Uzay bağımlılık yapıyordu.
Bu, normal insanların, bir yıldızgemisinin arka kamaralarında gidip gelenlerin, kafalarına göre kararlar veren politikacıların, koltuklarında oturup uzay ticaretinden kazandıkları paranın hesabını yapan kodamanların anlayabileceği bir şey değildi.
Bunu, Kaptan Wesley Travis’ten başka pek kimse anlayamazdı.
Uzay bağımlılık yapıyor, diye düşündü Travis.
Peki, Karaje ile saçma bir savaş sebebiyle, askeri araçlar dışındaki hiçbir uzay gemisinin gezegeni terk etmesine izin vermeyen Demmar Konseyi’ndeki gerizekalıların bundan haberi var mıydı acaba?
Travis, nerdeyse otuz yıldır, her gün uzaya çıkıyordu. Bazen onu şuraya, bunu buraya taşımak için… Bazen de sadece zevkine. Otuz senedir her gün, ulaştıklarıyla o kadar övünen insanoğlunun aslında evrenin zarafetinin yanında ne kadar aciz kaldığını görüyordu. Otuz senedir aşağıyı Tanrı’nın gözüyle görüyordu. Otuz senedir her gününü yıldızların arasında geçiriyordu. Otuz uzun senedir, hiç yirmi dört saatini birden ayakları yere basarak geçirmemişti.
Taa ki birkaç ay öncesinde savaş başlayana kadar.
Lanet Demmar! diye düşündü Kaptan. Benim lanet gezegenim! Ve durduk yerde ona sataşan lanet Karaje politikacıları!
Sakin ol Travis. Sabırlı ol. Çok az kaldı. Ama şimdi konsantre ol.
Kendini rahatlatan Kaptan, başını çalılardan çıkardı ve aşağıdaki, “çok gizli” tersaneye bir kez daha göz gezdirdi. Ufak bir kratere inşa edilmiş bu tesis, güvenliğinde çoğunlukla gizliliğine güveniyordu. Bulunduğu zor koşullardan ve savaşın yarattığı asker açığından dolayı, pek fazla güvenlik personeli yoktu.
Ama bunlar detaydı. Gerekirse başında bir ordu duruyor olsun, Travis’i amacına ulaşmaktan alıkoyamazlardı.
Amacım! Travis bu delice düşünce, bu uçuk hayal ile yeniden canlanmıştı. Amacı, yani Demmar filosunun hala inşa halindeki en büyük gemisi. Efsane amirallerinin arkasından isimlendirilen Robert Nelson.
Ben geliyorum Robbie. Haftalarca beklemenin, planlamanın ardından, ben geliyorum.
Travis yeniden çöktü. Başlama vakti gelmişti. Kol bilgisayarını açtı, programı çalıştırdı.
Bir iki dakikalık gergin bekleyişin ardından bilgisayar, tersanenin dışarı ile iletişiminin kesildiğini bildirdi.
Bingo.
Travis doğruldu, tam kalkacakken aklına bir şey gelmişçesine çalıların arasını karıştırmaya koyuldu.
Nerede? Nerede?!… Ah, işte buradasın…
Çalıların arasından uzun, sivri bir şey çıkardı.
Dünya’daki baba evinin tadilatı sırasında topraktan çıkan orta çağ kılıcı.
Bunu unutsaydı, bütün plan tehlikeye girerdi.
Kaptan tekrar kalktı ve yukarısında bulunduğu tepeden aşağıya kaymaya başladı.
***
Uzay. Bağımlılık.
Evet; ona karşı saçma bir fobisi olanlar dışında herkes uzay seyahatlerini severdi. Ama Wesley Travis için iş bambaşka bir boyuttaydı.
Bunu ilk fark ettiğinde daha çok gençti.
Kendisi gibi arkadaş canlısı, güzel vücutlu bir kız arkadaşı vardı. Ariae. İlk gençlik yıllarını yaşayan her erkeğin isteyeceği türden. Ne var ki, kendi bağnaz babası, derslerini kötü etkilediği düşüncesiyle Ariae ile görüşmesini yasaklamıştı.
Genç Wesley Travis de bunun üzerine, hem Ariae ile beraber olabilmek, hem de babasına daima işe yaramaz bir adam olacağını hatırlatmak adına, çılgınca bir işe girişti.
