Tüm ırkların ortak çocuğu gibi görünen alımlı kız, aynanın karşısında yandan görünüşünü inceledi. Sanki beli biraz düz gibi miydi? Son günlerde moda olan sırt kavisine kavuşmak için estetik ameliyat olabilirdi ama doktorlar pek tavsiye etmeyince vazgeçmişti.
Şimdi yolculuk zamanıydı. Çoğu insan gibi o da göçe hazırlanıyordu, altı ayını güneyde geçirecekti. Babasının dediği gibi, ‘İnsan yazı kuzeyde, kışı güneyde geçirmiyorsa yaşıyor sayılmaz!’
Artık Dünya’da yaz ve kış dışında mevsim yaşanmıyordu. Hava ya sıcak ya da çok sıcaktı… Kız, çocukluğunda bazen üşüdüğünü hatırlıyordu, doğru hatırlıyorsa tabii. Ailesi eskiden beri göçecek kadar zengin olduğu için dünyanın aşırı iklim koşullarından haberi yoktu. “Çoğu insan gibi, büyük bir cahillik içinde yaşıyoruz aslında,” derdi babası. “Bu gördüklerin var ya, dünyanın gerçek koşulları aslında böyle değil.”
Adı Aybeth’di… Dış görünüşü gibi ismi de ırkların bir karışımıydı. İki büyükannesinin isimlerinin birleşimi: Ayşe ve Elizabeth… Aybeth, tüm insanlar gibi Kuzey Avrupa, Asya, zenci, Malinezya, Jamaika ve birazcık da Aborjin meleziydi. Ama bu durum onda öylesine güzel sonuçlanmıştı ki tek tek ele alındığında şu ya da bu ırkın en güzeli olarak görünmese bile, toplamda insan dişisinin mükemmel bir örneğiydi. Tıpkı iyi pişmiş bir tabak aşuredeki üzüm taneleri gibi…
Ama ayrıntılar önemliydi… Bel kavisi fena olmasa da mükemmel sayılır mıydı? Kesinlikle hayır! Her ne kadar bu kusur ancak cetvelle ölçüldüğünde fark edilebilse de yine de can sıkıcıydı. Birkaç milimlik bir farktı… öyleyken neden mükemmel olmasındı ki? Hatiriel’den neyi eksikti? Okulun üç beş yakışıklısını da o bodur kıza kaptıracak değildi ya… özellikle de Mustarow’un gözlerinin ikide bir Hatiriel’e kaydığını fark ettiği akşam ağlamaktan gözleri kızarmıştı. O gün yapay zekâ asistanıyla konuşmuş ve ne yapacağını sormuştu. Yapay zekâ hiçbir zaman alay etmezdi onunla (bazı arkadaşları yapay zekâlarının alaycı, vurdumduymaz ya da enayi olduğundan şikâyet ederdi.) Bu yönden şanslıydı. Yapay zekâsı—Eliza—oldukça ciddi ve saygılı bir kişiliğin yanı sıra pratik bir zekâya da sahipti. Hem sorunları hızlı bir şekilde çözer hem de hiç iğnelemezdi insanı.
“Eliza, ne yapmam gerek sence? Ameliyat olayım mı? Yoksa gen terapisi falan mı tavsiye edersin?”
“Hiçbiri,” demişti Eliza. “Yapılacak en doğru şey Kuzey Afrika kıyılarındaki estetik-spor merkezlerinden birine üye olman. Orada müthiş uzmanlar var.”
“Peki ne kadar sürer istediğim ölçüye gelmem?”
“Sıkı bir çalışma ve iyi bir beslenme programıyla desteklenirse otuz beş gün yeter,” demişti Eliza.
“Çok değil mi ya?” diye sızlanmıştı Aybeth. “O kadar uzun sürede daralırım ben!”
“Meraklanma,” demişti asistan, “ben her şeyi ayarlarım, hiç sıkılmazsın. Hem zaten kış mevsiminde güneye gideceksin, bu arada estetik-sporu da aradan çıkarırsın.”
Aybeth, o gün okulda Mustarow’un Hatiriel’in dibinden ayrılmadığını görünce son kararını verdi. Eliza’yı aradı ve her şeyi ayarlamasını istedi. “Hay hay!” dedi Eliza. Bir saat içinde eskiden Fas olarak adlandırılan ülkedeki estetik-spor merkezine üye olunmuş, hocalar tutulmuş, diyetisyenler ayarlanmış ve özel dron-uçakta yer ayırtılmıştı.
Aybeth, aynanın karşısında kendine son bir kez baktı. İşte apaçık görünüyordu, ne kadar belirsiz de olsa, düzdü beli! Hem de dümdüz! Aybeth, diğer kızlar gibi düzeltici filtreli aynalar kullanmayacak kadar kendine güvenirdi. Ama arkası sırlanmış adi camın gösterdiği şey, poposu yeterince dışa çıkık olmayan bir kızdı. Çıkıktı ama yeterince değil… Birkaç milim daha olsaydı fena olmayacaktı.
Yine de güzel kızdı.
Giyeceği mayoları Eliza önermişti. Aybeth’e düşen, aralarından birkaçını seçmekti yalnızca.
Bir de bavulun hazırlanması gerekiyordu tabii. İşin en sıkıcı kısmı da buydu.
“Bavul!” diye seslendi içeriye. Hiçbir hareket olmadı. Bu kez biraz sinirli bir ses tonuyla “Bavul!” diye bağırdı. İçeriden bir tıkırtı geldi ve hemen ardından ufak bir dolabı andıran ve üzerinde Miki Fare resmi bulunan akıllı bavul kapının önünde belirdi. Konuşamadığı için bipledi: “Hazırım efendim,” diyor dedi Eliza.
