Sabahın altısında her günkü gibi istemeye istemeye sıcak yataklarından kalkıp sokaklara karıştı insan sürüleri. Hepsinin gözlerinden uyku akıyordu, anlamsız gözlerle otobüslere bakıyor; eğer balık istifi otobüslerde oturacak yer bulabilirse uyuyorlardı. Ne yazık ki doğan güneş şu bilmem kaç milyonluk kentte en küçük bir duygu kırıntısı dahi bulamıyordu.
Bahsi geçen şehir, Dünya gezegeninde bulunan birçok metropolden biri olabilir. Ne de olsa hepsinin ortak özelliği zombileşmiş insan sürüleri tarafından etkisi her geçen gün artan duygusuzluk zinciri. İşte birazdan anlatılacak olaylar bu zincirin herhangi bir noktasında başlamıştır ve bunun sonucunda bütün zinciri kaçınılmaz bir şekilde etkilemiştir.
Olayların başladığı şehir, sıradanlık bekâretini o gün sokaklarda bağıra çağıra dolaşan ve kıyametin yakın olduğunu söyleyen saçı sakalı birbirine karışmış yaşlı bir adam sayesinde kaybetti. Onu ilk gören iki genç şöyle söylediler:
“A, ne kadar ilginç, değil mi? Aynı Amerika’daki kıyamet çığırtkanları gibi.”
“Evet, demek ki harbiden küçük Amerika olduk. Bir kıyamet çığırtkanımız eksikti…”
Gençler onun Amerikan özentisi bir deli olduğunu düşündüler. Ancak kıyamet çığırtkanının ne Amerika’dan ne de Amerikanlaşmadan haberi vardı. Sadece üstüne düşen görevi yapıp insanoğlunu ve kızını uyarmak istiyordu.
“Kıyamet günü geliyor günahkârlar! Artık bırakın dünya işlerini, O’ndan Rabbinizden merhamet dilenin. Belki o zaman bu küçük mavi gezegeni yok etmekten vazgeçebilir. Ama bu küçük bir olasılık; gerçi denemeye değer…”
Yolda karşılaştığı insanlara zorla öğütler veriyor, durakların önünde otobüs bekleyen kalabalıklara nutuklar atıyordu. İnsanlar ise gülüyor ve onunla çoğu zaman dalga geçiyorlardı:
“Kıyamet mi geliyormuş! Uzun zamandır bu kadar gülmemiştim.”
“Yazık, ekonomik kriz insanları ne hale getirdi!”
“Tanrı öldü canım, senin haberin yok mu?”
“Hep cemaatçilerin işi bunlar. İlk önce insanların beynini yıkıyorlar; sonra ortalık meczup doluyor.”
“Kamera şakası bu, kamera şakası… Kamera nerede?”
Türdeşleri ona deli muamelesi yapsa da vazgeçmedi ve dilinde tüy bitene kadar her gördüğü insana dili döndüğünce kıyamet gününün çok yakın olduğunu anlattı. Onun görevi insanları uyarmaktı, ister inansınlar ister inanmasınlar, onlara kalmıştı.
Ona kıyamet gününün geldiğini nereden bildiğini soran şüphecilere şu yanıtı verdi:
“Ah sizi şüpheciler! Ne zaman gözlerinizle göremediğiniz, ellerinizle tutamadığınız şeylere inanma cesaretini ve kararlığını kendinizde bulacaksınız? İnançsızlık denizi içinde boğulurken hâlâ bilim yılanına mı tutunacaksınız? Siz şimdi benden mantıklı bir cevap bekliyorsunuz; ama mantıklı bir cevap versem bile şüpheleriniz son bulmayacak. Yine şüphe hastalığınız ile kıvranıp duracaksınız yatağınızda. Ve bu işin içinde bir iş var diyeceksiniz. Ama ben cevabımı vereyim ki içim rahat olsun.”
