“Buradan bir şey çıkacağını sanmıyorum,” dedi Tau. Bir yandan da duvarı kaplayan ekrandaki haritadan gözünü alamıyordu. “Bu işler eskisi gibi değil. Yatırım gerekiyor. Planlama, yolculuk, yakıt… Yüzde kaç olasılığa bir yılını verirsin?” Eta’ya baktı. Yuvarlak kırmızı yüzü, uzun kıvırcık saçları, yağlı bedeniyle her yıl milyarlarca kilometre yolculuk yapan bir mezar soyguncusundan çok turnuvalara katılan bir video oyuncusunu çağrıştırıyordu. Maceracı kişiliğine ilişkin tek belirti üzerinden çıkarmadığı haki renk tişört ve pantolon ile beline takılı, içinde her zaman yeni haritalar içeren hafıza birimlerini yerleştirdiği çantaydı.
“Yüzde elli. Ama burada olasılık yüzde yüz.”
“Seni tanımasam toplantıyı burada bitirirdim. Hah yüzde yüz olasılık. Böyle bir şey yok.”
“Lafın gelişi. Bilgi son derece güvenilir. Yakalanma riski yok.”
“Tabii yok. Satürn’le Uranüs arasında bir yörüngede sonsuza kadar suç işlesen de kimse görmez. Görse de umursamaz. O kadar uzakta suç diye bir şey olur mu, onu da bilmiyorum.”
“Tamam, problem ne o zaman?”
“Bir sürü nokta var. Kim oralarda gömülmek istemiş olabilir ki? Saçma bu!”
“Sana göstereceğim. Bir dakika.”
Eta’nın tombul parmakları minik deri çantaya doluşmaya çalıştı.
“Bilgi güvenilir. Öff. Neredeydi? Hah, bu galiba.”
“Neden emekli olmuyorsun artık? Yeterince para kazanmadın mı?”
Eta çantadan minik kartlar, çubuklar çıkartıp masaya gelişigüzel koymaya devam etti.
“Harcamalarım var. Hem saçmalıyorsun. Ne demek yeterince?”
“Bak bu işi sana ben öğrettim. Kimsenin haberi yokken bütün Nekrobelt[1]’i soyduk.
“Evet güzel günlerdi. Şu muydu acaba? Bir saniye. Tamam, bu.”
“Bu olmayacak bir şey. Yirmi bin kilometrede bir kutudan diğerine sıçrayarak malzeme aramak başka, iki buçuk milyar kilometrede Satürn-Uranüs arasındaki bir yörüngede iki katlı bina büyüklüğünde bir kutu aramak başka. İkincisi zor, tehlikeli ve işe yarayıp yaramayacağı belli değil.”
“Şuna bak,” dedi Eta. “Bu belki fikrini değiştirir.”
Duvarda esmer ince yapılı, iyi giyimli, dazlak, ellilerinde bir adamın fotoğrafı vardı. İri kahverengi sürmeli gözleriyle egzotik bir görünüşe sahipti.
“Tanıyorum bunu.”
“Tabii tanırsın. Faroq Keops.”
“Mısırlı armatür. Kiminle beraberdi bu? Şu İngiliz şarkıcı?”
“Kiminle beraber olmadı ki? Neyse, bu adam artık ölü.”
“Duymadım.”
“Ne biçim kutucusun sen? Bu işi ben keşfettim diyorsun. Adamın İngiliz sevgilisini biliyorsun da öldüğünü bilmiyorsun.”
“Ben o işleri bıraktım.”
“Bunu duyunca bir daha düşüneceksin. Bu adam dünyanın en zenginlerindendi. En az otuz yıl deniz ticaretinin yüzde kırkı adamın gemileri üzerinden geçmiş.”
“Devam et.”
“Asıl adı Faroq Sina. Keops’u kendi takmış.”
“Yani?”
“Adam firavunlara öykünüyor. Tipe veiİsme baksana. Keops…”
“Manyağın teki. Tamam, bunu da anladım.”
Duvara yansıyan slaytlarda Faroq Keops bir geminin kaptan köşkünde kusursuz dişleriyle gülümsüyor, malikanesinin havuzunda o İngiliz şarkıcıyla öpüşüyor, Dünya yörüngesindeki lüks bir otelin cam odasında elindeki martini küresinden pipetle yudumluyor, Giza’daki Büyük Piramit önünde burun havada profil pozu veriyordu.
“Pankreas kanseriymiş herif. Düşünsene dünyanın en zengin belki üçüncü kişisi olmuşsun ama birkaç hücre seni pankreasından yakalayıvermiş. Elinin altından kaymakta olan güce bakınca neler hissederdin?”
“Öff. Sonuca gel Eta. Yirmi yaşında gibi konuşuyorsun.”
