu Başkanın ve vekaletin verdiği yetkiye dayanarak hepinizi tutukluyorum.” dedi. Yeşil siyah kravatını yakalayıp ağzına yaklaştırdı.

“Destek birimlerini gönderin, hemen.” dedi. Cüneyt`in tarafına bakamıyordu.

O sırada Kemal ayağa kalktı. “Ben de Afiyet ve Saadet Vekaleti`nden gizli görevle geldim.“ dedi. Beyaz gömleğinin yakasını kaldırıp mercimek tanesi büyüklüğünde iliştirilmiş bir mikrofonu gösterdi. O sırada Yılmaz da ayağa kalktı.

“Abi, olmaz bu kadar. Ben de Feniyyat ve Harp Vekaleti`nden gizli görevle geldim.“ dedi.

Üçü de bir an nerede olduklarını unutmuştu. Birbirlerine dostça gülümsüyorlardı. Sonra Cüneyt`i hatırladılar ve yavaşça ve korkuyla dikkatlerini ona yönelttiler.

Cüneyt kollarını önünde kavuşturmuş, başını sola eğmiş onları izliyordu. Yüzünde eğleniyormuş gibi bir ifade vardı ama korkudan eser yoktu. Ağzını tam açtığı anda büyük bir gürültü koptu. Polis koç başıyla kapıyı kırmış, sekiz tane polis içeri dolmaya başlamıştı. Cüneyt hışımla oturduğu yerden kalkıp polislerin yolunu kesti. Polisler bir an şaşırdı. Polise karşı gelinmesi çok nadirdi. O da kendisine hakim olamayan insanların üzüntüyle çırpınışları olurdu. Karşılarına soğukkanlılıkla dikilen bir insan azmanını beklemiyordu hiçbiri.

Üç polis, ikisi önde biri arkada Cüneyt`e doğru atıldı. Cüneyt öndeki polislerden sağdakine bir tokat patlattı. `Şaap` diye bir ses ve kütürtü çıktı. Hani, boynunuzu kütlettiğinizde çıkan ses var ya, onun çok daha şiddetlisi. Polis soldaki arkadaşının üzerine uçtu ve ikisi birlikte sola doğru devrildi. Arkadan gelen polis yavaşlayamamıştı bile. O da Cüneyt`in sol tokadını yemek için tam vaktinde gelmişti. O da sağa doğru uçtu.

Dördüncü bir polis daha kontrollü bir şekilde yaklaşıp elektrojopunu Cüneyt`in göbeğine değdirdi. Cüneyt gülümsedi. “Senin voltajın yetmez bana, aslanım“ diyip savurduğu sağ eliyle hâlâ mavi ışıklar saçan jopu polisin elinden söktü, aldı. Aynı hareketin devamında bir golf sopası gibi iki eliyle kavradığı jopu polisin kafasına indirdi. Vizörü parçalanan kaskta artık kocaman bir çöküntü vardı. Cüneyt elindeki kırılmış jopu polislere doğru fırlattı. Son saniye refleksiyle jopun suratına çarpmasından kurtulan beşinci polis, koridordan koşarak gelerek zıpladı ve Cüneyt`e uçan tekme atmak için ayağını uzattı. Cüneyt çeviklikle geri adım atıp sola çekildi. Polis, zıplamasının en yüksek noktasındayken birden tekrar yaklaştı ama bu sefer vurmadı. Polisi sadece itti. Polis, uçuşuna yana doğru devam etti. Salonun penceresine çarptı. Cam paramparça olurken polis pencerenin ortasındaki destek sayesinde dışarı uçmaktan kurtuldu.

Cüneyt silâhlarına dokunmadan ve bir dakika bile geçmeden beş polisi haklamış, geriye sadece üç polis kalmıştı. Onlar da ne yapacaklarını bilemeden birbirlerine bakıyorlardı. Birden seri patlama sesleri geldi. Kimse daha ne olduğunu anlamamıştı ki salonun yan daireyle ortak duvarı boydan boya bir anda çöküverdi. Ortalığı bir anda toz bulutu kapladı. Tozun içinde kafalarında ışıklı kaskları, gelişmiş teçhizatları ile bir sürü üniformalı adam belirdi. Odaya doluşurken bir yandan da `Yat, yat.` diye bağırıyorlardı. Üzerlerine yürümeye kalkışan bir polise ikinci bir uyarı yapmadan kurşun yağdırdılar. Polis yere yığılıverdi. Polise bile böylesine sert davranabilen, silahlı olan tek bir grup vardı : Teşkilat.

Otuz saniye içerisinde polisler de dahil olmak üzere hâlâ canlı olan kim varsa elleri arkadan bağlanmış ve hepsi salonun ortasına yüzüstü yatırılmışlardı. Teşkilat mensupları hariç ayakta tek bir kişi vardı. O da Cüneyt`ti. Teşkilattan biri Cüneyt`in yanına gelip maskesini çıkardı. Saygı dolu bir sesle “Kavga başlayınca müdahale etmek zorunda kaldık, amirim.” dedi. Arkasından odanın ortasında çatık kaşlarıyla dikilen amirine titrek bir sesle sordu.