Bir gece ansızın aklına gelen bu planı, aynı gece uyguladı. Babası uyuduktan sonra gizlice odasına girdi, cüzdanını açtı ve bütün parayı aldı. Sonra babasının arabasını kaçırdı, Ariae ile haberleşti ve kızı gizlice evinden aldı.
Sonra en yakın kalkış noktasına gittiler ve Vire’nin güneşli plajlarına uçan ilk yıldızgemisine atladılar.
O anda pek umursamasa da bu, Travis’in Dünya dışına ilk çıkışı idi.
O ana kadar yaptığı çılgın şeyin gerilimini hisseden Travis, gemi atmosferin üst katmanlarına ilerlerken tüm heyecanını unuttu. Uzun bir süre, Ariae ile beraber, tepelerindeki göğün yavaşça kararmasını, sonra yıldızlarla donanmasını izledi.
Bu, Travis’in güzelliğini yıllar sonra fark edeceği bir manzaraydı. O anda tek düşünebildiği, Ariae ile başbaşa, kimsenin onlara ulaşamayacağı bir yere gidiyor olmalarıydı.
O sonsuz özgürlük hissi.
Ancak Travis için yolculuk daha yeni başlıyordu.
Gemi, Ay’ı arkasında bıraktıktan sonra artık izlenecek bir şey kalmadığını düşünerek kamaralarına geçtiler. Orada, Dünya’daki şartlardan dolayı hiç olamadıkları kadar özgür bir şekilde, uzun uzun seviştiler.
Travis, o gün aldığı zevkin ne kafasının rahatlığından, ne de zaman sınırları olmamasından kaynaklanmadığı biliyordu.
Sebebi, yerçekiminin olmamasıydı.
Ariae’nin vücudu ile kendi vücudunun bir olup, boşlukta süzülen tek bir cisim haline geldiğini hissetmesindendi.
Dünya’dan ayrılmadan önce sadece Vire’nin plajlarını düşünen Travis, Vire’de geçirdikleri bir hafta boyunca sadece dönüş yolculuğunu düşündü.
Yine Ariae ile tek beden olacağı dakikaları düşündü.
***
Travis, hiçbir şeyden haberi olmayan tersane nöbetçilerinin biraz ötesindeki ağacın arkasında saklanıyordu.
Uzay. Uzaya çok az kalmıştı.
Bir sabah ansızın ayrılmak zorunda olduğunu öğrendiği uzaya.
Vedalaşma fırsatı bile bulamadığı uzaya.
Tepesinde, sanki onu delirtmek için asılmış gibi görünen uzaya.
Tanrım, diye düşündü, bir yıldızgemisi olarak doğmak isterdim.
O anda beklediği oldu: Tersanenin elektrikleri gitti.
Travis, bir an bile düşünmeden gece görüş lenslerini taktı ve elinde kılıcı ile, bu tatsız sürprizi idrak etmeye çalışan nöbetçilerin arasından geçti.
Kendisini, Dünya efsanelerinde tek başına devasa kalelere saldıran orta çağ kahramanları gibi hissediyordu.
Bir anlığına bile “Elimde binlerce yıllık bir kılıç var. Onlarda ise enerji tüfekleri. Ben ne halt yiyorum?” diye düşünmedi. Ve önüne gelen ilk askerin kafasını uçurdu.
***
Bir bağımlılık ne zaman çığırından çıkar, biliyor musunuz? Onda, onunla ilk tanıştığınızda hoşunuza giden şeyden daha fazlasını bulduğunuzda.
O sizin için sadece bir zevk olmaktan çıkıp; derinliği, kademeleri, farklı tatları olan, gizemli ve keşfedilmeyi bekleyen bir büyü olduğunda.
Wesley Travis’in uzay kaptanlığı eğitimi sırasında yaşadığı da bundan farksızdı.
Evet, uzayda sevişmek, uzayda Dünya’dan (sonra da Demmar’dan) uzak olmak, yerçekimsiz ortam, hepsi çok güzeldi. Ancak, Travis kaptanlığı kendisine iş olarak seçerken aklında bunların hiçbiri yoktu.
Onun için uzay kaptanlığı, bol iş imkanı olan bir meslekti. Bu iş imkanlarının çoğu yasadışı kaçakçılık sınıfına girerdi ama, Travis için pek fark etmiyordu. Ne Dünya’da, ne de Demmar’da büyük bir vatansever olmamıştı.