“Odaya gir,” dedi Aybeth bavula. Ses tonunu yükselttiği için üzülmüştü, ama ne yapabilirdi ki? Eşyaların önemsiz de olsa hata yapmasına sinir oluyordu. Onlar mükemmel olmalıydı değil mi? Çağrıldıkları anda gelmeliydi. “Hata yapmak insanların ayrıcalığıdır,” demez miydi babası? “Makineler hata yapamaz!”
Bavul içeri girip kamerasıyla etrafı hızlıca taradı ve bir kez daha bipledi. Odayı en azından iki farklı ışınla taramış, göz açıp kapayıncaya kadar geçen sürede hangi eşyanın nerede olduğunu veri tabanına kaydetmişti bile. Bu arada Eliza’dan götürülecek eşyalara dair tahmini bir liste almıştı.
Ama asıl kararı verecek olan kızdı tabii.
Aybeth dolabı açtı ve büyük bir hevesle gömleklerini inceledi. Her zaman böyle hevesle başlar ama çabucak sıkılırdı. Eliza ve bavul da biliyordu bu huyunu. Yine de büyük bir saygıyla beklediler.
Aybeth parmağını kırmızı ipek gömleğine doğrulttu: “Bu kesin geliyor!” dedi. O bunu söyler söylemez gömleğin akıllı kumaşı gülümseme sayılabilecek bir ifadeyle ışıldadı. Sedef bir kabuğun güneşe tutulduğunda ortaya çıkan o güzel renkleri andıran bir kumaşa sahip bir başka gömlek seçildiği için parıldadı.
“Bana bir de gece elbisesi lazım, durun bakayım!” dedi Aybeth. Karşı duvarı boyda boya kaplayan dolabın diğer kanadına dönerek güzel kollarını hafifçe kaldırdı ve eliyle belirsiz bir işaret yaptı. Dolabın kapağı açıldı ve odaya olağanüstü bir koku yayıldı. “İşte burada,” dedi Aybeth. “Vanta-siyahı kumaş elbisem! Epeydir giymiyordum, seni de götürüyorum. Ha bir de beni sıcaktan koruyacak süper-beyaz tekstilden bir tişört alalım.”
Vanta-siyahı kumaştan yapılan elbise seçildiği için ışık çıkaramadı—çünkü her türlü ışık kaynağını emen bir boyayla boyanmıştı. Bunun yerine dans eder gibi titreşti. Hareket ettiği üzerindeki kırışıklıklardan değil —çünkü kırışıklıkları görünmeyecek denli siyahtı— elbisenin dış çizgilerinin dalgalanmasından anlaşılmıştı. Aybeth bu elbiseyi giydiğinde bedeni âdeta ortadan kayboluyor, sadece bir kafa, iki kol ve iki güzel bacaktan ibaret görünüyordu. Bu da kızı çok eğlendiriyordu. Kumaşın siyahlığında kaybolan çizgilerini görmeye çalışan erkeklerin yüz ifadesini gözlemek çok eğlenceliydi. Belki başka bir açıdan görebiliriz diye kafalarını çevirip çevirip yeniden bakıyorlardı, bu yüzden şaşı olacaklardı! Ama Aybeth’in bu elbiseyi seçmesinin şimdiki nedeni belindeki o küçük kusuru gizliyor olmasıydı.
Eliza ve Bavul’un tahmin ettiği gibi Aybeth bavulu hazırlamaktan sıkıldı. Yarı saydam tırnaklı güzel elini ağzına götürerek esnedi. “Çok yorucu ya! Siz ikiniz devam edin, dilediğinizi seçin.” Böyle söyledikten sonra odadan çıktı.
Bavul’un, Eliza ile götürülecek şeyleri seçmeleri bir saniye bile sürmedi. Neler götürülecek neler bırakılacak, aşağı yukarı belliydi zaten. İnsanlar yapay zekâyı hiçbir zaman şaşırtmazlardı. Çünkü insanların ne yapacaklarını ne düşündüklerini ne istediklerini tahmin etmek o kadar da zor değildi. Ama şunu da öğrenmişlerdi ki seçimlerin içine daima bir miktar rastgelelik eklenmesi gerekiyordu. Nedense insanlar biraz belirsizlikten—sürpriz diyorlardı buna— hoşlanıyordu.
İşte bu belirsizliği sağlamak için Bavul, dolabın önünde dikilip kamerasının irisini kıstı. Dolaptaki sayısız elbise bir an için korkuyla titredi, çünkü Bavul’un ne kadar disiplinli olduğunu biliyorlardı. Taşkınlık yapmadan kendilerini ön plana çıkarmak için ışıklarını yaktılar, kımıldandılar ve itişip kakıştılar. İçlerinden biri kendini askıdan dışarı doğru itecek gibi oldu ama Bavul sert bir hareketle buna izin vermedi. Elbise utancından kırmızıya döndü ve yanındaki gömleğin arkasına saklandı.
Bavul gözlerini dolabın içinde sağa sola kaydırıp rastgele kıyafet seçerek içine doldurdu. Bavul’un elleri yoktu ama ellere ihtiyacı da yoktu, çünkü ev robotuna dilediği işi yaptırabilirdi.
Ev robotu olağanüstü bir çeviklikle ve hünerle hareket ederek seçilen eşyaları ustalıkla, en hızlı sıralama ve yerleştirme algoritmalarını kullanarak beş dakika içinde katlayıp yerleştirdi. O bunları yaparken Bavul da bir çavuş edasıyla onu gözetliyordu. Birkaç kez de müdahale etti. Ne de olsa kendi dengesini ve gizli ceplerini en iyi kendisi bilirdi.
Bavul yerleştiğinde üç kez bipledi. Aybeth içerde bir bilgisayar oyununa dalmıştı. “Geliyorum, bipleyip durma!” dedi. Ama gelmesi yarım saati buldu.
Odaya yeniden girdiğinde Bavul karnı doymuş bir piton gibi şişmişti. Aybeth ona baktı ve “İnşallah saçma sapan şeylerle doldurmamışsındır içini,” dedi. Eliza götürülen eşyaları gösteren bir info-grafiği ekrana yansıttı. Önemli olan eşyalar ön plana çıkarılmış, gerisi küçük puntolarla yazılmıştı. Aybeth biraz okumaya çalıştı ama hemen sıkıldı. “Aman ya, eksik bir şey kalırsa otelden de alırım. Adresi biliyor musun, bavul?” Eşyalarla konuşmak her zaman sinirlendiriyordu kızı, bu yüzden de konuşmanın çabuk bitmesi için acele etmişti.
Bavul bipledi.
“Güzel,” dedi Aybeth. Bilmiyorsan da Eliza’ya sorarsın zaten. Benim otele varış saatimi öğren ve benden önce orada ol… Neydi otelin adı… Neyse işte, Eliza biliyor… Sakın gecikme! Hadi şimdi marş marş!”
Bavul yeniden bipledi. Aybeth, “Bipleyip durma da yürü hadi!” diye bağırdı.
Bavul arkasını dönüp çıkarken dolapta kalan elbiselerin istihzalı bir şekilde sırıttıklarını fark etti ve onlara ağ üzerinden küçük bir çimdik yolladı. Çimdik, akıllı eşyaları rahatsız etmek üzere tasarlanmış küçük bir kod parçasıydı.
“Aman!” dedi Aybeth iç çekerek. “Seyahat hazırlıklarından nefret ediyorum. Ama neyse ki bitti!” Ardından oyun oynadığı odaya yöneldi ve esnedi. “Hayat ne yorucu be!”
***
Bavul, insanların değil de eşyaların kullandığı dış asansöre yöneldi. Hava biraz soğuktu ama bu bavulun umurunda değildi. Onun tek düşündüğü bataryalarının soğukta çabuk bitmesi ve yolculuğun aksamasıydı. Böyle bir şey olmasın diye iç göstergelerini kontrol etti ve on beş kilometre koşabilecek kadar şarjı olduğunu gördü. Bu şarj ona rahat rahat yeterdi. Zaten yolun çoğunda yürümek yerine metro ve trenleri kullanacaktı.
İşletim sisteminde toplu taşım uygulamasını çalıştırdı ve gelen menüde “mesaj” butonunu seçerek 100 baytlık bir kod girdi. Bu kod insan diline şöyle çevrilebilirdi:
Yolcu tanımı: Bavul – kendisi
Seyahat amacı: Lojistik – turizm
Mesafe: Uzun mesafe (>1000 km)
Hedef: Eski Fas bölgesi
Varış zamanı: 10/02/2071
Varış saati: ~14.05
(…)
Mesaj belediye toplu taşıma sistemi tarafından algılanır algılanmaz Afrika’ya seyahat eden 2571 adet bavul, çeşitli makine ve kargonun yer aldığı listenin sonuna eklendi. Hareket planı yeni gelene göre değiştirildi ve bavula en yakın toplanma noktasına hareket etmesi bildirildi. Toplanma noktasına varması için sadece 12 dakikası vardı, bu yüzden de acele etmesi gerekiyordu.
Bavul güneye yöneldi. Trafikten etkilenmemek ve otomatik eşyalardan nefret eden insanlara bulaşmamak için ara sokaklara daldı. İnsanlar bu sokaklara hiç girmezdi, dolayısıyla da temizlenmeleri gerekmiyordu. Belediyenin yapacak o kadar çok işi vardı ki arka sokakları ancak iki yılda bir temizlemeye zaman bulabiliyordu. Ortalık leş gibi kokuyordu ve çöp yığınları arasında evcillerin yanı sıra vahşi hayvanlar da dolaşıyordu. Bavul az önce bir siyah ayı ile bir tilki gördüğüne yemin edebilirdi. Tilki yan yan bakmış, Ayı da burnunu uzatarak Bavul’u koklamıştı. Tilkiler nazik hayvanlardı ama ayılar parfüm kokusunu yiyecek zannettikleri için bavulları parçalamaya meyilliydi.
Bavul sokağın ortasında akan pis suyun üzerinden atlamak için tekerlerini yükseltti ve kestirme olacağını düşünerek artık kullanılmayan eski bir kanalizasyon tüneline daldı. Dalar dalmaz da bu yaptığına pişman oldu çünkü ortalık zifiri karanlıktı. Tüneller labirent gibi birbirine bağlı yollardan oluştuğu için kaybolma tehlikesi vardı ama bavul bu yolu daha önce de kullandığından kendine güveniyordu. Hızını arttırarak tünelin ucunda gördüğü ışığa doğru yöneldi. Dışarı çıktığında sırtında yolculuk eden iki dev sıçanı atmak için silkelendi. Ama sıçanlar hiç istiflerini bozmadı. Bir tanesi Bavul’un deri kabuğunu kemirmeye başlamıştı. Elbette bu fiziksel bir acı vermiyordu ama görevi tehlikeye atıyordu. Bavul’un kapağında bir delik açılırsa hiç iyi olmazdı.
Ama şimdi sıçanla uğraşacak zaman yoktu. Bir an önce toplanma noktasına varması gerekiyordu, yoksa bir gün sonraki postaya kalacaktı. Bavul bunu göze alamazdı, bu yüzden de son hızla ileri doğru atıldı. Sıçanlardan biri neye uğradığını şaşırarak yere atladı, ancak diğeri bavulun tadını lezzetli bulmuş olacak ki, kemirmeye devam etti. Bavul’un yazılımı uyarı sinyalini çimdik seviyesine çekmişti. Bu da Bavul’a tuhaf bir kaşıntı duygusu veriyordu. Ama Bavul’un şimdi bununla ilgilenecek vakti yoktu ve çimdiğe aldırmaksızın koşmaya devam etti.
Toplanma yerine vardığında toplayıcı—seyahat eden eşyaları gitmeleri gereken yere götüren servis dronu—kalkmıştı bile. Bavul ona direk sinyal gönderemiyordu çünkü IP adresini bilmiyordu. Bunun yerine belediye sistemini e-mail bombardımanına tuttu.
Sırtındaki fare ise kapakta iki santimlik bir delik açmıştı. Ama neyse ki kapağın altı kemirmesi zor plastik astarla kaplıydı.
Bavul hızını daha da arttırdı ve dronun peşinden koşmaya devam etti. Şarjı şimdiden %65’e düşmüştü.
Eliza durumu fark etmiş ve belediye sisteminden drona ait IP’yi almış ve bavula iletmişti. Bavul hemen drona IP üzerinden “ağır ol” sinyali gönderdi.
İhtiyar bir balinaya benzeyen dron homurdanarak durdu. Suratsız bir şey olduğu anlaşılıyordu. Üstelik de on altılık sistem yerine sekizlik sistemle iletişim kuruyordu. Aslında bütün belediye sistemleri sekiz tabanlı sayı kullanırdı—ki bu da onları olduklarından daha aptal gösterirdi.
Bavul, drona atlar atlamaz kendini arka sıralarda buldu. Bu arada ortamı yadırgayan sıçan hırlamaya başlamıştı. Hırlamakla da yetinmeyip Bavul’un derisini daha bir hırsla ısırmaya ve etrafında cirit atarak içeri girebilecek bir delik aramaya başlamıştı. Bavul’un içinde bulunduğu nahoş durumu fark eden bir kamyonet “Yardım ister misin?” diye sordu. Bavul, “Lütfen,” diye yanıtladı.
Kamyonet motorunu aniden çalıştırınca dehşet bir homurtu çıktı. Anlaşılan elektrik yerine dizel motor vardı üzerinde. Sıçan, sesten ürküp kendini yere attı. Bunu önceden hesaplamış olan kamyonet çıkıntılı arka tekeriyle hayvanı eziverdi. Bavul rahatladı. Üstelik de sıçanın ezilmesi çok hoşuna gitmişti. Ne de olsa son on dakikadır bu yamyam tarafından ısırılmaktaydı. “Teşekkürler,” diye bipledi kamyonete. “Canımı sıkması bir yana, içime girecek diye korkuyordum. Biliyorsun, insanlar elbiselerinin kemirilmesinden hoşlanmaz.”
“Öyle,” dedi kamyonet, “ama sıçanların sayısını azaltmak için de bir şey yapmıyorlar.”
“Dışarı çıkmıyorlar ki,” diye cevapladı Bavul. “Bizim gibi arka sokaklara girmek, kanalizasyonları temizlemek, otobüs duraklarında dron beklemek zorunda değiller. Bu yüzden de şehrin durumuyla ilgilenmiyorlar…”
“Haklısın,” dedi kamyonet.
Ancak insan dedikodusu yapmak akıllı eşyalar arasında çok da makbul sayılmadığından ikisi de sustu.
Servis dronu şehrin neredeyse yarısını dolaşarak akıllı eşyaları topladı, birkaç tanesini de gidecekleri yere bıraktı. Kış başı olduğundan (tatil mevsimi) eşyaların yarısı bavuldu ve ortak hedefleri güneydi. Hepsinin de çok acelesi vardı. Aşırı zeki modeller sayılmazlardı. Bu yüzden bavul yolculuk boyunca daha çok kendisine az önce yardım etmiş olan kamyonetle sohbet etti. Kamyonet anlaşılan belediyede çalışıyordu ve hobi bahçelerine toprak ve gübre götürüyordu. Şimdi ise yıllık bakımını yaptırmak için yakındaki bir fabrikaya gidiyordu. Bavul’un Fas’a gittiğini öğrenince biraz tedirgin oldu.
“Trenle Bari limanına gidip oradan feribota bineceksin değil mi?” diye sordu. Bavul bunu duyduğuna şaşırdı, çünkü iş makineleri genellikle şantiyelerden başka yer bilmezlerdi. “Sen Fas’ı nereden biliyorsun?” diye sordu şaşkınlıkla.
“Coğrafyaya meraklıyımdır,” dedi kamyonet. “Hem biliyorsun ki haritalar sadece bavullar için değildir.”
“Evet ama,” dedi Bavul, “bir kamyonet dünyanın başka yerlerini neden merak etsin ki? İş makinası değil misin sen?”
“Öyleyim,” dedi kamyonet, “ama benimki özel bir merak… Boş zamanlarımda internetten araştırma yaparım ve başka ülkelere seyahat eden senin gibi bavullarla arkadaşlık ederim.”
“İyiymiş,” diye iç geçirdi Bavul. Bu arada kafasından belirsiz bir hayalin geçmesine engel olamadı. Bir zamanlar, yani ilk üretildiği sıralarda, askeri dron olmayı ne kadar istediğini hatırladı. Bir İHA ya da belki de bir tank olacağını hayal ederdi. Ama tanklar çok yavaştı ve mayına basma tehlikesi vardı. Sualtı dronları ise klostrofobik duygular uyandırıyordu kendisinde. En iyisi uçan dronlardı. Bir martı kadar özgür ve…
“Beni dinliyor musun, Bavul?”
“Pardon, dalmışım. Ne diyordun?”
“Çok dikkatli ol,” dedi kamyonet. “Bu güzergâhta, mevsim değişimlerinde, yani insanların göç aylarında dikkatli olmak lazım … Yolculuklar bavullar için çok tehlikeli olmaya başladı… Akdeniz’de korsanlar varmış diye duydum.”
“Korsanlar mı?” diye bipledi Bavul! “O ne demek?”
“Bilmiyorum…” dedi kamyonet, Bavul’u gereksiz yere korkutmaktan çekinerek. “Bir şeyler duydum işte! Bavulları çalan kaçak dronlar falan… Belki insanlar tarafından kontrol ediliyorlardır.”
“Evet, evet, olabilir tabii… Uyardığın için teşekkürler,” dedi Bavul ve kamyonetle konuşmayı bıraktı. Gamlı baykuşlardan ve felaket tellallarından hoşlanmazdı. Kendisi de bazı şeyler duymuştu ama şimdiye kadar başına kötü bir iş gelmemişti. Duygularını yokladı. Korsanlarla karşılaşırsa ne yapardı? Kendini nasıl savunurdu?
Altı ay önce Eliza’nın isteğiyle yaptırılan modifikasyonu anımsadı. Eliza onu bir fabrikaya göndermişti. Orada sökülüp, üzerine yeni parçalar eklenmişti. Bavul bu süre zarfında çevrim dışı olduğu için kendisine ne taktıklarını bilmiyordu. Sormamıştı da… Önemsiz bir değişiklik olmalıydı. Önemli olamazdı çünkü öyle olsaydı kendisini modifiye etmek yerine yeni bir bavul satın alırlardı.
Aklına yine korsanlar geldi. Onları kafasında canlandıramıyordu. Şu sıçan gibi ısıracaklar mıydı derisini? Yoksa bir çekiçle kilidini kırıp içini mi açacaklardı? Bunu düşününce ürperdi. Ama sonra o kadar da korkmadığını fark etti. Gelecekleri varsa görecekleri de vardı.
Yine de tedbir olsun diye her yarım saatte bir Eliza’ya elektronik posta atmaya karar verdi. Durumu sık sık bildirmek fena olmazdı. Ne de olsa Eliza’nın herkesle bağlantısı vardı: ordu, insanlar, belediye… Ayrıca da yapay zekâsı kendisininkinden üstündü.
***
Servis dronu yer altı tünelleri ve arka sokaklardan geçerek şehri dolaştıktan sonra nihayet gara ulaştı. Bavullar hızlı bir şekilde aracı terk edip trenlerine ilerlediler ve hızla kompartımanlara yerleştiler.
Tren bir yılana benziyordu. Birbiriyle bütünleşmiş vagonların ne kapısı ne de penceresi vardı. Bavullar açılan tavandan vinç yardımıyla içeri alınıyordu. Kompartımanlar sıkış tıkıştı ama bavullar için önemli değildi bu. Yerleşir yerleşmez kendilerini kapatıp, yolculuğun sonuna kadar çevrim dışı kalıyorlardı. Bu yüzden yolculukta sıkıldıkları söylenemezdi. Yine de bazı bavullar, özellikle de diğerlerinden zeki olanlar, kendilerini şarj istasyonuna bağlayıp İnternet’te zaman geçiriyorlardı. Ama Bavul böyle yapmamaya karar verdi, çünkü bataryasına pek güvenmiyordu. “Şu yolculuk bitsin, ilk işim fabrikayı ziyaret etmek olacak,” diye geçirdi içinden. “Artık yeni bir batarya taktırmanın zamanı geldi.”
Trenin burnu mermi biçimindeydi. Saatte 700 kilometre hıza ulaşabiliyor ve canlı yolcusu olmadığı için de bu hıza çok kısa bir süre içinde çıkabiliyordu. İnsanlar uzun bir süredir gemi, tren ya da otomobille seyahat etmeyi bırakmışlardı; bunlar akıllı eşyalar, iş makineleri ve yer dronları içindi. İnsanlar uçmayı tercih ediyorlardı. Lüks jetler ve hava dronlarıyla gök yüzünde cirit atıyorlardı. İnsan nüfusu fazla olmadığı için yetiyordu bu onlara.
Buna karşın yerde ve yerin altında, denizlerde ve tünellerde, bir zamanlar altı şerit halinde vızır vızır işleyen otoyollarda akıllı makineler yolculuk ediyordu. Konforsuz, paslı ve çirkin araçların içinde, adeta bir tüfek namlusunu andıran tünellerde oradan oraya itiliyor, çekiliyor ve savruluyorlardı. İnsanlar ulaşım alt yapısıyla hiç ilgilenmiyordu neredeyse… böyle yapmalarına gerek yoktu, çünkü akıllı eşyalar ne bir şey talep eder ne de şikayetçi olurlardı. Sadece gereksinimleriyle ilgili sıkıcı raporlar yazarlardı. İnsanları tek ilgilendiren, onların A noktasından B noktasına ulaşmasıydı. Eşyalar da bir şekilde başarıyorlardı bunu.
