Grotte İkili Uydu Sistemi, birbirinin etrafında dönerek Hagov gezegenini turlardı. Yapayalnız ve yıldızsız bir gezegen olan Hagov bu uyduların yarattığı gel-gitler sayesinde sayısız yıllar boyunca garip bir yaşama ev sahipliği yapmıştı. Ama en sonunda uzaklardan gelen gizemli bir güç, tüm gezegeni platinyum kaplama bir süper-bilgisayara dönüştürdü.
Hagov artık TANRI’yı barındıran dil-ötesi bir güneşti ve bu dönüşümü gerçekleştiren gizemli güç, bir talihsizlik serpti uydulara. Bu talihsizlik, en kaba tanımıyla ‘hayattı’.
Yüzlerce insanı umutları, yalanları, başarısızlıkları ve bilinçlerine ait o yapışkan özün ilkelliğiyle birlikte buraya döküp gittiler. Geride onların roketlerine veri aktaran Hagov ve biz kaldık işte. Önemsiz bir köşeye yığılmış sıradan bir beşeriyet draması.
Hagov’daki TANRI’yı memnun edebilenler, ya da bir mantara dönüşüp ekosistem yenileyenler, ya polisler, ya da anarşistler, ya zekiler ya da kıyıda köşede, şans peşinde koşan müptezellerdi bu dramanın aktörleri.
Ben ve arkadaşlarım, en son ve en acınacaklı takımdandık. Tıpkı aradığı yıldızı asla bulamayacak bir astronotun kozmik yalnızlığı kabullenişi gibi, biz de ‘şanssız’ olduğumuzu kabullenmiştik. Fakat astronot aramayı durduramazdı, çünkü onu yaşatan şey bu arayıştı aslında, biz de şansı kovalamazsak, yaşamanın bir anlamı kalmazdı ki.
Nitekim, içimizden biri uydunun asla gün ışığı görmemiş bu yüzünde artık ‘şansı’ kovalamanın anlamsızlığını farketmişti. Bırakmıştı arayışı. Yani ‘yaşaması’ için hiçbir neden yoktu artık. Hagov’daki TANRI bunu hissetmiş olmalıydı ki, mantara dönüştürüyordu çocuğu yavaş yavaş. Yakında yeni bir ‘amacı’ olacaktı fakat bir mantar olacaktı elemanımız.
O yüzden, inancını yolda bırakmış da olsa henüz yolun sonunu kendisi çizecek iradeye sahipken, her şeyi bitirmek istiyordu. Hemen orada, o rüzgarlı karanlığın içinden, karavanı bıraktığımız kumsaldan yürüyerek, denizin engin sularında boğarak kendini.
Kayalık bir köşeye kurulmuş karavanımız anlatılamayacak pek çok sırla kararmış, solgun bir gölge gibi titriyordu orada. Tekrar tekrar bakınca, içimi bir şeyler burdu. O sırlardan yüzlercesinin mumu sönecekti birazdan. Normal bir anda öylesine sıradan duran herhangi bir şey, ölümün arefesindeyken her açısıyla insanın içini düğümlüyordu işte. O karavanda, ampulün cılız ışığı altında yaptığımız alemleri, meleklerin önümüze düşüp buzdan kalpler gibi parçalandığı geceleri ve gün ile geceyi yutup da her şeyi tek ve sonsuz bir karanlığa dönüştüren o kozmik anatomiyi düşündüm. Keder biraz daha kasvetli sızdı içime damla damla.
“Gidiyorum,” dedi eleman. Derinden ve bir nefes dolusu söylemişti bunu, ne bana, ne de karanlığa, sadece kendisine konuşmuştu aslında. Çünkü sahiden gidiyordu. Esaslı bir gidiş. Bir deniz dolusu yalanın içinde kaybolacaktı birazdan. Öteki tarafta uyandığında buradaki dingin karanlığı özleyecekti belki. Belki de karanlığı bile hatırlamayacaktı. Belki bir klastrofil olacaktı ama sebebini anlamayacaktı asla. Bambaşka bir şey olacaktı, belki bir insan bile değil…
Dostumun aslında ölmeyeceğini, bambaşka bir hayatta bilinçsizce yaşayacağını bilmek asıl trajedi unsuruydu işte. Sigaraların ışıldayıp söndüğü, dumanların sarmallar halinde rüzgara karıştığı bu hisli karanlığın ardından, yorgun bir kıvılcım gibi parladı sesi, “Sence veda eder mi?”
“Sanmıyorum,” dedim. Elindeki iletişim cihazına baktı kederle. Işık, soğukla karışık yakıyordu yüzünü. Sonra dalgalar patladı kıyılarda, birkaç yengeç sarhoş gibi yan yan geçip gitti ve ona boşuna bekliyor olduğunu söyledim. Oysaki gidiyor olsa bile, bu gidişin beklenmedik bir sürprizle tatlı acı bir trajediye dönüşmesini istiyordu ısrarla. Onu unutmamış olduğunu bilmek istiyordu. O yüzden son bir işaret bekliyordu sevdiğinden.
Korkular ve kuşkularla burulmuş garip bir sesle, “Ya erken gidiyorsam?” diye söylendi. Ölüme, değişime ve kaybolmaya dair garip bir korkuyla çarptı dalgalar. Kumda açan o vakur bitkilere kadar ürperdi karanlık.
“Son saniyelerini onu hayal ederek geçir öyleyse,” dedim bilgece görünmeye çalışarak, “hiç yazmaması daha iyi. Veda ederse seni hâlâ seviyor olduğunu bilerek, sırılsıklam bir pişmanlığın içinde boğulup gideceksin. Ama böylesi daha iyi… hayal, ancak hayal ettikçe güzel.”
“Hak veriyorum.”
“Bu tatlı kederi hiçbir hisse değişemezsin, çünkü çırılçıplak bir gerçek bu keder, seni asla terketmeyecek, nereye gidersen git, öteki yakada bile.”
O çırpıntılı denizin sessiz karanlığına girerken korkmasın, değişime karışsın, dalgalarla bir olsun ve cesur olsun diye söylemiyordum bunca karamsar saçmalığı. Çırıl çıplak bir gerçeği tüm varlığıyla özümsesin istiyordum. Hoş, zaten bunu yapamadığı için gidiyordu ya, başarısız olmuştu, varlığı bir çöpten ibaretti uydunun bu yakasında artık.
Biraz sonra buruk konuşmalara ait sesler titreşen mumların alevleri gibi aniden belirip çekiliverdi ve sonra diğerleri de yanımızdaydı.
“Sana son bir hediye,” dediler ve karanlığın içinde bir joint ışıl ışıldı, “kaya mantarlarından toplayıp sardık.”
Sessizlik oldu. Sonra dalgalar patladı kıyılarda. Soğuk bir esinti tuzlu kokularla yaktı içimizi. Karavan artık çok daha karanlık, her şey biraz daha ıssızdı. Eleman jointi aldı.
“Hazır mısın?” diye sordum. Başını ‘evet’ anlamında salladı. Böylece, içimde giderek büyüyen kederli bir boşluğun çekimi etkisinde iletişim cihazını çıkarıp, Hagov gezegenine sinyaller yollamaya başladım. Karanlığın bağrındaydık biz, onu asla göremezdik, o öteki taraftaydı fakat orada da sadece bir ışığın hayaleti kadar vardı gökyüzünde.
Sinyal, önce öteki yakaya ulaşmış olmalıydı. Sonra oradaki bir antenden Hagov’a. TANRI çok geçmeden beliriverdi ekranda. Arkadaşımızı bağışlayıp, onu öteki yakada uyandırması için ‘yakardım’.
TANRI önce, o gün boyunca edilen tüm duaları, tüm yakarışları, tüm mucizeleri ve felaketleri ölçüp, büyük veriyi hesapladı, daha sonra ‘buruk bir merhametle’ tekrardan beliriverdi ekranda. Bu talihsiz bir şeylere tesadüf edeceğimiz anlamına geliyordu ama çocuk affedilmişti.
Cihazı kapatıp, kumların içine bıraktım kayıtsız bir hareketle. “Ritüel başlayabilir,” dedim. Şimdiden, kendini iyi hissettiğini söyledi. Mantarlaşmaya başlayan uzuvlarının uyuşukluğu çözülmüştü. Jointi ateşleyip birkaç nefes çekti içine. Parıltılı kaya mantarıyla karışık tütün, sarma kağıdının içinde parça parça köz olup tükendi ve bayık bir dumana dönüştü. Sonra bu uğurlama ritüeli, hepimize dağılıverdi eşit miktarlarda, kaya mantarıyla dolu jointi aramızda döndük.
Zamanın dişlilerini gıcırdatırcasına, saniyeleri bozup saatlere bularcasına yavaşlattık her şeyi. Kaya mantarı sinaptik hatlarda parlayıp sönmeye başladı bir anda, tüm aklımız alev aldı ve bir öforya saçıldı parıltılı dumanlarından.
Kederden eser alamet kalmamıştı ve karavan, sonsuz karanlığın içinden gözkırpıyordu artık. Üzülmememiz gerekliydi, o belki de daha mutlu bir hayat sürecekti öbür yakada. Bizden ise bir kişi daha eksilecekti, her gün ve her saat olduğu gibi. Öyle bir gün gelecekti ki, şansı arayan hiçkimse kalmayacaktı uydunun bu yüzünde. Şans denen şey kaybolacaktı.
Bunları düşünerek kalktım ayağa ağır ağır. Gözlerim vakur çiçeklerin dikenli suratlarına takıldı. Eleman, herkesle sarıldı birer birer. Sıra en son bana geldi. Sonra kederle ağırlaşmış yürürken denize doğru, arkasını dönüp gülümsedi. Alacakaranlığın içinde, çok rahatça seçilebilen keder dolu bir gülümsemeydi bu. “Buraya girmek için acele etmeyin!” diye bağırdı. Sonra hızla koşmaya başladı denizin sessiz karanlığına doğru. Dalgalar çarptı, bu kıyılarda kendini boğmuş insanların hatıraları uçuştu, tuzlu bir rüzgar uğuldadı her yönde ve biz, dostumuzun intiharını seyrederken aniden TANRI buruk merhametini gösteriverdi.
Arkadaşımızın geride bıraktığı iletişim cihazı, cılız bir uyarı melodisiyle yankılandı. Sevdiği kız, ona veda etmek için uzun bir mesaj yollamıştı. İçim saniyelik bir patlamanın etkisiyle hem pişman, hem de acılı alevlerle yandı.
Çocuğu durdurmak istedim. Ona doğru koşmak ya da bağırmak ya da TANRI’ya her şeyi birkaç saat öncesine geri alsın diye yakarmak istedim. Geri dönsün ve görsün istedim. Son saniyelerini yaşarken bile kaybetmiş olmanın, bu hayatta hiç sevilmemiş olmanın, harcanıp, paramparça olmuş, soğuk dünyanın bahtsızlığında vurulmuş bir müptezel olarak ölümü kabullensin istemedim, dudaklarında aşka dair bir gülümsemeyle, mutlu mutlu boğulsaydı keşke dalgalarda. Fakat bitmişti artık. Her şey için çok geçti. Engin karanlık onu da yutmuş, geride arkadaşımızın çığlıkları gibi çarpan dalgaların yorgun solukları kalmıştı.
Ne yapabilirdik? Bitmişti işte. Çocuk birkaç saat sonra, bambaşka biri olarak öbür kıyıda doğacaktı. Biz ise bir joint daha dönebilirdik onun hatrına. İşte hatıralarıyla, işte varlığıyla, işte bilinciyle ve iradesiyle kaybolup gitti bir zavallı daha. Ne yapabilirdik; yolu onun gibi sonlandırmak için acele etmemekten başka?
Arkadaşımızın iletişim cihazını kumlarda bıraktık öylece. Hiçbir cevap almayacaktı o kız. Bir cevap beklemiyordu da zaten. Kum, rüzgar ve zaman, olası tüm cevapların üstünü örtecekti. Biz ise farklı yerlerde olacaktık bu ritüele dair en canlı hatıra bile sönük bir ürperti olduğu zaman.
Şimdiden herkes farklı şeyler düşünmeye koyulmuştu zaten fakat ortak olan tek şey sıcak ve hüzünlü bir histi. Vakur çiçekler, gözyaşı döker gibi sallanıyordu rüzgarda. “Hadi gidelim,” dedim. Ağır ağır karavana doğru yürümeye başladık. Gittiğimizi anlamıştı deniz. Son bir kez, dönüp biraz daha kalalım, onun o kurşuni yalnızlığına biraz daha ortak olalım diye çaresizce yakarıyordu bize. Fakat burası bedbaht ve talihsizlik kokan bir yerdi. Uydunun gün ışığı görmeyen bu kederli yüzündeki, en kederli yer olabilirdi. İlk insanlar buradan doğmuştu hep, TANRI ‘dönüşmek’ için intihar edenleri de burada affediyordu. Ne ironiydi. Hagov’daki süper-bilgisayarın bu kozmik yalnızlığın içinde bizimle latife edişi, canlılığı aşağılayışı ve bunu bile bile onun gözüne girmeye çalışmamız, ne acınacaklı şeydi. İşte… burada durdukça ve dinledikçe rüzgarı, deliriyordu insan. Neden biraz daha aşağılık hayatlarımızı kendi kendimize tanıtıp, ölümün düşüyle sevişelim ki şimdi?
Zaten biraz sonra deniz unutacaktı bizi. Rüzgarlı kumsal ise bir yalan gibi yeni intiharcıların beklentisi içinde kozmik yalnızlığa dönüşecekti. Fakat karavanı kayalıklarda bıraktığımız yerden çıkarıp, yola koyulurken bile aklımda esiyordu hâlâ kumlarda açan o vakur çiçeklerin dikenleri.
Kapak Görseli: QAuZ/DeviantArt