Biraz duraksadı ve kendisine yönelmiş şüpheci gözlere baktı. O gözlerdeki inanç özlemini yakaladı:
“Geçen gece rüyamda gördüm kıyametin geleceğini. Bir melek bana bildirdi bu haberi ve bana insanları uyarmam gerektiğini söyledi. Artık sap ile samanı ayırmanın vakti gelmiş kardeşlerim. Kiminiz yanacaksınız ne yazık ki. Kiminiz ise cennete ulaşacaksınız en sonunda. Tabii sadece çok azınız…”
Bu konuşma doğal olarak kalabalık arasında huzursuzluğa neden oldu. Sinirlerine hâkim olamayanlar kıyamet tellalına bağırmaya başladı:
“Sen kimsin ki meleklerle konuşuyorsun! Sahte peygamberlik yapma bize.”
“Sakin olun arkadaşlar, anlaşılan kafayı yemiş bu adam. Gördüğü sanrıları ciddiye almış hasta herif.”
“Biz bunlardan çok gördük çocuklar, yıl 1982 yine böyle bir manyak çıkmıştı ortaya. Yok neymiş kıyamet yakınmış. Camileri doldurup sürekli dua etmeliymişiz. Gerçi gençler üzerinde tam tersi bir etki yaratmıştı; ama neyse…”
“Müslüman mahallesinde salyangoz mu satıyorsun lan allahsız, gelirsem oraya ağzını yüzünü dağıtırım.”
Birkaç işsiz genç, adamın üzerine yürüdü ve onu tekme-tokat ikilisiyle hırpalamaya başladı. Allahtan esnaf araya girdi de kıyamet tellalı hastanelik olmadan oradan uzaklaştı. Linç edilmekten ucuz kurtulan tellal gülümseyerek olay mahallini terk etti.
“Bunların olacağını biliyordum başından beri. Bana inanmayacaklarını, bana küfredeceklerini; hatta beni döveceklerini… Ama üzgün değilim, işin bana düşen kısmını tamamladım. Zaten kısa süre içinde gerçeği onlar da anlayacaklar; biraz geç olsa da…”
***
Güneş son kez dünyayı terk ettiğinde kıyamet tellalı evine girdi, odasında son duasını etti ve televizyonu açtı. Bir yandan patlamış mısır yerken bir yandan da biraz sonra çıkacak haberlerin heyecanını yaşıyordu. Öngördüğü gibi tam iki dakika yirmi üç saniye sonra dünyanın dört bir köşesinden flaş haberler akmaya başladı. Ne yazık ki o sırada milyonlarca insanın seyrettiği yüzlerce diziye ara verildi. İzleyiciler, yine nerede bomba patladı; üçüncü dünyada olanlardan bize ne, diye düşünürken televizyondaki devlet yetkilileri az çok aynı şeyi söyledi kendi dillerinde:
“Sayın vatandaşlar, Dünya Uzay Enstitüsü’nün aktardığına göre dünyamızın çok yakınında bir kara delik peyda oldu. Gökbilimcilerin gözlemlediği kadarıyla kara delik her saniye büyüyor ve etrafındaki her şeyi yutuyor, şimdiden Ay’ı içine aldığı saptandı. Vatandaşlarımızdan sakin olmalarını rica ediyoruz. Bütün dünya kenetlenmiş durumda bu sorunu çözmeye çalışıyor ve eminim ki başarılı olacaklar.”
Tellal, gülümsedi ve kol saatine baktı:
“Az kaldı, çok az… Bakalım gün boyu benimle dalga geçenler şimdi ne yapacaklar?”
En sevdiği sandalyesini cam kenarına çekti ve oradan çekirdek çitleyerek sokağa çıkmaya başlayan kalabalıkları izledi.
Bu sırada televizyon, internet, radyo; tüm medya organları kara haberle şaşkına dönmüştü. Kimi kanallara devlet başkanları çıkmış ve halktan umudunu kaybetmemesini istemişti; ancak gözlerinden değilse bile titreyen sesinden kendilerinin çoktan umutsuzluk girdabına kapıldığı anlaşılıyordu. Bazı kanallar ise din görevlilerini televizyona çıkarmış, toplu dua seansları düzenlemişti.
Tahmin edilebileceği gibi insanoğlu ve kızı korkudan ve şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırmıştı. Hüngür hüngür ağlayan mı dersin, avaz avaz bağıran mı? Sadece, deli olarak adlandırılmış olan insanlar normal halini koruyabilmiş, diğerlerinin neden birden delirdiğini anlamaya çalışmışlardı; ama nafile.
İşin özü, insanlar insanlıktan çıkıp hayvanları korkuturken her bir kişi kendince korkusunu dile getirmeye ve rahatlamaya çalışmıştı. En iyisi o anda yaşanan durumun okurlarca daha iyi anlaşılabilmesi için bazı kişilerin o sırada neler yaptıklarına göz atalım:
İlk önce üçüncü sınıf bir yazarın odasına konuk olalım. Aslında ona sorsanız yazarlıkla alakası yoktur, sadece okumayı ve bir şeyler karalamayı seven biridir. Ama kalbinin derinliklerinde tanınan ve sevilen bir yazar olma isteği vardır.
O gün küçük odasına kapanmış bir haftadır üzerinde çalıştığı bir öyküyü yazıyordu. Yazmak onun için hava gibi su gibi bir zorunluluk haline gelmişti. Ancak vergi ödemek gibi sıkıcı bir zorunluluk değil; tam aksine insana keyifli saatler yaşatan ve birkaç saatliğine de olsa başka bir düşünce boyutuna geçme fırsatı veren…
Yazdığı öyküden umutluydu; yani okurlarının (az sayıda olsalar da) bu öyküyü beğeneceğini düşünüyordu. Aslında bu konuda da bir ikilem yaşıyordu: Hem onlar için yazıp çiziyor hem de onların eleştiri ve düşüncelerine çok aşırı değer vermemeye çalışıyordu. Gerçekte kendim için yazıyorum ama arkadaşlar falan merak edip okuyor, sonra bir bakıyorum herkese göndermişim yazılarımı, diye açıklıyordu çevresine eserlerini diğerleriyle paylaşma sürecini.
Dışarıdan gelen seslerle dikkati dağıldığında iki saattir aynı öykü üzerinde uğraşıyordu. Yazı yazarken bir tür transa geçer ve dış dünyadan kopardı; ancak yüzlerce kişinin bağırışlarını duymayacak kadar değil. Çığlıkları duyduğunda bir süre öylece kaldı oturduğu sandalyede. Acaba yine bir yerlerde bomba mı patladı, diye düşündü. Dışarıda, her gün televizyonda gördüğü kanlı sahnelerle karşılaşmaktan korktu. Gerçi bombalama olsa o da duyardı. Her saniye artan merakı korkusunu yendi ve sonunda balkona çıktı.
Birkaç kişinin kaldırımda oturup ağladığına şahit oldu. Bir nene ellerini göğe kaldırmış bir şeyler söylüyordu anlamadığı bir dilde. Kendini kaybetmiş iki mahalleli ise deliler gibi sokağı arşınlıyordu bağırarak. Onun gibi balkonlara pencerelere çıkan insanlara baktı. Hepsinin gözlerinden korku ve endişe akıyordu. Sokakta karşı apartmandan tanıdığı bir arkadaşını gören yazar adayı ona seslendi:
“Birader, ne oluyor ya? Neden herkes bağırıyor?”
Arkadaşı cevap vermeden sokaktaki beyaz saçlı nene her şeyi açıklığa kavuşturdu:
“Yavrum kıyamet geliyor. Allah’a dua et çocuğum. Son bir dua et günahlarını bağışlaması için.”
Yazarımsı duyduklarına inanamadı:
“Hadi be, cidden mi?”
Bu sefer sorusu neneyeydi; ama arkadaşı cevap verdi. Böylece ikisi ödeşmiş oldu:
“İnanmıyorsan televizyona bak. Herkes bangır bangır bağırıyor kıyamet günü geldi diye. Uyuyor muydun sen?”
Hayır, öykü yazıyordum cevabının bu duruma uymayacağını düşündüğünden evet, uyuyordum dedi ve içeri girdi. İlk iş olarak televizyonu açtı ve her kanalda kıyametin geldiğini bildiren haberlerle karşılaştı. Sadece bir müzik kanalı müzik akışına devam ediyordu. Birkaç dakika ne yapsam, diye kafa yordu. Dua edemem hiçbir dua bilmiyorum. Bilsem bile bu dakikadan sonra dua etmek ikiyüzlülük olur. Ailemi arasam? Telefon hatları çoktan çökmüştür. Uyusam? Uykum yok; zaten bol bol uyuyacağım kara deliğin içinde. En iyisi yarım kalan öyküme devam edeyim, diyerek son kararını verdi ve öyküye kaldığı yerden devam etti. Aklından geçen son düşünce: Ya öyküyü bitiremeden kara delik Dünya’yı yutarsa sorusuydu.
İkinci olarak intihar eden bir kardeşimizin son dakikalarına tanık olalım. Kıyamet gününden bir hafta önce kararını vermişti: Doğum gününde hayatına son verecekti (Bir hafta sonraydı). O güne kadar yaşadığı bütün sorunlar onunla beraber yok olacaktı. Sırtındaki ağır yükü Atlas’a devredecekti. Omuzlarındaki ağırlığa bir de onunki eklenseydi, pek bir şey değişmezdi hamal kahraman için. Son bir haftası gayet eğlenceli ve güzel geçti. Kısa yolu seçeceği o gün gelip çattığında, keşke hayatımız sadece tatil havasında süren bir hafta olsaydı, dedi kendi kendisine.
Bu dünyaya veda etme şekline çoktan karar vermişti: Apartmanın çatısından atlayacaktı. Kısa ve acısız bir ölüm için birebirdi bu yöntem ona göre. Ama sekizinci kattan düşüp ölmeyenlerin de olduğunu biliyordu. Onun arkasından, öldürmeyen Allah öldürmüyor, denilmesini istemezdi atladıktan sonra. Bu işi bir defada bitirmek istiyordu.
Son kez sevdikleriyle telefonda konuştuktan sonra çatıya çıktı. Arkasından mektup veya not bırakmadı. Neden kısa yolu seçtiğini öğrenmek isteyen olursa hayatını inceleseydi. Armut piş ağzıma düş fikrini hiçbir zaman sevmemişti.
Çatıdaki duvara çıkıp atlayacakken bir gürültüdür koptu. Bir o yandan bir bu yandan çığlık sesleri gelmeye başladı. Beni gördüler, diye düşündü; telaşa kapıldı. Bunu tahmin etmemişti, kimse görmeden atlayıp kurtulmayı planlamıştı. Gözlerini kapattı ve atlamaya çalıştı. Ama çığlıklar ve bağırışlar o kadar çok artmıştı ki kararlılığını kaybetti ve duvardan indi. Neler oluyor, diye merak etti. Onun için bu kadar çok insanın feryat figan ağlamayacağını biliyordu.
Sokağa indi ve bu karmaşanın nedenini öğrendi: Bugün kıyamet günüydü. İlk başta inanmadı ve televizyon, internet, radyo her şeyi açıp güzel haberi duydu. Şansa bak, dedi. Kıyamet günü ile intihar günüm çakıştı. Hep birlikte, aynı anda öleceğimize göre tek başıma ölmeme gerek yok. Hem böylesi daha keyifli! Dünyaca kara deliğe atlayıp hayatımıza son vereceğiz.