“Adam zengin ya, kendini firavun da sanıyor, kanser onu yerken o da çevirebildiği varlığını altına çeviriyor. Yörüngede gizlice kendi piramidini yaptırıyor. Bundan dört yıl önce. Elmas, altın artık ne varsa buraya taşınıyor. Ölünce herifi firavunlar gibi giydirip piramide sokuyorlar. Sonrası malum. İki buçuk milyar kilometre ötede, Güneş’in çevresinde yavaşça dönüyor. Bütün serveti yanında. Penceresinden evreni seyrediyor. Mumyalanmasına bile gerek yok. Her şeyiyle orada, belki de yeniden doğacağı günü bekliyor.”
“Bitti mi?”
“Gidip alacağımız malzeme bu adamın malzemesi işte.”
“Orasını anladım. Bitti mi?”
“Aşağı yukarı.”
Tau kendi bilgisayar ekran görüntüsünü yansıttı.
“Ben de şimdi bunu buldum. Bak!”
Duvara büyük bir cenaze töreninden görüntüler yansımaya başladı. Siyah, kalem gibi bir sürü araba minyatür bir piramidin önüne park etmişti. O İngiliz şarkıcı, eski karısı, belki kızları ve tanınmış iş insanları beyaz kolsuz tünikler giymiş, bellerine boyunlarına bronz, turkuaz taş işlemeli aksesuarlar takmış bekliyordu.
“Melborn’da bir mezarlık burası. Senin adamın cenazesi.”
Eta, etli yanaklarını iyice şişirerek gülümsedi.
“Bunu bilmediğimi mi sanıyorsun? Oyun bu. O tabutta kimse yok.”
“Ha tabii. Şimdi sen bana bu adamın Melborn’daki bir mezarlığa piramit diktirecek kadar iyi planlanmış sahte bir cenaze töreni yaptırttığını, servetini kendi vücuduyla birlikte bir uzay piramidiyle Güneş Sistemi’nin kenarına gönderdiğini, bunu bulmak için küçük bir servet harcayarak sekiz ayda üç milyar kilometre gitmemiz gerektiğini, radyo yayını yapmayan, ışık saçmayan, en fazla bir bina büyüklüğündeki mezarı neredeyse yıldızlararası uzayda bulabileceğimizi mi söylüyorsun? Eğer orada bir şey bulamazsak, o yolu tam sekiz ayda geri döneceğiz. Bizden on dakika önce oradan geçtiyse bulamayacağız meselâ. Hiç şansın yok. Sen yap.”
“Sensiz yapamam. O kapıları, delikleri açamam. Gelmen gerekli.”
“Beni ikna edemedin.”
Eta bilgisayarında bir şeyler karıştırdı.
“Belki adım adım gitmem gerekli. Hah. Bak bu işte.”
“Bu da ne?”
“Faroq Keops’un kutusu.”
“Bu piramit değil.”
“Uzay için silindiri daha uygun görmüşler.”
Duvarda, ortasında genişçe bir pencere, metale benzeyen bir silindir görünüyordu.
“Keops pencerede olacak. Hazinesi alt ve üstteki kapalı bölümlerde. Bu inşa hâli. Altmış bin kilometrede inşa edilmiş. Mimara ulaştım. Ya da o bana ulaştı. Her şeyi verdi. Bütün planı. Pay konusunda anlaştık.
“Ne kadar?”
“Yarısını istedi. Biz iki kişi olunca üçte bire razı oldu.”
“Ne varmış içeride?”
“En az sekiz yüz ton külçe altın diyor.”
“Hah. Saçma. Sekiz yüz ton külçe altını atmosfer dışına mı çıkarmışlar?”
“Bak bunlar gizlice çekilmiş.”
Duvardan, yarı kapalı lenslerle kötü açılardan çekilmiş resimler geçmeye başladı. Bunlarda, kargo roketlerinin depolarına dikkatlice yerleştirilerek bantlarla sabitlenmiş paketler, yıldızlı siyah fonda Keops’un silindirine benzer paketleri taşıyan robot kollar, yarı yırtık bir paketten parıldayan külçe altınlar görülüyordu.
“Peki, neden başkaları soymamış olsun bunu? Neden yerini yörüngesini sadece biz biliyoruz?”
“Yörüngeyi kimse bilmiyordu. Faroq Keops sadece Satürn-Uranüs arasını belirlemiş. Bilgisayar yörüngeyi rassal olarak o anda üretmiş.”
“Harika. Zekice. Biz nasıl biliyoruz?”
“Dediğim gibi mimarı buldu beni. Silindire bir verici yerleştirmiş. Güçlü bir verici. Elbette böyle şeylere de önlem alınmış. Casus araç taraması falan yapılmış. Ama verici, her kırk sekiz saatte yalnızca bir saniye yayın yapıyor. Bu yüzden yakalanmamış. Basit bir algoritmayla kutunun hızı, yörüngesinin temel verileri çıkıvermiş.
“İlginç. Sekiz yüz ton mu demiştin?”
“En az.”
“Bir daha üzerinden geçelim mi?”