“İyi misiniz, amirim? Yaralanmadınız ya? İlk yardım ekibini çağırayım mı?”

Amiri normal bir sesle devam edince Ahmet rahatladı. Yanlış zamanda yanlış soruları soranların başına neler geldiğini görmüştü çünkü.

“Ne kavgası ya. Yanıma bile yaklaşamadılar ki. Neyse iyi yaptınız. Polisleri alın dışarı.”

Ahmet emri yerine getirmek için hareketlenmişti ki amiri seslendi. Yerde yatan üç sahte direnişçiyi göstererek “Oğlum! İlk önce şu heriflerin dosyalarını ve görev emirlerini bul bana. Bakalım doğru mu söylüyorlar? Bir de hemen bir medya dosyası hazırlayın. Göndermeden bana gösterin.”

Ahmet hemen teçhizatının altından şeffaf plastik bir dosya çıkardı. Kenarına dokununca hemen sayfa beyaza döndü, üzerinde yazılar belirdi. Dosyayı amirine uzatırken “Ben içeri girdiklerini görünce arkadaşları tespit ettirmiştim. Dosyaları ve görev emirleri e-okuyucuya yükledim, efendim.” Dosyayı amiri alınca hemen omuz cebinden bir tüp onun içinden de ufak bir gözlük çıkardı. “Arzu ederseniz yakın gözlüğü var yanımda.” deyip gözlüğü uzattı. Ahmet gözlüğü verdikten sonra, saygı dolu bir selam çakıp etrafı düzene koymak için emirler yağdırmaya başladı.

On beş dakika sonra sahte direnişçilerin Cüneyt diye bildikleri amir koltuğa yayılmıştı. Onlar da elleri halen kelepçeli koltuğun iki metre ötesinde ses çıkarmadan bekliyorlardı. Gerçek adını bilmedikleri amir ilk önce dosyalarda göz gezdirmişti. Az önce de Ahmet`in kulağına birkaç şey söyledikten sonra medya dosyasını onaylamıştı. Odada dördünden başka kimse kalmamıştı. Şimdi ifadesiz bir tavırla, rejime sadık oldukları ortaya çıkan gizli görevli memurlara bakıyordu. Birden koltuktan kalktı. Koltuğun arkasına geçti.

“Ulan, sizi bana sayıyla mı verdiler? Her şehirde aynı şey. Ulan, hadi direnişçilerle temas kuramadınız. İnsan iki senede karşısındaki adam direnişçi mi, değil mi anlamaz mı?“

Kadir bir şeyler söyleyecek oldu ama dondu kaldı. Bir anda, Cüneyt`in elinde silahlar belirmişti. Silahlar üç kez patladı.

Silahlar patlayınca Ahmet yanında iki kişiyle içeri geldi. Amirine yeni bir e-okuyucu uzattı.

“Şükrü amirim, Kutlu Mesaj`ın dijital sitesinde haberi basmışlar bile.”

Şükrü, bu akşam polis ve Teşkilat tarafından yapılan baskında ölü ele geçen üç direnişçi ve çatışmada şehit olan üç polis memuru ve yaralıları anlatan haberi hızlıca inceledi. E- okuyucuyu Ahmet`e uzattı. “İyi olmuş. Şimdi çıkın. Yarın buraları temizlersiniz.” dedi.

Karşı istihbarat şefi ve Kutlu Başkanın damadı Şükrü Çelik, yardımcısı Ahmet çıkarken tekrar düşüncelere daldı. Direnişçiler neredeydi ? Her sorgulamada bahsi geçen merkez gerçek miydi? Hatta gerçekten Direniş diye bir örgüt var mıydı? Eğer varsa onları bulacaktı. Bulacak ve onlara katılacaktı.

Yazar: Murat Yıldırım

Bilim ve Teknik dergisinde popüler bilim yazarlığı ve editörlük yapmışlığım var. Bilimkurgu Kulübü web sitesinde yazı yazmaya ve çeviri yapmaya devam ediyorum. Amatör olarak yazdığım hikâyelerim yine Bilimkurgu Kulübü web sitesinde, Yerli Bilim Kurgu Yükseliyor e-dergisinde, Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi ve Lagari Fanzin'de yayımlandı. Elime geçen, hoşuma giden herşeyi okurum ama özellikle bilimkurgu, fantazi ve korku edebiyatına bayılırım. Eğitim hayatımda yolum Istanbul Atatürk Fen Lisesi, Boğaziçi Üniversitesi, University of Iowa ve University of Ottawa'dan geçti. Şu anda hayatımı ultrahızlı lazer laboratuvarlarında THz bandında foton toplayarak kazanıyorum.

İlginizi Çekebilir

gogun karardigi gun

Göğün Karardığı Gün | Emre Bozkuş (Kısa Öykü)

O gün Müjgan’la şehrin uzağında sessiz bir tepede boğazı izliyorduk. İlkbahar esintisi tenimize dokundukça serinliğin …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin