Ayaklarım kaşınıyor. Artık anımsadığım ve tekrar tekrar yaşadığım en gerçekçi hayat belirtisi bu: Kaşıntı. Parmaklarımın her biri, “Ben buradayım sevgili sahip, gör beni,” diyor. Gör beni diye diye o karşı konulmaz kaşıntı hissi ile el sallıyor bana. Sonra ayak tabanlarım sesleniyorlar. Kuş tüyü dokunuşları ile yaşanılan o irkilmeye teslim oluyorum. Varoluşun en belirgin buhranları da böyle çıkmaz mıydı sanki? “Ben buradayım,” demek için yaşamaz mıyız? Görünmek için; koklanmak, okşanmak, pışpışlanmak… Baldırlarım sızlıyor. Sanki saatler süren esneme ve germe hareketlerinden sonra başlayan koşu bitmiş de evime dönmüşüm. Evimin o sıcak bilindik kokusunu çekerken ciğerlerime, uyumadan önce gelen o tatlı sızı. Ayaklarım sesleniyor bana. Beynim, kalbim ve tüm duyularım onlar oldu. Geçen sefer kollarımda yaşamıştım aynı duyguları. Ondan önce dişlerimde… Ondan önce…
Phantom Limb Syndrome: Hayalet Uzuv Sendromu. Bilincim bedenimi özlüyor… Çok zaman geçti burada. Artık neye benzediğimi unutma korkusu ile her bir organımın ve hatta her bir hücremin çığlığını yaşıyorum bu sonsuz ve bir o kadar da sınırlı küçük dünyamda. Bunu anlatabilmek öylesine zor ki. Var olduğunu bilip de var olmadığın gerçeği ile yüzleşmek: Ah kör karanlık! Bu karanlık dünyanın bir yanılsama olduğunu düşünürken, paramparça olmuş bilincimi arıyorum köşe bucak. Adına “Tanrısal Yalnızlık” diyerek avunuyordum ilk başlarda. Neye yarar ki tanrı olmak; gücüne kudretine şahit bulamamışken? Ne yaparım ben, koyu kimsesizlikte bir başıma kalmışken?
Sesin, gücün karanlığı aralayamadığında, var olduğuna dair tek bir şahidin yoksa; kim olduğunun ne önemi var ki! Sadece yeniden olmak istiyorsun. Tüm insanlık tarihi boyunca bizleri hep daha da ileriye taşıyan o tarifsiz yaratıcılığın anbean öldüğüne şahit oldum burada. Yavaş yavaş azaldım böylece. Eridim, küçüldüm. Bitmiyor bu lanet sızı. Bitmiyorum bir türlü. Azalıyorum, daha da küçük parçalara bölünüyorum; karanlık daha da koyulaşıyor ama bitmiyor çilem. Eskiden, sabahları erkenden kalkıp iş için hazırlanmak öylesine zor geliyordu ki bana. Saçlarımla ilgilenmek, karın bölgemde birikmeye başlamış yağı dert etmek… İşten arta kalan zamanda şehir merkezine inip müzik dinlemek… Yalnız olduğumu düşünüp kahırdan uyuyamazdım bazı geceler. Doğru kişiyi neden bulamadığıma içerlenip ağladığım da olurdu. Şimdi o günleri özlüyorum. Uyuyamıyorum burada, daha doğrusu insan bedenine özgü hiçbir davranışa sahip değilim. Zihninizde anlık beliren bir düşünceyi anımsayın; işte o şey ne kadar canlı ise, ne kadar hayatta ise ben de o kadar canlıyım. Yekpare bir oluştan ibaretim. Öncesi, şimdisi ya da sonrası yok. Nesneler ve dünyaya ait olan şeyler yok.
Artık zamanı hesaplamayı bıraktım. Buraya neden geldiğimi dahi çok net hatırlayamıyorum. Aklımda kalan minicik bir an var. Kötülüğün her yeri sardığı o aşağılık dünyadan kalan son anı kırıntısı… Akşamüstüydü, güneş ağır ağır yerini karanlığa bırakıyordu. Güz serinliği ve şehrin pis kokusu her yeri sarmışken rüzgâr, “Ben de buradayım,” diyordu… Oysa ben sadece görevimi yapmıştım. Yanlış zamanda yanlış yerde bulunmak dışında bir hatam olmamıştı. İnsan hayatının kutsallığı üzerine yazılmış onca kanun ve onca yönetmelik bana diyordu ki, “Bir insanın canına kıymak yeryüzündeki en büyük suçtur.” Görevlerim arasında bu suça engel olmak da vardı. Bilincim paramparça, kendime dair bir şeyler arıyorum durmadan. Nereden hatırladığımı unuttum; eskiden ölüleri yıkarlarken ateş yakılıp büyük kazanlarda su ısıtılırmış. Odundan yükselen is ve ölünün bedenine çarpan sıcak su bir koku yaratırmış. “Ölü Kokusu,” derlermiş eskiler. Islak ve isli kelime diye kalmış akıllarda. Buralarda bir yerlerde bana dair bir parçamda işli bu bilgi. O ıslaklığı, kaskatı vücudu hayal etmeye çalışıyorum, kendi bedenimi anımsamak istiyorum artık. Havaya karışan is kokulu ağıtlar olmak istiyorum.
Bilemedim. Yanlış insanlara denk geldim. Sürekli kendimi tekrarlıyorum burada. Yankılar oluşuyor ve yavaş yavaş kayboluyor her şey. Sistem böyle işliyor. Sanırım en sonunda un ufak olacağım. Yanlış insana denk geldim ya da tahmin ettiğimden daha büyük bir oluşumun işine mani oldum, hatırlayamıyorum. Hiçbir şeyden emin değilim bir süredir. Seçkinler meclisinin hatırı sayılır bir üyesinin kızı olduğunu söylemişti suça kalkışan şahıs. “Umurumda değil, elindeki bıçağı bırak!” dedim. Bırakmadı. Tam o anda kelepçeyi ateşlemeliydim. Korkmuştum o ayrıcalıklı sınıftan, yapamadım. Gözlerini bana dikmişti. Önce bıçağın tene temasını, sonra da kanın durmaksızın akışını izledim. Bir şey yapamadım. Sonra o çok güvendiğim, erdemli bildiğim ekip arkadaşım kelepçeledi beni. Kan durmaksızın akıyordu. Seçkin kız, şehvetle izliyordu ölmekte olan çocuğu. Ben bedenimi ele geçiren biyolojik kelepçenin etkisi ile kaskatı kesilmiştim. Görüyordum, duyuyordum ancak hareket edemiyordum.
Sonrasında her şey hızla değişti. Düzmece ifadeler ve deliller ışığında masum bir çocuğu öldürmekten suçlu bulundum. Yalvardım, ağladım. İkna etmek istedim ancak beni dinlemediler bile. Tezgâh kurulmuştu; ateşe odun gerekti ve çarmıha günahsız olanı. Adaletin kaybolduğu yerdeydim. Ayağa kalktım, duvarlardan yansıyan beyaz ışık gözümü alıyordu. Hüküm açıklandı, öylesine bir acı gelip buldu ki beni; nefes almakta zorlandım. Omuzlarımdan yükselen ağrı, beynimi ele geçirdi. Gözyaşlarım sessizce düşte zemine. Direnemedim, yürümemi istediler, yürüdüm infaz odasına doğru. Sonrasını hatırlamıyorum. Belli ki bilincim bir diske aktarıldı, bedenimse yakıldı ve bilinmeyen bir zamana kadar buraya hapsedildim. Unutuldum belki de. Bir zamanlar aynadan yansıyan yeşil gözlerim, sarı saçlarım, yorgun silüetim vardı. “Ah benim özge yalnızlığım,” diye sarıldığım düşlerim, özenle törpülediğim tırnaklarım… Şimdi ise hiçbir şeyim yok. En çok da kendimi özledim, öfkeli rüzgârı ve migren ağrılarımı. Dayanamıyorum artık; kimsem yok, azalıyorum, bitemiyorum… Yoruldum, bıktım. Ölmek istiyorum. Öldürün beni.