***
272 Gün Sonra
Tau okuduğu kitabı bıraktı. Sakalları kaşınıyordu ama tıraş olmaya üşendi. İçinde huzursuz bir heyecan vardı. Kamarasının lombozundan uzaya baktı. Bulunduğu tarafta Güneş’i göremiyordu. Diğer tarafta olsa irice bir yıldız olarak görecekti. Bu bile yeterdi. Hayatının, evinin, her şeyinin olduğu yönü gösteren bir yıldız. Ama bu tarafta kendini güvertenin kenarında hissediyordu. Güneş Sistemi’nin dış çeperinde. Ötesindeki sonsuz boşluk başını döndürür gibi oldu. Yapacaklarını bir an önce yapıp dönmek istiyordu. Bilgisayara göre Keops’un silindirinin yörüngesi üzerindeydiler. Yüz yirmi dakika sonra da onu görmeleri gerekecekti.
Sekiz aydır gece gündüz silindirle yatıp kalkmışlardı. Eta’nın daha sonra gösterdiği belgeler, tanık ifadeleri Melborn’daki cenazenin sahteliğine onu ikna etmişti. Mimar’la da tanışmış, bizzat kendi sorgulamıştı. Direnci böylece kırılmış, projeye tamamen ikna olmuştu. Şimdi lombozdan sonsuz boşluğa bakarken, oralardan bir yerden yüksekliği on yedi, çapı dört buçuk metre boyutunda titanyum ve kesme kristalden yapılmış bir silindirin çıkıp geleceğine inanmıyordu. Projenin sonunda, kavuşma noktasında tüm inancını kaybetmişti. Hayır, kanıtlar ve belgeler hâlâ ortadaydı. Ama içinde bulunduğu uzay parçasının büyük boşluğu, yörüngeye ilişkin matematik hesapların keskin sonuçlarını yumuşatıyor, bulanıklaştırıyor, nihayet buharlaştırıyordu.
Mimarın söz ettiği kılavuz sinyal kayıtlarını görmüştü. Artık yayın gelmiyordu. Mimara göre pil ancak iki yıl dayanabilmişti. Eldeki verilere göre hesaplanan yörüngeye güvenmek zorundaydılar. Hata payı belki birkaç yüz metreydi. Çıplak gözden başka araçları yoktu. Silindirin yörüngesine aynı yönde, hesaplanan pozisyonundan bin kilometre önde ama silindirden saatte yirmi kilometre yavaş gireceklerdi. En fazla yüz saat boyunca İki bin kilometre uzunluğunda bir torusu radar ve güçlü projektörler eşliğinde çıplak gözle tarayacaklardı.
Sonunda bir şey çıkmayacak ve eve döneceklerdi. İşin kötüsü, bir şey kaçırıp kaçırmadığını asla bilemeyecek olmasıydı. Yarım saatle veya iki yüz kilometreyle sekiz yüz ton altını ıskalayıp ıskalamadığından emin olamayacaktı. Kendini, aklını yitirmiş olarak silindirin hesaplanan yörüngesi üzerinde yıllarca gezinirken hayal etti. İnsan hep aynıydı. Sakalını ya nehir kenarında ya da yörüngede altın bulmak için ağartma eğilimi taşıyordu.
Tarama evresinden önce sakal tıraşı olup duş aldı. Bu ona iyi geldi. Keşke Eta da aynısını yapsaydı. Zaten domuzu andırdığını düşünüyordu. Şimdi yüzünün çevresinde dalgalanan o püskül sakalıyla iyice bir yaban domuzuna dönüşmüştü.
Tarama başlamadan önce bir şeyler yediler. Son günlerdeki gibi pek az konuştular. Eta da sessizleşmiş, Dünya’daki heyecanının yerini temkinlilik almıştı. Belki o da benzer duygular içindeydi. Belki o da Melborn’daki cenazenin gerçek, silindir hikâyesinin ise tamamen mimarın şakası olabileceği paranoyasına kapılmıştı. Ama mimar böyle bir şeyi neden yapsındı?
Beş saniyelik düz bir siren hedefe varıldığını bildirdi. Geminin dört bir yanındaki projektörler çalıştı. Sekize bölünmüş büyük radar ekranı aydınlandı. Gözle taramalarına gerek yoktu. Ama bir kişinin her zaman uyanık kalması konusunda anlaşmışlardı. Sessizce koltuklarına geçtiler. Bir yandan projektör ışıklarını iştahla emen karanlığa bakarken bir yandan da radardan gelecek erken bir alarmı beklediler.
***
Tau’nun kapanmak üzere olan gözleri keskin bir alarm sesiyle açıldı. Radar ekranına döndü. Radar, yaklaşık yüz yetmiş kilometre ötedeki bir cisme odaklanmıştı. Şekli henüz belirsiz olmasına rağmen aradıklarına yakın bir hacmi var gibiydi. Kalbi göğsünde gümbürdemeye başladı. Püskül sakalları yüzünün çevresinde uçuşan Eta kapıda göründü.
“Bulduk mu, bulduk mu?”
“Bilmiyorum. Hareketi, hesaplanan yörünge üzerinde. Büyüklük tutuyor. Ama hâlâ bir göktaşı olabilir.”