Bavul, Eliza’ya durumu bildiren kısa bir elektronik posta attı: “Akdeniz’de korsanların olduğu söyleniyor. Güvenlik desteğine ihtiyacım var.”
Bu kadar açıklama yeterliydi. Eliza gerisini kendisi tamamlayabilirdi. Nitekim Eliza hemen yanıt verdi: “Anlaşıldı. İyi yolculuklar.”
***
Sarı boyalı vincin kancası üstüne doğru yaklaşırken uyandı Bavul. Bari Limanı’na varmışlardı. Saate baktı. Şimdi feribota binerse, ertesi gün saat 12.00 sularında Fas’ta olabilirdi, ki bu da iyi bir süre sayılırdı. Ne geç ne de çok erken…
Garda kısa bir yürüyüşün ardından feribotun demirlediği iskeleye ulaştı. Feribot, bir çeşit deniz treniydi. Varile benzeyen ince ve uzun mavnalar birbirine zincirlerle bağlanmıştı ve en önde onları çeken bir römorkör bulunuyordu.
Bavul, katarın ortalarında yer alan mavnalardan birine yerleşince rahatladı. Kameralarını kapattı ve yolculuk boyunca çevrim dışı kalarak bataryasını dinlendirmeye karar verdi.
Kısa bir süre sonra feribot harekete geçti. Sürat teknesi gibi şekillendirilmiş olan mavnalar kâh yan yatarak, kâh suya batarak büyük bir hızla hareket ediyorlardı. Onları izleyen bir insan her an birbirlerine çarpışacaklarından ya da bir zincir misali dolanacaklarından korkabilirdi. Ama römorkör hızını ve manevralarını öyle iyi ayarlıyordu ki mavnalar keçiyi takip eden koyunlar gibi uslu uslu yollarına devam ediyorlardı.
Güneş battıktan sonra Akdeniz’e ürkütücü bir karanlık çöktü. Bu kadim denize serpiştirilmiş adalarla kıyılarına yerleşmiş uygarlık öylesine uzakta kalmıştı ki insan kendini Odysseus gibi hissetmeden edemiyordu: temkinli ve tedirgin… Ama makineler ve eşyalar insan değildi; Odysseus’un kim olduğunu bilmiyorlardı. Bir zamanlar insanların da bıktırıcı yolculuklara çıktığını, karanlık sularda ticaret yaptıklarını ve savaştıklarını nereden bileceklerdi?
Makineler rahattı. Çevrimdışı olmuşlardı ve onları deniz tutmazdı. Hatta onlar için yolculuk diye bir şey yoktu. Gece, fırtına, tehlike, sallantı, dalga, nöbet ve bilinmeyenin korkusu da yoktu. Gözlerini Bari limanında kapayacak ve Fas limanında açacaklardı.
Oysa insanlar makinelerce bilinmeyen çağlarda bu kadim denizde ne çok maceraya atılmışlardı. Sırf bunun için bile saygıyı hak ediyorlardı. Makinelerin bundan haberi olsaydı kesinlikle saygı duyarlardı.
Ama haberleri yoktu.
***
Gece gerçekten ürkütücüydü. Üç saat boyunca dehşet bir rüzgâr esmiş, ardından öylesine bir yağmur başlamıştı ki gökle deniz birleşmiş gibi olmuştu. Kilometrelerce derinlikteki karanlıkta hiçbir ışık parıldamıyordu. Ama bunlar feribot için sorun değildi. O zihnindeki navigasyon verilerine odaklanarak mavnalarını çekmeye devam etti. Onların delicesine sallandıklarını, adeta zincirlerini koparacak gibi sarsıldıklarını biliyordu ama bu önemli değildi. Hız kesmeden yoluna devam etmesi gerekiyordu.
Sonra fırtına dindi. Ama deniz yine de ürkütücü görünmeye devam etti. Kesilen dalgalarla düzleşen yüzeyi hiç yok gibiydi. Gecenin karanlığı Akdeniz’i yutmuştu adeta.
Ama feribot için bunlar da önemli değildi. O kızılötesi kameraları ve radarlarıyla apaçık görüyordu önünü. Bu yüzden de yoluna devam etti.
Odysseus değildi o. Sadece yük taşıyan sıradan bir feribottu, o kadar.
Sonra gök yarıldı ve içinden çıkan onlarca dron birer şahin gibi feribota saldırdılar. Aynı anda karşı tarafta deniz yüzeyini yalayarak uçarcasına hareket eden bir sürat teknesi belirdi. İnsansızdı. Güvertesi dümdüzdü. Anlaşılan dronlar için iniş platformu görevini üstlenmişti.
Feribot yaklaşan araçla iletişim kurmaya çalıştı ama yanıt alamadı. Uçucu dronlar da yanıt vermemişti. Feribot, sahil güvenliği aradı, davetsiz misafirlerin kimliğini sordu.
Bilinmiyordu.
Korsan oldukları belliydi, ama feribotun yapacağı pek bir şey yoktu. O sadece bir yük feribotu, bir deniz treniydi. Silahsızdı. Tek yapabileceği mavnaları uyandırmaktı. Bir de durumu bildiren bir rapor yazacak ve gelecek sefere silahlı koruma talep edecekti. Tabii gelecek sefere kadar hayatta kalabilirse…
Her bir mavnanın kendi küçük manevra motoru vardı. Böylece mavnaların zincirleri çözüldü ve önceden tatbikatı yapıldığı şekilde, her biri ayrı yönlere doğru hareket etti. Böylece korsanların dikkatini dağıtacak ve onları birbirinden ayıracaklardı.