Ancak, o ilk dersini hatırlıyordu… Yıllar sonra ilk defa bir yıldızgemisine, bu defa kaptan koltuğunda girişini…
Hocası, Travis sıkıntıyla dinlerken ona temel kontrolleri göstermiş, bir yıldızgemisinin özelliklerinden bahsetmişti. Sonra sormuştu:
“Hiç bir hava aracı kullandın mı? Araba, jet falan?”
“Ben mi? Evet, tabi ki.”
“Güzel. Yer değişelim.”
Ve daha ilk gününde Travis, ufak bir yıldızgemisini kaldırmış, Demmar’ın yörüngesine çıkarmıştı.
Kalkıştan atmosferden çıkışa kadar durmadan konuşan, talimatlar veren hocası, ansızın sustu, gözlerini kapadı
Travis’in kulakları artık tek bir sesi algılıyordu: Motor sesi.
Gezegen yüzeylerinde de motor sesinden hoşlananlar vardı. Bunlar, bir arabayı müziksiz, bir jeti kasksız kullanmayı severler, motor sesini daha güzel duymak için aletin sınırlarını zorlarlardı. Ancak ne olursa olsun, motorun müziğini havanın ya da trafiğin gürültüsünden soyutlayamazlardı.
Bu sefer durum farklıydı. Uzayda, Travis sadece motoru dinleyebiliyordu. İnsanoğlunun yüzyıllardır saçma bir şekilde yalıtmaya çalıştığı o mükemmel müziği. Sadece kulağında değil; göstergeler ile gözünde, titreşimler ile vücudunda duyduğu o senfoniyi.
“İstersen hızlanabilirsin,” dedi hocası. İşte o an, Travis adamın neden susup gözlerini kapadığını anladı.
Travis hızlandı, ama adrenalin için değil.
Uzayın mutlak sessizliğini delen motor sesi, gittikçe güçlendi. Yoğunlaştı. Senfoni coştu. Piyanonun telleri koptu, kemanlar gıcırdamaya başladı. Saksafon, bir insanın verebileceğinden daha fazla nefes istedi. Acil durum ikazları, arka planda tıpkı bir koro gibi dinleyicilerin tüylerini diken diken etti.
Şef var gücüyle senfoniyi ayakta tutmaya çalışırken, bundan ne kadar keyif aldığını saklayamadı.
“Sen ne halt yediğini zannediyorsun?” diye korkuyla çıkıştı yegane dinleyici. Sonra, yüzünde büyük bir sırıtışla koronun sınırlarını zorlayan şefe müdahale etti, onu koltuğundan aldı, koroyu susturdu ve müziği yeniden dinlendirici kıvama getirdi.
Hocası, geminin alevler içinde Demmar’a düşmeyeceğini görünce derin bir oh geçirdi.
Şef ise hala bir sonraki konserin ne kadar güzel, ne kadar ihtişamlı olacağını düşünüyordu.
***
Arada bir, kaos içindeki bu yüksek güvenlikli hükümet tesisinde elinde bir orta çağ kılıcıyla koşturup kafalar keserken ne kadar saçma bir şey yaptığını düşünüyordu. Ancak sonra, kimi insanların aynısını bir dal sigara ya da bir şişe likör için yapacağını düşünerek rahatlıyordu.
Aylar süren bir planlama, haftalar süren bir ön hazırlık ve günler süren bir heyecan… Sadece bu an içindi.
Bu çağda, bu kadar güvenli bir tesiste elektriklerin kesilip her yerin karanlığa mahkum olabileceğini kim tahmin edebilirdi? Kim bu saçma riski düşünerek her askeri bir gece görüş lensiyle donatırdı ki?
Demmar’lı kıt beyinliler değildi, şüphesiz.
Travis, şuursuzca etrafta gezinen ve ateş açan askerlerin arasından açık bir kapıya doğru ilerledi. İçeri girdi, etrafta kimsenin olmadığından emin olduktan sonra kapıyı arkasından örttü.
Çok az kaldı, diye düşündü. Yakında yeniden başlayacağız.
***
Dikkatli ve mantıklı düşünen bir insan, bağımlılığın başlangıcını anlayabilir. Çok geçmeden, bundan kendini bedenen ve zihnen kurtarabilir. Hatta ve hatta, eğer yeterince güçlü bir iradeye sahipse, bağımlılığını sınırlayarak, kendisini onun zincirlerinden özgür bir şekilde, hala ondan zevk alabilecek hale getirebilir.
Kaptan Travis ne dikkatli, ne mantıklı, ne de irade sahibi bir insandı.