“Göktaşı değil,” dedi titrek bir sesle. “Sana demiştim. Sana demiştim. Bulduk onu. Bak!”
Spektrometredeki dalga şekli, mimarın kılavuz sinyal imzasının bir kopyasıydı.
“Batarya bitmemiş. Sadece zayıf.”
Tau o zaman emin oldu. Başarmışlardı. Güneş Sistemi’nin dipsiz karanlık kuyusunda, fiziğin kristal keskinliğindeki araçlarıyla minik siyah ama paha biçilmez bir noktayı bulmayı becermişlerdi. Bundan sonrası çocuk oyuncağıydı. Dünyanın en kolay soygunu olacaktı. Bağıra çağıra şarkı söyleyerek alacaklardı altını. Gerekirse günlerce girmek için uğraşabilirlerdi. Bunun için yeterli kaynakları vardı. İçeri dikkatlice, soğukkanlıca gireceklerdi. Gerçi mimar savunma sistemi hakkında bilgi vermişti. Işınım tarayıcıları, radar ve birkaç güçlü lazer topundan başka bir şey yoktu. Tarayıcılar ve radar tehdit boyutu ve saldırgan sayısını belirliyor, bilgisayar silahlar arasında ekonomik enerji dağılımını yapıyor ve ateşliyordu. Onca serveti bu basit savunma sistemi koruyordu. Faroq Keops mimara en güçlü savunmanın silindirin yerinin gizliliği olduğunu söylemişti. Onu ise kendisi bile bilmeyecekti. Ama olmamıştı işte.
Savunmanın en güçlü olduğu aşamayı geçmişlerdi.
Gemiyi iyice yavaşlatarak silindirle buluşma süresini bir saate düşürdüler. Bir saat içinde de hazırlıklarını tamamladılar. Radar ekranı artık silindiri, mimarın verdiği planlardaki boyutlarıyla gösteriyordu.
Tau hayatında hiç bu kadar heyecanlanmamıştı. Sekiz yüz ton altını Dünya’ya nasıl sokacaklardı? Bunu planlamamaları, projeye olan inançsızlıklarının bir göstergesi miydi? İşlemi belki uzun bir zamana yaymaları gerekecekti. Nasılsa bir yolunu bulurlardı!
Projektörler radar verilerine göre odaklandı. Gözler ilk gören olmak için kırpılmadan beklendi
“İşte orda!” dedi Tau. Bir tür bahçe aydınlatma lambasına benziyordu. Fotoğraflardaki gibiydi. Eta planlandığı gibi aralarında iki yüz elli metre kalana kadar bekledi, sonra geminin hızını artırarak hızları eşitledi. Mimar yüz metreyi silindir lazerlerinin çalışma menzili olarak bildirmişti. Ama temkinli olmakta fayda vardı. Hız ayarlama manevraları bitince, Tau ilk balonu gönderdi. İçi gaz dolu iki metre çapındaki gümüş renkli balon sürtünmesiz ortamda pürüzsüzce ilerledi. Eta, balonu delerek geçen ışına hedef olmamak için gemiyi balon ve silindirin oluşturduğu doğru üzerinden çıkardı. Balon birazdan pörsümeye başladı. Lazeri görmemişlerdi bile. Gemi uygun konuma gelince, Tau diğer balonu gönderdi. Silindire yüz metre kala o da pörsüdü. Eta gemiyi yeniden uygun pozisyona soktu.
“Ne kadar sürer sence?”
“Altı yüz balon var. Hepsini harcamayız diye umuyorum.”
Dört saat kadar sonra gönderilen iki yüz otuz üçüncü balon sönümlenmeden silindire çarptı. Silindirdeki lazer sisteminin pili bitmişti. Tau yine de dört balon daha gönderdi. İyice emin olmak istiyor, beklemediği anda karnında bir yanma duymaktan korkuyordu.
“Bence tamam.”
“Hadi gidip keselim şunu,” dedi Eta.
“Saatlerdir uğraşıyoruz. Manevralar da yorucuyudu. Bir şeyler yiyip dinlenelim. Bir yere kaçtığı yok.”
“Tamam, nasıl istersen. Ama sisteme kendini toparlaması için zaman vermiş olmaz mıyız?”
“Nereden enerji bulacak? Bak güneş paneli bile koymamışlar.”
“Yine de gitmeden bir balon gönderelim bence.”
“Elimde çok özel bir balon var. Onu söndürmek bütün enerjisini alır.”
“Ciddi misin? Hiç söz etmedin. Yeni teknoloji mi?”
“Haha. En az kırk yıllık. Sen!”
“Ben mi? Espri miydi bu?”
“Fena da değildi, Eta. Yorgunluktan anlamadın. Haydi, bir şeyler yiyelim.”
***
Gemi yavaşlarken, silindir pencerede yavaş yavaş büyüdü. Silindirin tam ortasında iki metreye elli santim boyutlarında bir pencere vardı. Yaklaştıkça güçlenen projektör aydınlatmasında, penceredeki beyaz elbiseli bir insan belirginleşiyordu. Kolları ve yüzü neredeyse giysisi kadar beyazdı. Ayağında sandalet, belinde sarılı mavili bir kuşak, başında kuş figürlü altın sarısı uzun bir şapka vardı. Sürmeli gözleri açık, kaşları alınmıştı. Kartal burnu sanki daha da incelerek çökmüş, üst dudağı yukarı hafifçe büzülerek çekilmiş, iyi bir dişçinin elinden çıkmış ön ve köpek dişlerini açığa çıkartmıştı. Galaksinin bu sessiz köşesindeki huzurun tadını çıkarırken karanlıktan çıkıp gelen bu davetsiz misafirlerden hoşlanmamış gibiydi. Sanki hazinesini almak isteyenlere son bir saldırı için hazırlanıyordu. Bu oydu. Faroq Keops. Bir Mısır kralı gibi giyinmişti.
“Kene” adını verdikleri kapsüle geçtiler. Mimardan aldıkları bilgiler doğrultusunda silindire arka taraftan yaklaştılar. Kene, silindire diğer taraftaki pencere hizasında yapıştı. İki lazer kesici hemen işe koyuldu. Titanyum gövdenin en zayıf olduğu yerde yarım metre çapında dairesel bir giriş kesmeye başladı. Yirmi dakika kadar sonra düzgün kesilmiş titanyum parça Tau ve Eta’ya yol göstermek ister gibi silindirin içine doğru süzüldü. Kene’nin kapağı açıldı. Eta ve Tau, iki araç arasındaki boşluktan kolaylıkla silindirin içine kayıverdi.
Planlarda gördükleri gibi silindirin tam ortasında iki buçuk metre yükseklikte dairesel bir bölümdü burası. Ortada bir metre çapında titanyumdan yapılmış bir boru, silindirin altın dolu diğer iki bölümünü birbirine bağlıyordu. Bu eksenin diğer tarafında Faroq Keops, tavan ve tabana sabitlenmiş camdan tabutunda önündeki pencereden evreni seyrediyordu. İçeride önce beklenmedik tuzaklara karşı tedirginlikle, birkaç dakika sonra güvenle bir o yana bir bu yana uçtular. Eta, Faroq Keops’un cam tabutuna yandan sarılıp onunla dışarıya baktı.
“Hiç aklına gelmezdi değil mi Faroq? Evrenin bir ucuna gitsen bulurduk seni. Şimdi burada çaresizce altınlarını götürüşümüzü izleyeceksin. Dünya’da yanına kimsenin yaklaşamadığı servetini buradan osura osura götüreceğiz.”
Tau diğer bölümlere bir giriş yolu ararken Eta şarkılar söylüyor, taklalar atıyor, tavan taban arasında esnek bir top gibi zıplıyordu. Tau onun bu neşesine katılmak için altınları bir an önce görmek istiyor, içinde patlamak üzere olan sevinci zor bastırıyordu. İç yüzeyde sadece ön ayakları duvara tutunabilen tuhaf bir geko gibi yürüyor, elindeki aletle yüzeyi analiz ediyor, yeniden ilerliyordu.
“Mimarın dediği gibi. Bir kapı yok. En az dört santimlik levhalardan yapılmış. Titanyum alaşımlı bir metal. Kesmek zaman alacak. Dışarıdan da bir bakayım.”
Tau girdikleri yerden Kene’ye geçti. Küçük araçla girişten ayrıldı. Silindirin iki ucundan birine doğru ilerledi. Kene gövdeye tekrar yapıştı. Araçtan çıktı. Manyetik eldivenlerle kendisi de gövdeye yapıştı. Tulumunda iticiler olmasına rağmen tedirgindi. Manyetiklerini çalıştırıp bacaklarını açarak gövdeye oturdu. Elleri serbestti. Kendini zorlayarak bakışlarını yüzeyden kaldırdı. Evden hiç bu kadar uzakta uzay yürüyüşü yapmamıştı. Pırıltılarla süslü siyah boşlukta başı döndü. Midesi bulanır gibi oldu. Uzay başlığının içine ilk yıllarda bir iki kere kusmuştu. Ne denli tehlikeli olduğunu biliyordu. Bu tamamen psikolojikti. Bakışlarını metal yüzeye indirdi. İşine odaklanmalıydı. Birazdan sakinleşti. Yüzeyi analiz etti. Dış duvar, iç duvardan iki santim daha kalındı. Buna sevindi. Hiçbir fark olmamasına rağmen kapalı bir yerde çalışmayı tercih ederdi.
On dakika kadar sonra yeniden içerideydi. Eta biraz sakinleşmiş, çantasından kablolar, klipsler çıkarıyordu. Her zaman dağınık biri olmuştu. Bir süre o kablolardaki düğümleri çözmek ve oraya buraya uçan aletleri toplamak için uğraşacaktı.