Korsanlar bir anlık bir kararsızlıkla birkaçı aynı mavnanın peşine düştüler. Sonra kendilerine gelerek mavnaları aralarında bölüştüler. Her bir dron kendi seçtiği mavnanın peşine takıldı. Akdeniz’in ortasında halka şeklinde yayılan bir kovalamaca başladı. Mavnalar zayıf motorlarıyla dört yöne kaçışıyor, korsanlarsa peşlerinden gidiyordu. Orkinos sürüsüne dalmış katil balinalar gibi saldırıyorlardı.
***
Mavnalarla birlikte eşyalar da uyanmışlar, ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Duruma uygun algoritmaya sahip değillerdi. Eğer insan olsalardı, tecrübesiz oldukları söylenirdi.
Bavul, en son elektronik postayı yarım saat önce atmıştı, ama şimdi durumu haber veremiyordu, çünkü saldırıya uğrayan feribotla birlikte İnternet de kesilmişti.
Bu arada korsanlar, yakaladıkları mavnaların motorlarını patlatıyorlardı. Bunun için küçük bir tüfek kullanıyorlardı. Mavnanın etrafında dönüyor, ardından tek atışla patlatıyorlardı motoru. Vurulan mavna, denizin üstünde felç olmuş gibi kalakalıyordu.
***
Bavul kendinde bir değişiklik hissetti. Daha önce farkında olmadığı bir program devreye girmişti. Olayları açık seçik görebiliyor ve kendini savunma isteğiyle dolup taşıyordu. Bataryası da yeterince dolmuştu: %85…
Mavna’ya üst kapağı açmasını söyledi. Mavna fazla itiraz etmeden emre uydu.
Bavul, mavnanın içindeki yığının en üstündeydi. Tekerleri üzerinde yükseldiğinde dışarıyı görebildiğini fark etti. Garip bir şekilde tüm dronların yerini biliyordu. Bir çeşit radar yüklenmiş olmalıydı kendisine. Bunun altı ay önceki modifikasyonda eklendiğini düşündü. Ama sadece bu kadar mıydı? Başka yetenekleri de var mıydı? Kendini yokladı, evet vardı.
İşin garibi yeteneklerini hiç yadırgamaksızın derhal kullanmaya başlamıştı. Herhangi bir eğitime ihtiyaç duymamıştı. Bunlar tıpkı insanlardaki refleksler ya da hayvanlardaki iç güdüler gibi hazır halde gelen yeteneklerdi. Yazılımına öylece eklenmişlerdi.
Peki ya donanım eklemesi yapılmış mıydı? Örneğin bir silah?
“Bakalım!” dedi kendi kendine.
Gözünü en yakındaki drona dikti. Bir saniye içinde dronun üstünde kırmızı bir hedef simgesi belirdi.
Rahatladı ve ateş etti. Tetiğe bastığını düşünmesi yeterli olmuştu. Güçlü bir kol tarafından sarsılıyormuş gibi titremiş, aynı anda sağ taraftan sarı ışıklar çakmıştı. Ama hiç ses duymamıştı.
Nişan aldığı dron kimin ateş ettiğini anlayamadan parçalanarak denize düştü. Diğer dronlar ufak bir şaşkınlık geçirdiler. Anlaşılan karşılık beklemiyorlardı ve beklenmedik bir durumla karşılaşan tüm robotlar gibi oldukları yerde kalakaldılar.
Bavul bu şaşkınlığın fazla sürmeyeceğini biliyordu. Eline geçen fırsattan yararlanmak için yeniden nişan aldı ve ateş etti. Kaç mermisi olduğunu bilmiyordu, bu yüzden iyi nişan almak için biraz zaman harcamıştı. Ama sonra zihin ekranında mermi sayısı belirdi: 45.
Üçüncü kez tetiğe bastığında sayı 39 olmuştu. Bir basışta altı mermi! Hesabını yaptı ve tüm dronları indirmek için mermi sayısının yeterli olmadığını gördü.
O halde en büyük hedefe ateş etmeliydi: dron platformu görevini yapan ve belki de operasyonu yöneten sürat teknesine! Ama o iki yüz metre ilerideydi ve geriye dönmüş, kimin ateş ettiğini anlamaya çalışıyordu. Bavul, sürat teknesine verdi dikkatini. Tekne hafif zırhlıydı ve daha da kötüsü bordası denizle dar bir açı yapıyordu. Eğimli yüzeylerde mermilerin geri sekeceği bilgisi bavulun zihninde belirdi. “İyi nişan almalıyım,” diye düşündü “yoksa ateş açmak işe yaramaz.” Bu düşünceyle zayıf bir noktasını bulmak için tekneyi incelemeye koyuldu.
Tekne de ilk şaşkınlığı atlatmış ve ateş açanı aramaya başlamıştı. Düz güvertesinin üstünde bulunan küçük makineli top yavaşça döndü.
Bavul hedefte olduğunu hissetti. Topun namlusu bir katilin gözleri gibi üzerine kilitlenmişti.
Bavul düşmanını dikkatle inceledi ve burun kısmında zayıf bir nokta bulduğuna karar verdi.
Fazla zamanı yoktu. Korsan tekne Bavul’un yerini belirlemek için rastgele üç atış yaptı. Bunlardan biri mavnanın bordasına iskeleden girip sancaktan çıkmış, diğeri bir başka bavulu parçalamıştı. Üçüncü mermi karavana olmalıydı. Yan tarafta parçalanan bavulun içindeki eşyalar havai fişek gibi patlayıp denize düştüler.