Kendisinin uzayı değil, uzayın kendisini ele geçirdiğine dair ilk ipuçlarını yakalayamamıştı.
Yolcu olarak aldığı kadınlarla yerçekimsiz ortamda sevişmek.
Tüm sesleri yalıtıp, saatlerce emektar yıldızgemisi Rom’un motor sesini dinlemek.
Kendisini sınırlayan hiçbir fiziksel etmen olmaksızın, içinde bulunduğu aracı özgürce kullanabilmek.
Medeniyete tepeden bakmak, ne kadar küçük ve aciz olduğunu hissetmek.
İnsanlığı Tanrı’nın gözüyle görmek.
Evet, bütün bunlar çok harika şeylerdi, ancak hiçbiri, bir uzay yolculuğunun büyük finalinin tadını vermiyordu.
Bir gün, ilk defa bu büyük finali izlerken yanında bir partnerin bulunmasını istemişti.
“Demmar kontrol, ben yıldızgemisi Rom’un kaptanı Wesley Travis. İniş izni istiyoruz.”
“Rom, iniş izni verildi. Demmar’a hoşgeldiniz, doğa harikası bir gezegen! İnsanlığın ilk kolonilerinden biri olma özelliğini taşıyan Demmar, aynı zamanda yüzyıllar boyunca barışın, kardeşliğin, hoşgörün—“
Travis sesi kapattı. Yüzünde kocaman bir sırıtışla “Şimdi seni buraya neden çağırdığımı anlayacaksın,” dedi.
Yanında oturan Naseem, kaptana gülümseyerek karşılık verdi. Arap güzelinin, Travis’in dengesizliğinden rahatsız olduğu çok açıktı.
Demmar’ın yoğun atmosferine girince de bu korkusunun pek yersiz olmadığı anlaşıldı.
Rom’un köprüsünün camı, atmosfere yanlış giriş sebebi ile kızıla büründü. Kısa bir sürede bu kızıllık o kadar yoğunlaştı ki, köprüyü donatan ışıkların etkisini aşıp içeriyi de aynı renge boyadı.
Gemi dengesizce sarsılmaya başladığında, Naseem kendini tutamadı ve çığlığı basıverdi. Travis ise hala manyakça gülüyordu.
“Harika değil mi?” diye bağırdı, sallantı ve acil durum ikazlarının arasında sesini duyurmaya çalışarak.
“Wesley! Durdur şunu!”
Travis duymamıştı. “Şu an Demmar kontrol muhtemelen bizi çok hızlı ve dik girdiğimize dair uyarmaya çalışıyordur. Üzgünüm kontrol, bir dahaki sefere!”
Artık bulutlar gitmiş, inmeleri gereken pist açık bir şekilde önlerine serilmişti.
Travis, içten içe üzülerek, geminin dengesini ustalıkla yeniden sağladı. Limana yavaşça yaklaştı ve oldukça yumuşak bir şekilde gemiyi yere değdirdi. Burada heyecana gerek yoktu: Travis adrenalini severdi, tehlikeyi değil.
Wesley Travis ile, o andan sonra üç sene boyunca birlikte olacak olan Naseem için, o gün bir aydınlanma olmuştu. Adamın aşırı uzay tutkusunun herkes gibi o da farkındaydı: Resmen, uzay dışında başka bir yerde yatmıyorlar, başka bir yerde yemek yemiyorlardı. Wesley, elinde olduğu sürece gemisinden çıkmıyordu.
Ama Naseem burada bambaşka bir şey görmüştü: Adamın hayatını boş yere tehlikeye atmaktan duyduğu manyakça zevk. Açık –ve yüksek- bir ölüm riskinin farkında olmadan, muhtemelen her inişte, bunu yapması.
Wesley Travis’in asla farketmeyeceği ipuçlarından biri de buydu işte. Bağımlılığın, hayattan ve hayattaki her şeyden önce gelmesi.
***
Travis, tersanenin boş koridorlarında hangara doğru ilerleyip, önüne çıkan kör güvenlik görevlilerini kendinden geçmişçesine kılıçtan geçirirken, acı bir gerçeğin farkına vardı.
Burada başarılı olsa bile, bir daha asla, bir gezegenin atmosferine son hızla girmenin zevkine varamayacaktı.
Yapacak bir şey yok, diye düşündü. Evet, güzel bir zevkti, ama onun için daha önemli şeyler de vardı.