“Başlayalım. Dışarıdan delmek çok daha zor olacak.”
Tau altın külçelerinin çeperlere yığılmış olduğunu tahmin ettiğinden ortadaki eksene yakın bir yer seçti. Rögar kapağı boyutlarındaki kesiciyi kutusundan çıkardı. İç duvara yapıştırdı. Eta, Kene’den takviye bataryayı getirdi. Tau kesiciyi programladı ve başlatma tuşuna bastı. Başlık camını karartarak, yandan kesiciyle duvar arasındaki boşluğa baktı. Başlığı duvara dayandığı için kesicinin altında ışıldamaya başlayan yüzlerce mavi lazer diyotun küçük bir bölümünü görebiliyordu. Işınların odaklandığı metal yüzey ise simsiyahtı.
“Durum nasıl, Tau?”
“İlginç. Sanki enerjiyi tamamen soğuruyor. Kesicinin çalıştığından emin olamadım.”
Kontrol ekranına baktı. “Tam güç.” Kafasını metal yüzeye yeniden dayadı.
“Şimdi kızarmaya başlamış. Ama çok yavaş. Sandığımızdan uzun sürecek!”
“Ne kadar?”
“Belki birkaç saat.”
“Ohohoho. Birkaç hafta ya da ay da olabilirdi. Umurumda değil. Karun kadar zenginiz artık. Dünya tarihinin en büyük, en güzel soygunlarından biri bu.”
Eta iki yüzey arasındaki sinir bozucu zıplamalarına yeniden başladı. Kesim işi bitene kadar yapacak bir şey yoktu. Ana gemiye dönüp bir iki saat uyusa mıydı?
***
“İşin tamam Tau. İşin tamam! Hırsızlığının bedelini ödeyeceksin. Ölüye saygısızlığının. Cesedine işeyecek diğer ölüler!” dedi babası. Tüy gibi ince beyaz saçları siyah takım elbisesinin omuzlarına dökülüyordu. Elinde bir komando bıçağı vardı. Kapaksız gözleri, ortalarında birer kahverengi benek olan iki beyaz bilardo topuna benziyordu. Babası yıllar önce ölmemiş miydi? “İşin tamam Tau. İşlem tamam. Hey uyan artık şef. Gel hazinemizi görelim.”
Tau gözlerini açtı. Zihni iki buçuk milyar kilometreyi bir saniyede aldı. Babasıyla ilgili tuhaf rüya üzerinde sonra düşünmek üzere çabucak giyindi. Kene’ye geçti. On dakika kadar sonra silindire girmişti. Eta’yı göremedi. Kesici ve en az yedi santim kalınlığında bir metal parçası içeride yüzüyordu.
“Eta neredesin?”
İçeride temkinli bir tur attı. Eta delikten girmiş olmalıydı. Ama neden cevap vermiyordu? Temkinli bir şekilde deliğin kenarına yaklaştı. İçerisi kapkaranlıktı.
“Eta içeride misin?”
Başlık feneri, can yeleği paketlerini andıran bej rengi balyaları aydınlattı. Kuşaklarla sabitlenmişlerdi. Kalp atışları hızlandı. Altın mıydı içlerindeki? Olabilir miydi? Eta neredeydi?
“Eta içeride misin?”
Kendini dikkatli bir şekilde içeri çekti. Son anda bir tuzakla karşılaşmaktan korkuyordu. Bir zehirli ok, güçlü bir lazer, bir ateşli silah ya da tepesine inecek bir giyotin. Bu manyak her şeyi yapabilirdi. Belki Eta bunlardan birine yakalanmıştı!
“Eta!!”
Arkasından bir darbe aldı. Başlığının içinde buz gibi terledi. Olduğu yerde döndü. Önünde, başlık ışığında parıldayan bir altın külçesi yüzüyordu. Üzerinde “1 Standart Kilo ve 999,9” yazıyordu. Karanlıktan bir tane daha geldi. Sonra bir tane daha. Eta açtığı bir çuvala tünemiş sırıtarak ona bakıyordu. “Hepsi bizim. Tonlarca altın. Diğer yarıda da bir bu kadar daha var eminim.”
“Ödümü patlattın.”
“Ahahaha. Endişelendin mi? Son bir tuzak diye mi? Yok tuzak falan. Tuzağa gerek yoktu ki. Burada kim bulacaktı ki hazineyi? Kim iki milyar kilometre ötedeki bir noktaya gelir? Sadece sen ve ben. Dünyanın en büyük en güzel soygunu bu.”
Tau da sırıtmaya başlamıştı. “Öyle görünüyor.” Külçelerden birini yakaladı. Elinde evirdi çevirdi. Salladı. “Yeterince yoğun mu? Belki ısırmak da istersin Tau ha, ne dersin. Başlığı çıkarıp ısırmak ister misin?”
“Sanmam. Yeterince gerçek görünüyor. Külçeye dönme hareketi vererek bıraktı. Olmayan bir zeminde yavaşça yuvarlanarak uzaklaşan külçeyi seyretti. “Farkında mısın bilmem. Bu kargoyu bizden başka taşıyacak yok.”
“Taşımak mı? Bunu konuşmuştuk! Silindiri götürecektik!”
“Tehlikeli olur.”
“Ne tehlikesi Eta?”
“Yakalanabiliriz.”
“Bunu planladık ya? Altmış bir bin kilometre A yörüngesine oturtup oradan küçük kargo gemilerimizle taşıyacaktık?”
“Görülebilir. O yörüngenin tamamen boş olduğunu bilmiyoruz. Özel bir yörünge.”
“On binde birden küçük bir olasılık!”
“Göze alamayız.”
“Periyodu üç günlük bir yörüngeye oturturuz. Üç günlük jeosenkronu kimse kullanmaz!”
“Sonra ne yapacağız silindiri?”
“Ne mi yapacağız? Hurda olarak satarız! Dalga mı geçiyorsun? Bize ne? Orada dönüp durur. Hem burası Dünya’ya çok uzak. Faroq Keops’a da iyi gelecektir. Hem.soyulma tehlikesi de yok.”
“Bu… bu iyi olmaz.”
“Neyin var senin? Sekiz yüz ton altını iki kişi gemiye mi aktaracağız? Çuvalları iki tane bir metrelik delikten geçirerek üstelik!”
“Hepsini almayız belki.”
“Ne? Burada altın mı bırakacağız?”
“Nerede olduğunu biliyoruz. Gerekirse yine geliriz.”
“Bunun olmayacağını biliyorsun. Buraya tekrar gelemeyiz. Gelsek de bulamayız.”
“Aldığımızla yetiniriz o zaman Eta? Neden hepsini istiyorsun?”
“Sana ne oldu? Buraya gelmiş altınların birazını gemiye taşıyıp gidelim diyorsun. Dünyanın en büyük servetlerinden birini burada bırakalım diyorsun.”
“Sekiz yüz ton değil sekiz bin ton olsa yine hepsini isterdin değil mi?”
“Evet!.. Evet!.. Evet hepsini isterdim. Sen istemez miydin? Sekiz milyar ton olsaydı da isterdim. Herkes isterdi. Herkes.”
“Gözün paradan başka bir şey görmüyor!”
“Sanki senin görüyor. Güneş Sistemi’nin kenarına ne için geldin? Mezar ziyareti mi?”
“Değil elbette. Ama ölülere saygı duymamamızı gerektirmiyor bu iş.”
“Ahahaha..Ölülere saygı mı? Sen ciddi misin? Biz soyguncuyuz. Mezar soyguncusuyuz. Bunu uzayda yapmamız ya da uçuş becerilerine sahip olmamız bir şey değiştirmiyor. Mezar soygunculuğu, ölülere saygı gibi kaygısı olan birinin yapacağı son iş. Hem nereden çıktı bu yıllar sonra? Yaşlanmakla ilgisi var mı?”
“İhtiyacımız kadarını alıp adamı burada rahat bırakalım,” dedi Tau. Bıçağıyla çuvalları tutan kemerlerden birini kesmeye başladı.”
“Tau saçmalıyorsun! Plana sadık kalalım. Kafana göre değiştiremezsin. Mimarla da hepsi üzerinden anlaştık.”
Kayış koptu. Yüz külçelik çuval serbest kaldı. “Depoyu dolduralım. Bunlardan beş yüz tane alır. Elli ton altın. Üçümüze kuşaklar boyu yeter.”
“Of saçmalıyorsun. Yedi yüz elli tonu burada mı bırakacağız? Ben gelir gerisini alırım.”
“Sen bilirsin,” dedi Tau. Çuvalı yerinden ayırdı. O anda ellerinde bir titreşim hissetti. Zemine yaklaşıp diğer çuvallara dokundu.
“Hissediyor musun Eta?”
“Evet. Ne oluyor?”
“Bir şey çalışıyor!”
Çeperleri elleriyle yoklamaya başladılar.
“Ne olabilir Tau? Mimar böyle bir şeyden söz etmedi.”
“Bilmiyorum. Isı düzenleyici belki. Ama güneş enerji paneli yok bu şeyde. Olsa da bu uzaklıkta işe yaramazdı.”
“Belki ortadaki pencere falan kapanıyordur belli zamanlarda.”
“Saçmalama. Şuraya bak!”
Çuvallar altlarından geçmeye başlamıştı.
“Dönüyor. Silindir dönmeye başladı.”
Eta’nın yüzünde şaşkın bir gülümseme vardı.
“Belki yapay yerçekimi sağlamak içindir. Sen çuvalı hareket ettirince sistem içeride birilerinin olduğunu anladı. Yönlendirme motorları çalıştı.”
“Belki tesadüftür. Ama santrifüj çekimi için çok yavaş.”
Çevrelerinde yavaşça dönen çuvallar geçidi, sanki bunu bekliyormuş gibi hızlandı. Eta’nın daha önce etrafa saçtığı külçeler çeperlere çarptıkça bir iki tehlikeli sıçrama yapıyor, sonra çepere yapışıyordu.