Aklından geçen son düşünce: “Amma da ballıyım”dı.
Son olarak iki sevgilinin yatak odasına izinsiz olarak girelim. Uzun zamandır bu özel anı bekleyen iki azgın gencimiz bütün dikkatlerini o dakikalarda yaşadıkları harikulade tensel zevklere vermişlerdi. Dışarıda savaş çıksa umurlarında olmazdı; ama bu seferki sorun çok daha büyük olduğu için üzerinde oldukları işi yarıda kesmek zorundalardı.
Ama kesmediler. Hatta komşuları gelip kapılarını çaldığında dahi duymazlıktan gelip işe devam ettiler. Komşuları onların uyuduğunu zannedip şöyle seslendi:
“Uyanın gençler, uyanın kıyamet kopuyor. Son duanızı edin bari. Uyanın kime diyorum!”
İkisinin de verdiği tepki aynıydı:
“Hasiktir, ne kıyameti!”
Anadan doğma bir şekilde televizyon odasına koşup televizyonu açtılar ve kara haberle tanıştılar. Birbirlerinin gözlerine baktılar şimdi ne yapacağız dercesine. Sokaktan çığlıklar gelirken kısa bir süre sessizlik oluştu aralarında. Birden aynı anda gülmeye başladılar ve yarım bıraktıkları işe devam ettiler:
“Bu dünyayı biz mi kurtaracağız canım?”
“Hayır.”
“O zaman yarım kalan işimizi bitirelim değil mi? Sonra arkamızdan ağlamasınlar…”
“Tabii ki aşkım. Bugünün işini yarına bırakmamalı.”
Bedenleri tekrar birbirine kenetlendi. Ama dışarıdan gelen sesler ilgilerini dağıtıyordu; bu sebepten bir türlü istedikleri performansı yakalayamıyorlardı:
“Aşkım şu insanlar sussa da biz de işimizi daha rahat yapsak!”
“Müziğin sesini açalım, böylece onları duymayız.”
“Ne kadar zekisin canım.”
“Sen de çok seksisin.”
Akıllarından geçen son düşünce: Aynı anda zevkin doruğuna ulaşmaktı. Bütün dünya ile beraber…
Önceden de söylediğimiz gibi dünyadaki her insan evladı kendi özelliklerine uygun olarak son dakikalarını geçiriyorlardı: Dua edenler, ölmeden önce adam öldürmek isteyenler, sokağa çıkıp önüne gelenle birlikte olanlar, son dakikalarını tuvalette geçirmek zorunda kalan kabızlar, ameliyat masasında can veren hastalar, silahlarını bırakan militanlar, cezaevlerinden salınan mahkûmlar…
***
Her saniye Dünya’ya yaklaşan kara delik tam atmosferimize ulaşmıştı ki duraksadı, son adımı atmadan önce düşünür gibi bir hali vardı. Ama bu düşünme beklenenden biraz uzun sürünce (on iki saat) insanlık kurtulduğuna kanaat getirdi. Tanrı’nın onları bağışladığını ve son kez uyardığını düşündüler. Eğlenceler ve dua seansları ortalığı kapladı. İntihardan son anda vazgeçen kardeşimiz çatıdan atlayıp canına kıydı. Hayat kaldığı yerden devam etti.
Ancak beklenmeyen bir şey oldu: Düşünmekten sıkılan kara delik bir saniyeden kısa bir süre içinde Dünya’yı yuttu. Kimse ne olduğunu anlayamadı bile. Ne ağlayacak ne de korkacak vakitleri oldu. Aslında onlara acısız ve hızlı bir ölüm bahşettiği için O’na şükran duymalıydılar. Öldükten sonra nereye gittiklerini ise kimse bilmiyor. Ben dahi bilmiyorum…
İsterseniz ‘kayıp aranıyor’ ilanları asabilirsiniz evrenin dört bir köşesine, size kalmış.