Bir kez daha yerçekiminin o baskıcı etkisinden kurtulmak. Yeniden motor seslerini duymak. Yeniden “Tanrı’nın gözü” ile insanı seyretmek. Yeniden uyumak.
Uyumak. Travis, deliksiz uzun bir uyku geçireli ne kadar zaman olduğunu düşündü. Dört ay? Beş ay? Yıldızların parlamasının yerini, Demmar’ın büyük, çirkin uydusunun yansıması aldığından beri.
Uyku. Yeniden bir uyku.
Hangarın kapısına gelmişti. Tesisteki acil durum sebebi ile, Robert Nelson’ın başında bekleyen askerlerin bir kısmı başka bölgelere yerleştirilmişti.
İşte orada, diye düşündü. Sıcacık yatağım, tam orada.
***
Bir insanın bağımlılığını artık inkar edemeyeceğini anladığı yegane bir an vardır: Ondan ayrı düştüğü zaman.
Bağımlılığın ne olduğuna göre tepkiler değişir. Madde bağımlıları delirme düzeyine kadar ulaşabilir. Ellerinin titremesi, başlarının dönmesi gibi fizyolojik tepkiler de verebilirler.
Wesley Travis içinse durum daha farklıydı.
Demmar’ın bütün sivil uçuşları yasakladığını öğrenince, evet çok üzülmüştü. İçten içe deliriyordu, ama bunu kendisine itiraf edemiyordu. Uzaysız da yaşayabileceğine ikna olmaya çalışıyordu.
Bu psikoloji birkaç saat devam etti. Taa ki uykusu gelip, yıllar sonra ilk defa başını gezegen yüzeyindeki bir başlığa koyana kadar.
Travis çok uzun yıllardır yüzeyde uyumuyordu. Bu elbette bilinçli bir seçim değildi: Daha çok, onun yüzeyde mümkün olduğunca az kalma arzusunun bir sonucuydu. Her gece başını, kamarasındaki yerçekimsiz tulumunun yastığına koyuyor, yıldızların parlaklığı ile hoş bir beyazlığa bürünen odasından dışarıyı seyrediyordu. Uykusunu bölecek en ufak bir ses olmadan bütün bir günün yorgunluğunu atıyordu.
Şimdi ise saatlerdir, Demmar’ın o ürpertici koca uydusunun kendisine alaycı bakışını izliyordu.
Saate bakıyordu sık sık. Ne kadar olmuştu?
Bir saat.
İki saat.
Dört saat.
Yedi saat.
On saat.
İlk gün uyuyamadı. Nadiren yaptığı bir şey olarak, mantığını kullandı ve bunun normal olduğunu düşündü, zira onun için büyük bir ortam değişikliği olmuştu.
İkinci gün, uykusuz.
Üçüncü gün, uykusuz.
Dördüncü gün, hap yardımıyla elde edilen, uyku ile uykusuzluk arasında bir durum.
Böyle sürüp giden iki haftanın sonunda, Demmar’daki hayatının umduğu kadar bile güzel olmayacağını anladı.
Belirsiz bir süre Demmar’da sıkışıp kalacağını öğrendiğinde, buradaki hayatın belki de o kadar kötü olmayacağını düşünmüştü. Sonuçta Demmar, güzel bir gezegendi: Güzel ormanları, temiz denizleri, hareketli bir gece hayatı vardı. Travis’in, uzayı tercihinden dolayı tadamadığı bu zevkleri tatmak için bolca zamanı olacaktı.
Bu şekilde kendini yatıştırmasına rağmen, iki hafta sonunda bunları yapacak ne gücü ne de isteği kalmıştı.
Tek bir isteği vardı: Uyumak. Uyumak. Uyumak. Saatlerce uyumak.
Ve o lanetli uydunun gökyüzünden silinip gitmesi.
Ve şehrin ışıklarının, yıldızları görmesine yetecek kadar hafiflemesi.
Ve kendisine, gözleri kapalı olmasına rağmen bu tanrının cezası gezegenin yüzeyinde olduğunu hatırlatan yerçekiminin yok olması.
Onlarca doktor, onlarca uykusuz gece ve binlerce uykusuz saatin sonunda, Travis, artık akıl sağlığını güvenli bölgede tutmayı beceremeyen bir adam olarak, umutsuz bir plan yapmaya koyulmuştu. Rom’un eski mürettebatından tanıdıklarıyla iletişime geçmiş ve hem Demmar yönetimine kimin patron olduğunu göstermek, hem de –itiraf edemese de- kendisini kurtarmak için tarihin gördüğü en büyük soyguna hazırlanmaya başlamıştı.