“Çıkalım buradan,” dedi Tau. “Hızlanıyor sanki.”
“Tamam da telaşın nedir?”
“Girmek için yüzeyde açtığımız delik de dönüyor. Oradan çıkarken uzay boşluğuna savuluruz. Tulumlardaki iticiler bizi geri getirmeye yetmeyebilir.”
Savrulma düşüncesi Eta’nın soğuk soğuk terlemesine neden oldu. “Tamam tamam. Geliyorum.”
Her ikisi de bir iki maverayla çeperdeki çuvallara tutunup dönmeye başladı Ayağa kalktılar. Eta gülümsemeye çalıştı. “Bence korkacak bir şey yok.”
Titreşim giderek arttı. Artan hızı ağırlıklarındaki artış olarak hissediyorlardı.
Orta bölüm duvarına doğru, çuvalların üzerinde acemice yürüdüler. Dünya’daki çekime yakın bir çekim hissediyorlardı. Titreşim devam ediyor, hissettikleri ağırlık giderek artıyordu.
“Bu hızda uzaya savrulursak kayboluruz,” dedi Tau.
“Yavaşlatamaz mıyız Tau?”
“Motorlar çalışmaya devam ediyor. Hemen çıkalım buradan!”
“Belki çıkmak iyi bir fikir değildir. Yakıt nasıl olsa bitmeyecek mi?”
Tau hızlanarak ara bölüm deliğine ulaştı. Zıplayıp kendini çekerken zorlansa da bir iki denemede başardı. Eta da yetişti.
“Neden çıkıyoruz? Burada bekleyelim. Ben uzaya savrulmak istemiyorum.”
“Çabuk ol Eta!”
Eta etrafa baktı. Yalnız kalmaya cesaret edemeyeceğine karar vermiş olmalı ki deliğe uzandı. Yağlı vücudu dönme etkisiyle belki de artık Dünya da olduğundan daha ağırdı. O da birkaç denemeden sonra başardı.
Orta bölümde, dış deliğe doğru yürümeye başladılar. Ayaklarının altında vınlama devam ediyor, silindirin dönüşü hızlanıyordu. Tau birkaç metre ilerideki delikten dış uzaya baktı. Yıldızlar dar bakış açısına hızla girip çıkıyordu. Adımları her hamlede biraz daha ağırlaşıyor, diz kapaklarına ve tabanlarına binen yük artıyordu. Yükü dağıtmak için elleri üzerine inerek emeklemeye başladı. Eta da arkasında onu taklit etti. Ama birkaç saniye sonra Eta zemine yayıldı.
“Kendimi kaldıramıyorum!”
“Çıkınca bir şekilde silindiri yavaşlatırım. Bekle.”
Bir yandan da kendini bu hızda delikten bırakırsa savrulacağı uzaklığı düşünüyordu. Burada bekleseler miydi? Diz ve ellerinde yeni bir titreşim hissetti. İçeride anlık bir parlama ve sarsıntı oldu. Tau yere yapıştı. Vınlama kesildi.
“Bitti mi?” dedi Eta.
“Motorlar sustu galiba.”
“Şükürler olsun.”
Birkaç saniye geçti. “Ben kalkamıyorum Tau.”
Tau ellerini uygun pozisyona getirip kendini yukarı itti. Ama yıllardır şınav çekmemiş biri gibi gövdesini kıpırdatamadı. Kolları vücudunun ağırlığını taşıyamıyordu. Bu kez kendini dizleriyle itmeye çalıştı. Bütün gücünü vermesine rağmen biraz kıpırdayabildi. Sanki zemine güçlü bir mıknatısla yapışmıştı.
“Tau ben kalkamıyorum. Kollarımda hiç güç yok.”
“Ben de. Kollarda güç var da çok hızlı dönüyoruz. Belki iki ya da üç G yiyoruz.”
“Yavaşlar ama değil mi?”
“Eh. Biraz zaman alır.”
“Ne kadar?”
“Biri gelip durdurmazsa uzun…çok uzun.”
“Nasıl çok uzun?
Tau cevap vermedi. Gözleri deliğin diğer yanındaki cam tabuta kaydı. Faroq Keops’un başı, dönmenin etkisiyle biraz öne eğilmiş, burnu cama yaslanmıştı. Boynu her nasılsa hasar görmemiş gibiydi. Belki esnekliği, bu koşullarda korumanın bir yolunu bulmuşlardı. Burunla birlikte üst dudak sanki biraz daha kalkmış, dişleri biraz daha aralanmıştı. Gülümser gibiydi.
[1] Nekrobelt; Atmosfer dışı uçuşların ekonomik hâle gelmesiyle ölülerin Dünya çevresinde bir yörüngeye defnedilmesi yönteminin popülerleşmesi sonucu, yaklaşık yirmi bin kilometrede dolaşan ve genellikle kristal tabutlardan oluşmaya başlayan kuşağa verilen isim.