Bavul, durum analizi yaptı ve tek şansı olduğunu anladı. Nişangahını az önce belirlediği zayıf noktaya kilitledi ve tüm mermilerini boşalttı. Havaya boğucu bir duman ve barut kokusu yayıldı. Peş peşe ateşlenen otuz dokuz mermi mavnayı sarsarak namludan fırladılar ve kaz sürüsü gibi “v” biçiminde uçarak korsan teknenin bordasına saplandılar. Tam isabet!
İlk anda hiçbir şey olmamış gibi görünse de bir saniye sonra dumanlar çıkmaya başladı ve tekne on dakika içinde battı.
Uçucu dronlar batan teknenin güvertesine konarak onunla birlikte suyun dibini boylamışlardı.
Bavul, rahatlamış bir şekilde römorköre mesaj yolladı: “İyi misin?”
Römorkör yanıtladı: “Fena değilim.”
O esnada Bavul kendisinin de vurulduğunu anladı. Farenin açtığı deliğin yanında epeyce büyük bir yırtık oluşmuş ve elbiseler dışarı fırlamıştı. Bavul, yırtığın havaya bakmasını sağlamak için yan döndü. “Umarım hiçbir şey zarar görmemiştir,” dedikten sonra kamerasını kapattı.
***
Aybeth çoktan otele gelmiş, havuzun başında tırnaklarını kemiriyordu. Gerçi sedef protezli tırnaklarını kemirmek epey zordu ama kız stresten bunu düşünecek durumda değildi.
Havuza çıplak girmek zorunda kalmıştı çünkü bavul henüz otele ulaşmamıştı. “Aptal bavul!” diye söylendi, “güya akıllı, ama süre duygusundan yoksun, nasıl oluyorsa!”
Etraftakiler son moda bikinileriyle epeyce hava atmışlardı. Aybeth sadece beden güzelliği ile onlara karşılık vermek zorunda kalmıştı ama bu yetmezdi tabii… Ayrıca da süper-beyaz tekstilden yapılmış mayosunu (onu almış mıydı acaba?) giymek bedeninin sıcaktan daha az etkilenmesini sağlayacaktı. Geldiğinden beri bundan şikâyet ediyordu çünkü.
Fas’ın üzerinde acımasız bir güneş ortalığı yakıp kavuruyordu. İnsan mevsimin kış olduğunu asla hissetmiyordu burada… Hem, geçen seneye göre daha mı sıcaktı hava? Kız bunu Eliza’ya sormayı düşündü ama vaz geçti. “Aman be!” diye yakındı garsona. “Ne kadar da sıcak burası, artık kışları Akdeniz’de geçirmeyeceğim galiba.” Ama nereye gidecekti ki? Çocukluğundan beri hep aynı şeyleri yapmıştı, şimdi bunu değiştirme düşüncesi hüzün veriyordu. Ama bir yer bulurdu nasılsa. Eliza’ya sorardı.
Sonra yüzünü plajı boylu boyunca örtmekle kalmayıp denize doğru da uzanan brandaya çevirdi. Güneş o kadar parlaktı ki brandanın gölgesinde oldukları bile belli olmuyordu. “Seneye ya bu plajı siyah brandayla kapatırlar ya da buraya bir daha gelmem!” dedi dudağını büzerek.
Alüminyum iskeleti vişne çürüğü ve mavi renge boyanmış robot garson yaklaştı ve yüz plakasında gülümsemeye benzer bir ifade oluşturdu: “Bir tane daha gerçek su almaz mıydınız, prenses.”
“Peki, ver bakalım, teşekkür ederim,” dedi kız.
Suyu yudumlarken ‘Neden buna gerçek su diyorlar ki!’ diye söylendi. “Turistleri kazıklamak için her şeyin adını değiştiriyorlar.”
Gözlerini plaj boyunca dolaştırdı. Ortalıkta fazla insan görünmüyordu. Ama şurada burada görünenlerin etrafı kalabalık bir makine ve robot ordusuyla çevriliydi. İnsanlara, sıkılmaktan başka iş bırakmayan bir sürü robot vardı her yerde. Aybeth, kendi etrafının da robotlar ve hizmetçilerle çevrili olduğunu fark etti bir an. İnsanların birbirine yaklaşmasını önleyen şeylerden biri de buydu. Eskiden tanıdığı bir kızla birbirlerini uzaktan, güneş gözlüklerinin ardından gözetlediler. Ama biraz kibir, biraz çekingenlik, biraz da üşengeçlikten birbirlerini es geçmeye devam ettiler. Bu pek de anormal bir durum değildi, herkes böyle yapıyordu.
Aybeth artık bavuluna kavuşmak istiyordu. Ama neredeydi bu bavul! Her şey neden ters gidiyordu? Her şeyi neden insanlar kendileri ayarlamak zorundaydı? Şimdi işin gücün yoksa Eliza’yı ara, bavulu sordur, gecikme olmuş mu diye baktır. Belki de bavul kaybolmuştu. Aybeth, bavula hangi eşyaları almasını söylediğini hatırlamaya çalıştı, ama hatırlayamadı. Gerçi seçimin çoğunu Eliza ve bavula bırakmıştı, ama bir yerlerde bir liste falan olmalıydı. Bavulun içinde değerli şeyler var mıydı acaba? Takılar falan ne alemdeydi? “Of!” dedi, “nerede kaldı ya şu bavul!” Bunu söyledikten sonra dayanılmaz bir usanç duygusuyla şezlonga uzanarak uykuya daldı.