***
Travis, yüzlerce gün süren uykusuzluğun algılarını değiştirdiğinin farkındaydı. Görüşü kararmış, ışıklar dalgalanmaya başlamış, duydukları boğuklaşmış, yemeklerin tadı gitmişti.
Ancak, gece görüş gözlüğü ile Robert Nelson’ın siluetine baktığında, bir yıldızgemisinin kaba dış kaplamasını değil, içinin o sade güzelliğini görmesi, artık durumun bambaşka bir boyuta ulaştığının göstergesiydi.
Düşünme. Sadece uygula.
Ve Travis, düşünmeden, yapacağı sesten hiç korkmadan, şuursuzca Robert Nelson’a doğru koşmaya başladı.
Sesin geldiği yöne şuursuzca ateş açan askerleri umursamadı. Göremezlerdi, kendisini vuramazlardı. Ah, şu egoist insan. Elinden tek bir duyusunu alınca ne kadar da savunmasız kalıyordu.
Robert Nelson’un kapısı, Travis’in “içerideki arkadaşı” sayesinde, ona kucaklarını açmıştı. Travis gemiye girdi ve kapıyı arkasından kapattı.
Hangar’ın kapıları açılmaya başladığında, bir üst kattaki tersane yönetim odasında gerilim tavan yapmıştı.
“Neler oluyor?”
“Robert Nelson’u uçuramazlar. Geminin daha reaktörleri bile yok!”
“Acaba Karaje gemileri hangara gelip gemiyi patlatmaya mı çalışacak?”
“Ne düşünüyorlardı acaba?”
Tartışmalar, Robert Nelson’ın içinden çıkan bir aracın vızıldaması ile kesildi.
Travis, geminin içinde uçmaya hazır olan tek şeyi, bir yolcu mekiğini ustalıkla karanlık hangardan çıkarmış ve havalandırmıştı.
Başardım! diye düşündü.
Beklediği üzere, mekiğin her şeyi tamamdı. Uzaya çıkabilecek durumdaydı.
Ve Travis –hatta artık, bir kez daha, Kaptan Travis- hiç vakit kaybetmeden bunu yaptı.
Mekik, Demmar’ın atmosferini deldi. Bulutları geçti, yıldızları gördü. Travis mutluluktan dört dönerken, diğer tüm sesler kesildi ve konser başladı.
Travis, gemiyi otomatik pilota ayarladı. Sonra, pilot koltuğunda arkasına yaslandı. Gözünü yıldızlara, kulağını senfoniye odakladı.
Uykusuzdu, ama aylardır ilk defa bu durum algılarını sınırlamıyordu.
Gözleri kapanmamak üzere son çırpınışlarını yaparken düşündü: Burada tek eksik, Naseem’in tatlı kokusuydu.
Aşağıda ise, elektrikleri geri gelen tersanede, üst düzey subaylar Robert Nelson’ın başında toplanmıştı.
“Sadece bir mekik mi çalındı dediniz?” diye sordu güvenlik şefi.
“Evet,” dedi hangar sorumlusu. “Diğer alanlarda tarama yaptık, başka hiçbir değişiklik yok.”
“Tersanede başka kimse de yok. Hava alanında yabancı araç yok.”
“İlginç bir durum. Karaje’ın işi olduğunu pek sanmıyorum. Daha çok kaçakçılık gibi gözüküyor.”
“Evet ama, amaçları ne? Tamam, gezegenden ayrılırken bir mekiğin tespit edilmesi çok düşük ihtimal. Ama inişlerde denetim çok daha fazla. Bir mekik de olsa, kruvazör de olsa, kaçak bir uzay aracının kendisine girişine izin verecek gezegen tanımıyorum. Karaje’a götürüyor olabilir mi?”
“Sanmıyorum efendim. Bir mekik, yıldızlararası yolculuk için tasarlanmamıştır. Yaşam destek ünitesi, uzayda sadece bir-iki saat dayanabilir. Yakıtı dersek, o da en fazla Demmar Sistemi’nden çıkmaya yeter.”
“Gidebileceği tüm gezegenler de Demmar hükümeti kontrolünde.” Güvenlik şefi, hangar kapısından gökyüzüne, Demmar’ın manzarasını süsleyen o ihtişamlı uyduya baktı. Askeri bir endişeden çok, insani bir merakla konuştu:
“Ne amaçlıyor olabilir ki?”